Sahipsiz Değiliz
Kuzey ülkelerinde soğuklar başladı.
Evimizin önündeki parka yeni dikilen ağaçların gövdeleri, kökleri toprağa alışmaya çalışıyor.
Sabaha değin güz rüzgârlarında hayaletler gibi özgürce eğleniyorlar.
Lakin sonbaharın öfkesinden onlar da nasibini alıyor.
Yaprakları önce sarıya sonra kızıla boyanıyor, sonra da birer ikişer dökülüyor.
Her mevsimin kaderinde var yalnızlık.?
Uzaklardan duyulan sonbahar sesleri, bizi orta Avrupa’nın güzel bir ülkesine taşıyor.
Salim Öğretmenin evine.
Gökyüzü solgun bir maviye bürünürken, yalnızlık nazikçe omzumuza dokunuyor:
"Buradayım ama geçiciyim."?
Salim Öğretmen biraz zayıfça, orta boylu biri. Kömür karası gözleri derinlerden bakıyor.
Hakikatli bir delikanlı.?
Altı yıl olmuş ülkesinden ayrılalı.
Bir yağmur musikisi eşliğinde mütevazı evde sohbet koyulaşıyor:
Salim Öğretmen, “Çocukluk hayalimdi öğretmen olmak.” Diyor, “Biz dört erkek kardeştik. Ağabeylerim okuyamadılar. Büyük ağabeyim okumamı çok istiyordu.
Öğretmen oldum.
Eşim de edebiyat öğretmeniydi.
İkimiz de hayatımızın en güzel günlerini yaşıyorduk. Minik yüreklere dokunmak, cıvıl cıvıl öğrencilerin arasında olmak çok güzeldi. Hiç bitmesini istemediğimiz bir yaz rüyasındaydık sanki.
Öğrenci velilerini ziyaretler, hemen her akşam sohbetler, mütevelliler derken zaman billur bir su gibi akıp gidiyordu.
15 Temmuz tiyatrosuyla birden dünyamız karardı.
Hiçbir yerde çalışamaz hale geldik.
Gördüğüm bir rüya ‘Salim, sabrın sonu selamet.’ diyordu.
Sabır sınavındaydık. Sonuçta biz kazanacaktık.
Ben özel ders vermeye başladım.
15 Temmuz’dan iki hafta sonraydı.
Hizmetten bir ağabey ziyaretime geldi.?
Giderken bir miktar da para bırakmak istedi. Malum, hepimiz sudan çıkmış balık gibiydik.
Ben, ‘Özel derse başladım ve bugün bir aylık ücretimi peşin aldım. Bugün bir arkadaşla karşılaştım. ‘Cebimdeki, son 10 lirayı da az önce verdim. Bakalım ne yapacağız.’ dedi. ‘Bu parayı ona verelim. O kardeşimizin daha çok ihtiyacı var.’
Sonra da ‘Bir aile için ortalama ne kadar takdim etmeyi düşünüyorsunuz?’ deyince bir miktar söyledi.? O an, ‘Ya Rabbi, bana da her ay bir aileye bakacak şekilde ekstra kazanç nasip eyle!’ diye dua ettim.?
Yaramız büyüktü, ama iyiliğin iyileştiremeyeceği yara yoktu.
Kozmik alemi, bütün bir dünyayı ayakta tutan yardımlaşma değil miydi??
Kalbimde kimseye karşı kin, nefret, öfke büyütmedim.
Kısa zamanda özel derslerin sayısı arttı. Hatta haftanın yedi gününü doldurdum. Ayrıca gündüzleri bir özel okulda danışmanlık yapıyor, kimi ailelerin çocuklarını da o okula götürüp getiriyordum.?
Bir gün telefonum çaldı.
Arayan arkadaşım Bülent’ti.
‘Patronla görüştüm. Seni bizim okula almak istiyoruz.’
‘Nasıl olacak bu? Çalışma iznimiz yok.’
‘Patron iktidara yakın biri. Hiçbir şey olmaz.’
Başladım orada çalışmaya.?
Çok şükür, her ay içimden taahhüt ettiğim miktarı da veriyordum.
Cadı avı hız kesmeden devam ediyordu. Arkadaşlarımız bir bir tutuklanıyordu.
Bir akşam eşime, ‘Bugün yine muavenetimi verdim.’ dedim.
‘Bize biraz daha ayırsan.’ dedi eşim.
Ana yüreği işte, evlatlarını düşünüyordu.?
Bense böyle zamanda bir kenara para koymanın doğru olmayacağını düşünüyordum.
Allah’ın bize ikram ettiği bereketin içinde mazlumların hakkı vardı.
