Bediüzzaman Hazretleri makam arzusu ve şöhret düşkünlüğüyle ruhunu felç edenlere, “Şöhret, zehirli bala benzer. Eğer o belaya düşersen, ‘Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz’ de ve kurtul” diyor.
SAFVET SENİH
Bediüzzaman Hazretleri makam arzusu ve şöhret düşkünlüğüyle ruhunu felç edenlere, “Şöhret, zehirli bala benzer. Eğer o belaya düşersen, ‘Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz’ de ve kurtul” diyor. Hz. Ömer (r.a.) “Allah, bizi dini ile şerefli kılmıştır.” diyor. M. Fethullah Gülen Hocaefendi de diyor ki: “Hicrette Hz. Ebu Bekir (r. a.) yurdunu, yuvasını terk ederek Medine’ye gelmiş, burada şehrin içinde oturabileceği bir arsa bulamamış ve Sunh isimli bir kenar mahallede oturmuştur. Dahası o, tam on yıl izzet, gurur, şan ve şeref demeden komşularının koyunlarını sağarak geçimini temin etmiştir. Efendimizden (S.A.S.) sonra Halife olarak seçilmiş bugünkü Türkiye’nin dört beş katı büyüklüğünde bir ülkeyi çok iyi yönetmiş, bunu yaparken de yine Sunh’daki evinde kalmış ve belli bir süre daha komşularının koyunlarını sağmaya devam etmiştir.“
Hz. Ebu Bekir (r.a.) Allah Resulü‘nün (S.A.S.) halifesiydi ve o gerçek izzet ve şerefi, geçimini el emeğiyle kazanarak sürdürmekte görüyordu. “Hz. Ömer (r. a.) da dünyevî şan ve şerefi ayakları altına almış kutlulardan biriydi. O, bir gün Mescid’de hutbe irad ederken birdenbire ‘Haydi be sen de! Dün Mahzumoğullarının koyunlarını güdüyordum!’ demiş ve aşağıya inmiştir. Namazdan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer’in yanına gelerek, hutbe esnasında söylediği sözlerin sebebini sorması üzerine Hz. Ömer (r.a.) Ona şunları söylemişti: “Çarşıda dolaşırken, Emirü’l-Müminin geçiyor’ dediler ve ben de müminlere emir olduğumu hissettim. Bu sebeple hutbede bütün halkın huzurunda geçmişimi anlatıp izah etmek istedim, nefsimin başına bir balyoz indirmek, şan ve şerefin bu olmadığını, gerçek şan ve şerefin Kur’an’a iktidada ve Resulullah’a ittibada olduğunu haykırmak istedim. Zira ben daha dün Mahzumoğullarının koyunlarını güden bir çobandım. Bugün Allah beni bu konuma getirdi.“
Evet dünden bu güne, en muhteşem devirleri bayraklaştırarak omuzlarda gezdirip yükselten bütün büyük insanlar hep aynı ruh ve iradenin insanlarıdır. “Yavuz Sultan Selim’i de o kahramanlardan biri olarak kabul edebiliriz. “Milletimin ihtilaf u tefrika endişesi Kuşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni, İttihad etmekten â’dâya karşı çaremiz İttihad etmezse millet, dâğıdar eyler beni.“ diyen koca hünkâr, milletinin derdiyle yanıp tutuşan bir millet insanıdır. O, Osmanlı sülâlesi içinde yetişmiş üç-beş zirveden biridir. Vâkıa onlar hepsine zirve denebilir ama Yavuz öyle bir Everest tepesidir ki, yer yüzünde insan çok azdır. O, sekiz sene gibi kısa bir süre içinde İran’ı avucunun içine almış; Mercidabık ve Ridaniye seferlerinden zaferle dönmüş, bir fitne kaynağı üzerine sefere çıktığı esnada da bir şirpençe ile hayata vedâ edip yürümüştür Rabbine… “Şu üst üste hamleler kendi rekorlarını kırma niteliğindedir. Mısır’ı fethedip mukaddes emanetlerle dönerken, pâyitaht olan İstanbul’a yaklaştığında, halkın kendisini muhteşem bir törenle karşılayacağını öğrenir. Ordusuyla olduğu yerde konaklar ve İstanbul’a gece olunca girer. Cihan fatihi koca hükümdar, şan ve şerefin burnuna bir kanca takarak onu ayaklarının ucuna kadar geldiği bir durumda, ayaklarının altına alır.“
Hilâfete ait Mukaddes Emânetleri aldığı, İslâmın bayraktarlığını yüklendiği ve bütün emirlerin, karşısında dize geldiği, hutbenin de kendi namına okunduğu, zafer sarhoşluğunun yaşanabileceği o sevinç dolu dakikalarda, hatibin ‘Emîrü’l-Harameyn’ şeklinde hitabına Yavuz: ‘Ben emir olamam. Buraların Emiri Hz. Muhammed Mustafa Aleyhisselamdır. Ben olsa olsa buranın hizmetkârı olabilirim.’ diyerek, kendisine ‘Hadimü’l Harameyn’ (Mekke-Medine’nin hâdimi) denilmesini istemiştir. Çünkü o, hakiki bir büyüktür. Zira büyükte büyüklüğün emâresi tevazu ve mahviyettir. Nitekim Efendimiz (S.A.S.) ‘Allah, tevazu ve mahviyet içinde olanları yükselttikçe yükselir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.’ buyurmaktadır.
“Dilerim, günümüzün Hakk’a adanmış ruhları da şan u şerefe takılıp kalmadan, konumlarının hakkını verir ve bu defineye hamallık yaparak bu cevher hazinesini ebedlere kadar taşırlar. ” (M. Fethullah Gülen, Prizma-6, Yol Mülahazaları, Perspektif)