Saliha

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, yeni köşe yazısını okurları için 'Saliha' ismiyle kaleme aldı.

Saliha
Kuzey ülkelerinin birinde bir mülteci kampındayız.
Yeni gelen muhacirler arasında genç bir kız da var. 
Daha beni görür görmez, “Ben sizi tanıyorum,” diyor.
“Bizim ilçeye ablamın düğününe gelmiştiniz.”
Gurbet sürprizlerle doluydu.
Geçmişin o güzel günleri geliyor gözlerimin önüne.
Antalya'da öğretmenlik yaptığım yıllarda memleketim Uşak'a gitmek için Dinar-Çivril hattını kullanırdım. 
Göz alabildiğine uzayan Çivril Ovası'nın gökyüzüne bakan güzel gözü Işık Göl'den yazları geçtiğim için nilüfer mevsimi olurdu.
Kökleri çamurda olsa da, günlerce serin suların karanlığında kalsalar da, pırıl pırıl nilüferlerin nazlı nazlı salınışlarının seyri doyumsuz olurdu.
O yaz yolum yine Elif ve Hüseyin’in nikâh merasimi için büyülü göle düşmüştü.
Gölde yine nilüfer mevsimiydi.
Ömürlerinin baharında ideallerinin ufkuna koşan çiftlerin nikâh merasimi H. Ahmet Özel Öğrenci Yurdu’nun mütevazı salonunda yapılmıştı.
Merasim bitmişti.
Ak alnı, ak duvağı ile beyaz bir nilüfer çiçeği gibi etrafına mutluluk saçan güzel muhacir gelin gidiyordu. Gidiyordu ama geride gözü yaşlı anne babasını bırakarak gidiyordu.
Genç çifti uğurladıktan sonra bahçedeki kamelyanın altına oturduk.
"Burada, açılmak üzere olan bir öğrenci yurdunun anahtarı elinde kalan bir Hacı Ahmet vardı, yaşıyor mu?" dedim.
Birisi, "İşte, Hacı Ahmet gidiyor," dedi. Başında örme fesi olan yaşlı bir adam eski bir bisiklete binmiş, sarı bir sıcağın altında gidiyordu.
Seslendiler.
Geldi.
"Hacı Ahmet Ağabey, şu anahtar hikâyesini bir de senden dinleyelim," dedim.
Başladı anlatmaya:
"1980'li yıllarda köylerden, kasabalardan gelen öğrenciler barınmak için bir sıcak yuva bulamazlardı. Burada yurt ve okul hizmetlerini aynı adı taşımakla gurur duyduğum merhum Hacı Ahmet Özel başlattı.
Hacı Ahmet Özel, Turgutlu eşrafından Mustafa Türk Bey'den Bornova'da bir ev satın alıyor.
Bir sohbet sırasında Hacı Ahmet Özel, ilçesine bir cami yaptıracağını söylüyor. Mustafa Türk, ona İzmir'deki öğrenci yurtlarını gezdiriyor.
"Caminin altını mutlaka öğrenci yurdu yap," diye de tavsiyede bulunuyor.
Bu güzel düşünce Hacı Ahmet Özel'in aklına yatıyor.
1980 kışıydı. 
Hacı Ahmet Özel'le evlerimiz yan yanaydı. Ara sıra beni de yurt ve cami inşaatına davet ederdi ama benim o zamanlar talebeyle, yurtla falan hiç ilgim yoktu.
Bir gün beni sokakta gördü.
"Balyoz lazım,” dedi.
"Bizde var," dedim. Verdim, götürdü.
Aradan birkaç gün geçmişti.
Soğuk bir mart günüydü. Poyraz, çelik gibi her bir şeyi kesiyordu.
İkindi namazından Merkez Camii'nden birlikte çıktık.
Ben, "Hacı Ağabey, balyozun işi bitti mi? Lazım oldu da," dedim. 
"Yurtta, gidip getireyim." dedi. Mütevazı bir insandı.
"Olmaz," dedim. 
"Bu soğukta seni oralara kadar göndermeye gönlüm razı olmaz."
"Al öyleyse şu anahtarı. Hem emanetini alırsın hem de muslukların birini azıcık açıver de sular donmasın," dedi.