Birkaç gün sonra sabah İstanbul'da çok çetin bir ayaz oldu. Yerler buz tutmuş, birçok araba kaza yapmıştı. Benim emektar da sabah çocukları okula götürürken teklemeye başladı. Hararet göstergesi tansiyon hastası bir adam gibi bir yukarı çıkıyor, bir aşağı iniyordu.
Çocukları yolda bırakamazdım. Çünkü oradan otobüs de geçmiyordu. Bu hâlde yaklaşık 20 km'lik yolu gittim. Çocuklarımı okula bırakınca hemen bir tamirciye çektim arabayı.?
Tamirci beni dinledi, arabaya baktı: ‘Hocam şanslısın. Eğer motoru yaksaydın, 1500 lira masrafın olurdu ve araba 3-4 gün burada kalırdı.’ dedi.
Eşime, ‘İyi ki muhtaç insanların hakkı olan parayı bir kenara koymamışız. Zaten çıkacakmış.’ dedim.
Ramazan ayı gelmişti.?
İki kız kardeşi ile birlikte yaşayan bir öğretmen arkadaş vardı.
Onlara destek oluyorduk. Ramazanda mutlaka ekstra bir şeyler verelim diyerek yola çıktık. Benim içimden 600 lira vermek geçiyordu. Eşim, 500 lira yeter, dedi.
Zarfın içine 500 lira koyduk.
Giderken Üsküdar'da yeni dükkân açan bir arkadaşa uğradık.
Fakat çıkışta bizi bir sürpriz bekliyordu. Arabamızı çekmişlerdi. Otoparka gidip yaklaşık 100 lira ödeyip arabamızı aldım. Sonra da hanıma: ‘Şu zarfı ver. İçine 100 lira daha koyalım.’ dedim.
Çalıştığım okulda öğrenci ve veliler tarafından çok sevildim. Her şey çok güzel gidiyordu. İhtiyaç sahiplerini ziyaret ediyor, onlara yardım ulaştırıyordum.
Birileri, ‘Bu okulda falancalar çalışıyor.’ diye beni şikâyet etmiş.
Bir gün patron çağırdı: ‘Salim Bey, maalesef seni yukarılara şikâyet etmişler.? Zor durumdayım.’ dedi.
Yani, ‘Ayrıl!’ diyordu.
Ayrıldım.
Özel derslerde de azalma oldu yaza doğru.
Muavenetimi vermekte zorlanmaya başladım.
Asıl zor günler bundan sonra başladı.
Bir gün bir arkadaşım aradı.
‘Salim, evi değiştirseniz iyi olur.’
‘Ya nereye gideriz.’
Çocukların okulu vs.
Eşimin ders verdiği bir ailenin boş bir evi vardı.
Oraya geçtik.
İyi ki söz dinlemişiz iki gün sonra polisler evimizi bastı.
Aynı arkadaş birkaç gün sonra yine aradı. ‘Bulunduğunuz ev de takipte haberiniz olsun.’
Oradan da apar topar çıktık. Çıktığımızın ertesi günü polisler orayı da bastı.
Polisler bir gölge gibi peşimizdeydi.
Böylece bir haftada üç ev değiştirmiş olduk.
Hayatımız alt üst oldu.
Eşime dedim, ‘Bu böyle olmayacak. Ben yurt dışına çıkıyorum.’
Son gece arkadaşlarla vedalaştım. Son görevimi de yaptım. Ulaştırılması gereken yardımları ulaştırdım.
J.L. Borges’in o sözü tam da bu süreci anlatıyordu sanki:
‘O kadar çok şey yitirdim ki şimdiye dek, saymakla bitmez. Ama bugün biliyorum, tek sahip olduğum şeyin bu yitirdiklerim olduğunu. Yitirilmiş cennetlerden başka cennet yoktur.’
Biz yitirilmiş cennetin çocuklarıydık. Bir gün yaşadıklarımızı özleyeceğimiz günlerin geleceğini biliyorduk. Onun için imtihan günlerini dolu dolu yaşamak istiyorduk.
Eşime ve çocuklarıma veda ederek bir yaz gecesi zorlu bir yolculuktan sonra Meriç’ten geçtim.
Orta Avrupa’nın bu sevimli ülkesine geldim.
Arkadan çocuklarım da geldi.
Bir yıl sonra eşim Meriç’ten geçti. Yunanistan’da tutuklandı. Bir ay kadar hapis yattı. Bizim için çok zor günlerdi.
Çocuklarım ‘Annem ne zaman gelecek?’ deyip duruyordu.
