Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Karar gazetesindeki son yazısında, “Hukuka dönelim yargılama erkine ve ‘suçsuzluk karinesi’ne saygılı olalım” çağrısında bulundu
Hukukun konusunun ‘suç’ fiili olduğunu anlatan ve hükümlerin somut, elle tutulur delillere dayanması gerektiğini üzerine basa basa tekrarlayan Sami Selçuk, “Suç (ceza) hukukunda suçun çekirdek kavramı ‘davranış’tır (hareket); suç ve suç yargılama hukukları, insanın iç ve düşünce dünyasıyla, ‘cogito alanı’yla asla ilgilenmez, ilgilenemez. Hiç kimse düşüncelerinden dolayı yargılanamaz. Yargıç, falcılığa özenemez. (…) Bu nedenlerle ülkemin en kıdemli hukukçularından biri olarak hiçbir ayrım yapmadan herkesi, özellikle de bütün meslektaşlarımı, hukuka dönmeye, susmaya ve yargılama erkine saygılı olmaya çağırıyorum. Hem ilk, hem de son sözlerim bunlardır.” ifadelerini kullandı.
Masumiyet karinesinin önemine dikkat çeken Sami Selçuk’un yazısından bazı bölümler şöyle:
Yazının başında hemen belirtelim ve hiç mi hiç unutmayalım ki, adalet tarihi, insanlığın ortak kaygılarının tarihidir. Bu bilince erişmek için ille de, Dreyfus, Rosenbergler gibi davaların gerilimlerini yaşamaya gerek yoktur. Çünkü bu örnekleri bilmek yeterlidir, bilinçli her insan, özellikle de her hukukçu için.
Nitekim adli yanılgıları önlemek için çağdaş hukuk, vazgeçilemez ilkeler yaratmıştır. Bunların başında hiç kuşkusuz “suçluluğu kesinleşinceye değin herkes suçsuzdur” küresel ilkesi gelir. İki bin yıllık geçmişi olan bu ilke, çağımızda artık anayasal boyuta ulaşmıştır: “Suçluluğu (mahkemece) hükmen belirleninceye değin kimse suçlu sayılmaz.” (Anayasa, m. 38).
Dünyanın her ülkesinde bilinen bu küresel ve anayasal ilkenin adı “SUÇSUZLUK (MASUMLUK) KARİNESİDİR.”
Ancak bununla da yetinmiyor hukuk.
HİÇ BİR MAKAM YARGIYA EMİR VEREMEZ,TELKİNDE BULUNAMAZ
Bu ilkeyi güçlendirmek, özümsemek içselleştirmek için toplumun her kesiminde yer alan insanlara diyor k: “Yargıçlar, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdanî kanılarına göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci ya da kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara buyruk ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde (aşılama) bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz ya da herhangi bir demeçte bulunulamaz” (Anayasa, m. 138).
SİYASİLERE SESLENDİ: YARGIDAKİ DAVALARLA İLGİLİ GÖRÜŞ AÇIKLAMAYIN
Tam bu noktada herkese, özellikle de Anayasaya uyacakları konusunda özsaygıları (şeref) üzerine Türk ulusu önünde yüksek sesle ant içtikleri halde parti grupları toplantılarında ve milyonların önünde bağıra çağıra konuşanlara şunları söylemek istiyorum:
Gerçekten Türkiye’yi içtenlikle seviyor, dünya ülkeleri arasında Türk insanını, ulusunu saygın bir yere taşımak ve adaletin gerçekleşmesini istiyorsanız, lütfen yargılama erkinin, yani Yargıtay, Danıştay, ilk mahkemeler ve Anayasa Mahkemesinin önüne gelen davalarda görüş bildirmekten özenle kaçının.
Onları yazılı ve görsel basında yersiz ve hastalıklı tartışmalarla kuşatmaya kalkışmayın. Hatta siz siz olun, yargılama erkine güveni sarsanları, bu erki işlevsizleştirenleri, silikleştirenleri eleştirmekle kalmayın, daha da ileri gidin, onları açıkça kınayın.
Ancak böylelikle örnek olur, “yargılama erkinin bağımsızlığı ilkesi bilinci”ni insanlarımıza kazandırabilirsiniz.
Şimdi bana soracaksınız, “Bu bilinç hangi siyasetçilerde var?” diye.
Yaşayanlar konusunda bir şey söyleyemem. Ancak merhum siyasetçilerden, Demirel, Ecevit ve Mesut Yılmaz’da bu bilinç vardı.