Yurdun hemen her bir eşyası hazır hale gelmiş, şefkatli bir ana gibi evlatlarını bağrına basmaya hazırdı.
Sonraki gün, kuşluk güneşinin taze ışıkları ovayı, obayı ısıtmaya başlarken Hacı Ahmet Özel'in kapısını çaldım.
Kapıya Hacı Anne çıktı.
"Şu anahtarı Hacı Ağabey'e veriver," dedim.
Hacı Anne: "Gir içeri," dedi.
"Girmeyeceğim, çarşıya gidiyorum. İşim acele," dedim.
Hacı Anne, biraz da sert bir şekilde:
"Gel de kendin ver diyorum sana,” dedi.
Hacı Anne’nin bu tavrına hiçbir mana veremedim, şaşırmıştım. İçeri girdim. 
Bir de ne göreyim… Benim o nur yüzlü, hayırsever insan Hacı Ağabey’im Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, üzerine beyaz bir örtü örtmüşler, başında ağlayıp duruyorlar.
Aklım başımdan gitti.
Başına oturup ben de ağlamaya başladım. 
"Hacı Ağabey! Anahtarı getirdim," dedim. Ses vermedi.
Anahtar, bir kutsal emanet gibi bende kalmıştı.
Dedim: “Görev başa düştü Ahmet!” 
Kolları sıvadım.
Yarım kalan yurdu tamamladık. Sonra Allah lütfetti, 10’dan fazla öğrenci yurdu açtık.
Az önce nikâhları kıyılan Hüseyinler, Elifler bu yurtlarda yetişti.”
Hayalen gittiğim geçmişin o ihtişamlı günlerinden geri döndüğümde Saliha elindeki telefondan bir fotoğraf gösteriyor bana. 
Benimle çektirmiş olduğu bir fotoğraf.  
O zamanlar yedi sekiz yaşlarında sevimli, küçük bir kızmış.
“Ben o zaman sizi tanımıyordum. Baktım herkes fotoğraf çektiriyor, ben de çektirdim. Bir gün sizinle buralarda karşılayacağımı nereden bilebilirdim?”
“Sen niye geldin buralara tek başına?” diyorum.
“Herkesin bir hikâyesi var,” diyor.
“Türkiye’de olaylar başladığında ben daha on dört yaşındaydım.
Türkiye’de kalmak zor geldi bana. Psikolojim kaldırmadı.
Ailem üniversite okumam için Kırgızistan’a gönderdi.  Elif Ablam da oradaydı.
Hizmet’in  herkese kucak açmasını sevdim. Hiç kimsenin ne olduğuna bakmadan bir insanla ilgilenmek çok güzel bir duygu.
Benim kaldığım evde Kırgız ve Uygur öğrenciler vardı. Onlarla bir arada olmak çok güzeldi.
Hâlâ özlüyorum onları, beraber geçirdiğimiz zamanları.
Güzel şeyler kattık birbirimize.
Orhan İnandı Hoca kaçırıldıktan sonra pek çok insan Hizmet’i daha iyi anladı ve sarıldı. 
Üniversiteyi bitirince Türkiye’ye döndüm. Fakat Türkiye, beş yıl önce bıraktığımdan daha kötüydü.
Çıkmaya karar verdim.
Bu da kolay olmadı.
Çok şey duyuyorduk: deport edilenler, Meriç’te boğulanlar, başına bir sürü işler gelenler, mafyanın eline düşenler vs…  
Çok fazla ikilemde kaldık. 
İstihare namazları kıldım. 
“Allah’ım, beni doğru olana yönlendir,”  dedim.
Annem razı olmadı.
Fakat Kırgızistan’da çalıştığım için her an soruşturma açılabilirdi.  Zaten iş yok, güç yoktu.
Sonunda çarnaçar annem razı oldu.
Ama çok ağladı.
Gün geldi çattı. 
Bir sırt çantası ile çıktım yola.
Grup toplandı. Altı kişiydik, bir de çocuk.
Yıldızların bile utancından saklandığı bir haziran gecesiydi. Çıktık yola.
Zifiri karanlık… Işık açmak yasak, konuşmak yasak. 