Dünya mülteciler gününde şehrin belediye başkanını ziyarete gittim.
Çocuklarımı da götürdüm.
Başkana yaşadıklarımızı anlattım.
Çok üzüldü.
Bir yıl sonra eşim geldi.
Bir gün belediyenin bir etkinliğinde kendini tanıtırken;
‘Adım Fatıma Türkan, Türkiye’den geldim.’ diyor.
Başkan, ‘Ben seni tanıyorum. Sen Yunanistan’dan geldin.’ diyor.
Başkan ziyaretimizi unutmamış.
Burada çok güzel dostlarımız oldu.
Kızım, İlsa adında emekli bir Katolik öğretmenden dil kursu alıyordu.
Kızım ona bazı kitaplar verdi.
Bir gün kızıma, ‘Rabia kitapları okudum. Sizin dininizle bizim dinimiz arasında pek bir fark yok.’ diyor.
Jon Pahl’ın kitabındaki Hocaefendi’nin resmini görünce ‘Hocaefendi neden çok hüzünlü?’ diyor.
Kızım Rabia, ‘Bu süreçte yaşananlar, hapishanelerde, Meriçlerde vefat edenler onu çok üzdü.’ diyor.
Duygulanıyor, gözleri doluyor.
‘Ben de dilimi geliştirmek istiyorum.’ dediğimde İlsa Hanım bana da Huber adında bir arkadaşını tavsiye etti.
O günlerde Huber’in kızı genç yaşata kanserden vefat etti. Cenazesine gittik. Kur’an okuduk. Bir bacımız kızının resmini kanaviçeye nakış nakış işledi.
Çok güzel oldu. Huber, göz nuru ile işlenmiş kızının resmini görünce çok duygulandı, gözleri doldu.
‘Siz nasıl insanlarsınız böyle!’ dedi.
‘Ömrünün baharında güzel dudaklarında donan kızımın hüzünlü gülümsemelerini bu tablodan seyredeceğim.’ dedi.
Kızının bilgisayarını kızım Rabia’ya hediye etti.
Buradaki insanlar bizi yürekten sahipleniyorlar.
Sahiplenme deyince Türkiye’deki sırlı bir olay aklıma geldi.
Bir gün arabanın harareti yükselmişti.
Fahri Usta’ya gittim.
Ustanın odasında çay içip muhabbet ederken bir ara oradaki bal kavanozlarına gözüm takıldı.
‘Hayırdır Fahri Usta, bal işine de mi girdiniz?’ dedim.
‘Yok hocam! Onlar bana ait değil. KHK’lı bir kardeşimiz memleketinden getirip satıyor.’’
‘Ben de bir kavanoz alayım.’ dedim.?
Yolda giderken oğlum Osman:
‘Baba ya, bir kavanoz bala 50 lira verilir mi? Sen onu marketten 10-15 liraya alırdın.’ dedi.?
‘Oğlum, biz bal almıyoruz. Bir kardeşimize yardımcı oluyoruz.’ dedim.
Aradan kaç gün geçti bilmiyorum. Bir akşam oğlumla bir yere gidiyorduk.
Bir ara elimi cebime attım, kabarık bir şey var. Zarfı açtım, baktım para.??
Oğlum, ‘Ver baba, ben sayayım.’ dedi.?
Saydı, on bin lira.
Sonra da: ‘Baba, biz verelim. Allah da bize verir demiştin, ya. Tam 20 katını verdi Allah.’ dedi.
O paranın sahibini çok aradım.
Lâkin kime sordumsa, ben koymadım, diyordu.
O günlerde ihtiyaç sahiplerini utandırmamak için böyle yapıyorlardı.
Ya arabanın torpido gözüne ya da fark ettirmeden ceketinizin, mantonuzun cebine bir şeyler sıkıştırıyorlardı.
Ben bu kubbenin altında çok hikâyeler dinledim.
Bu hayattan ne anladın denirse ben şunu derim.
Biz sahipsiz değiliz.”
Yandaş basın yazdı: 2 bin PKK'lı YPG saflarına katıldı
Trump’tan saldırı talimatı! Askeri seçenek masada
Tom Barrack: Suriye yönetimi ve Kürtlerle bir ortak nokta bulmaya çok yakınız
Özel’den Erdoğan’a ‘fetret devri’ cevabı: ”Hodri meydan, gelin İstanbul seçimlerini yenileyelim”
Tek Adam rejiminin hediyesi: Sosyal yardıma muhtaç hane sayısı 4,5 milyonu aştı
Maduro'nun yardım çığlığı: Rusya, Çin ve İran’dan askeri destek istedi