…
KAHRAMAN HUKUKÇULAR ARAMAYA BAŞLAMIŞSAK…
“Hukuk da, devlet de insan içindir” der, Digesta. Hak arama özgürlüğünün yalnızca kapandığı değil, tartışıldığı toplumlarda bile insanlar, ilkin umutsuzluğa düşer, sonra kahraman hukukçular, savcılar ve yargıçlar aramaya başlarlar. Bu noktaya sürüklenmiş bir toplumda, artık ne hukuk vardır ne de adalet. Orada kırılganlıklar, umutsuzluklar çoktan yaşanmaya başlanmıştır bile.
Bu yüzden hukukçular, özellikle de yargıçlar ve savcılar, aşağıda değinilen iki bilinci ve bilgileri içselleştirerek geleceğe yürümek zorundadırlar.
Birincisi, “mesleksel özgörev (misyon) bilinci”dir. Bir toplumda yasaları yasama erki yapar ve yazıya döker. Hukuku ise, bağımsız yargılama erki içindeki savcılar, özellikle de yargıçlar, yazılı soyut düzgülerini uygulama tezgâhında dokuyarak, ete kemiğe büründürüp uygular; böylelikle hukuku dayanan adaleti kotarırlar. Özellikle yargıçlar, bu özgörevin omuzlarına yüklediği ağır sorumluluk bilinciyle dıştan gelen hiçbir güçten etkilenmeksizin davranmak ve kararlar vermek zorundadırlar.
İkincisi, “bilimsel ve ilkesel yaklaşım bilinci”dir. Yargıçlar ve savcılar, bilimsellik ve küresellik boyutlarına ulaşan yargıçlık ve savcılıkla ilgili ilkelere uyma konusunda özenli, titiz ve duyarlı olmak zorundadırlar. Çünkü üstlendikleri, sıradan bir özgörev değildir. Onlar, bu bilinçleri özümseyerek uygulama yaparlarsa toplum, kahraman yargıçlara ya da savcılara gerek duymaz, yarınına güvenle bakar, dinginliğe erişir.
(…)
HİÇ KİMSE DÜŞÜNCESİNDEN DOLAYI CEZALANDIRILAMAZ
Suç (ceza) hukukunda suçun çekirdek kavramı “davranış”tır (hareket); suç ve suç yargılama hukukları, insanın iç ve düşünce dünyasıyla, “cogito alanı”yla asla ilgilenmez, ilgilenemez. Dış dünyaya yansımış, çıplak görülebilir (visible) olaylarla, davranışlarla (actus reus), kökleşik deyişle “suçun cismi / maddesi / gövdesi”yle (corpus delicti) ilgilenir. O kadar.
Suç hukukunda insanların “iç dünyasıyla ilgilenmeme”, “maddilik” (principio di materialità) ya da “davranışsız suç olmaz” (nullum crimen sine actione) ilkeleri iki bin yıl önce Domitianus Ulpianus tarafından “hiç kimse düşüncesinden dolayı cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur) denilerek vurgulanmış; suçun failini öne çıkaran olgucu (pozitivist) okulun en büyük temsilcisi Ferri de bu görüşü desteklemiş; Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İCY’nin 1887 Zanardelli Raporu’nda suç hukukunun insanların iç dünyalarıyla uğraşmadığı belirtilmiştir.
Kısaca, hiç kimse ve hiçbir güç, bu arada hukuk da, insan beyninin ve yüreğinin içine, Âşık Veysel’in özdeyişiyle “küçük dünya”sına giremez.
Kısaca suç hukuku, kral olarak amaç, erek, dürtülerle ilgilenemez.
YARGIÇLAR, FALCILIĞA ÖZENEMEZ; KANITLAR SOMUT OLMALI
Yargılamada gözetilebilecek kanıtlar ise, iç dünyayla değil, elle tutulabilen somut dünyayla ilgilidir. Dolayısıyla kanıt, ilkin söz, belge ya da parmak izi, kan gibi beş duyuyla algılananabilmelidir. İkincisi de kanıt, mantık kurallarına ve bilime uygun, akılcı olmalıdır. Yargıç, falcılığa özenemez, ilkel çağların inançlara dayalı su, kızgın demir denemeleriyle tanrısal sınavlara (ordalie) başvuramaz, sanıklara ant içiremez. Üçüncü olarak da kanıt, olayın en azından bir parçasını temsil etmelidir.
Özetle suç ve yargılama hukukunda insanın iç dünyasına yönelik “ima” (sezdirme, anıştırma) vb. bir yorum ve kanıt yoktur. Olamaz da.
Bu nedenlerle ülkemin en kıdemli hukukçularından biri olarak hiçbir ayrım yapmadan herkesi, özellikle de bütün meslektaşlarımı, hukuka dönmeye, susmaya ve yargılama erkine saygılı olmaya çağırıyorum. Hem ilk, hem de son sözlerim bunlardır.