Karanlıkta bir hayalet gibi duran ağaçlar bile düşman askeri gibi geliyor insana. 
O yolda en çok fark ettiğim şey teslimiyet oldu.
Teslim olduğunuzda işler o kadar kolaylaşıyor ki…
“Allah’ım! Beni bu yola çıkardıysan benim için hayırlı bir şey vardır.”
Yeri geldi gruptaki çocuğu biz kucağımıza aldık.  
Yeri geldi annenin çantasını taşıdık.  
Beş buçuk saat yürüdük. 
Sınıra kadar sırtımızda çantalarla çalılar, dikenler arasından yürüdük.
Kaç kere düştük. Hâlâ o yollardan kalma izler var bedenimde.
Zor bir yolculuktu.
Bazen yol çatallanıyordu. Tıpkı hayatımızın yolları gibi.
‘’Bismillah,’’ deyip yürüyorduk. 
İnternetin çekmediği yerlerde çok zorlandık. Kendimiz rotayı belirliyorduk.
Arabalar geçerken çalıların arasına saklanıyorduk. 
Tıpkı filmlerdeki gibi…
Sınırı kolay geçtik.
Artık yabancı topraklardaydık.
Bir köyden geçerken koca koca vahşi köpekler karşıladı bizi.
Sürü hâlinde saldırıyorlardı. Bir yere gelince topluca aniden duruyorlar ve geri dönüyorlardı. 
Bir engel vardı sanki; geçemiyorlardı.   
Yol ve sıcaklık değildi benim dilimi kurutan… 
Dua okumaktan dilim damağım kurudu. 
O günden sonra köpek korkum bitti.
Bir otobüsle kasabaya, oradan da Atina’ya geçtik.
Sonra da kuzeyin bu soğuk ülkesine…
Burada kampta Ukraynalılar var.
“Türkiye çok güzel. Niye geldiniz? Güneş var, deniz var,” diyorlar.
Onlara diyorum:
“Türkiye’de bizim gibi insanları hapse koyuyorlar. Kadın demeden, bebek demeden hapse atıyorlar.” 
“Türkiye çok güzel bir yer. Biz bunların olacağına inanamıyoruz,” diyorlar. 
Onlara diyorum:
“Biz de inanmıyorduk ama yaşayınca inandık.”
Yollarda ve buralarda çok acıklı hikâyeler dinledim.
Onları dinledikçe benim yaşadıklarım çok hafif geldi bana.
Atina’da aynı evde kaldığım bir ablanın eşi müebbetmiş. 
Müebbet çok ağır bir durum. 
Çıkmaz sokak gibi bir şey.
Herkes gün sayıyormuş ama onlar gün saymıyormuş.
Ama ne hikmetse koğuşun geri kalanlarına onlar ümit veriyor, moral oluyormuş.
‘’Allah dağına göre kar verir.’’ sözü böyle bir şey olsa gerek. 
Abla kendisinin de alınacağını öğrenince çıkmak zorunda kalmış.
Müebbetlik eşine “Ben gidiyorum,” bile diyememiş.
Çok etkilemişti beni.
Bunun gibi nice hikâyeler biriktirdim.
Hayatın hikâyelerden ibaret olduğunu anladım ben.
En güzel hikâyelerin en güzel çağlarda yazıldığını öğrendim.
En güzel çağlar da gençlik çağlarıdır.
Ben ve benim gibiler yarım kalan hikâyelerimizi tamamlamak için buradayız.”
Ömrünün baharındaki Saliha’ya hayran oldum.
“Ya Rabbi!” “Bir insanın içine dava düşüncesi girince ne kadar da güzelleşiyor. Sanki içinden her dem güneşler doğuyor. Gözleri aydınlık pınarlar gibi ışıl ışıl.”
Kuzey ülkelerindeki o mülteci kampında ideallerinin peşinde koşan Saliha’yı görünce kendi kendime dedim:
Hacı Ahmetler, Hacı Mustafalar, Hacı Kemaller oldukça; Salihler ve Salihalar hep olacak.













 


 
16 Kasım 2025 11:55
DİĞER HABERLER