''Gözümü dakikalardır üzerinden alamadığım kare, şu an Türkiye’de yaşanmakta olan binlerce, on binlerce dramdan sadece bir tanesinin fotoğrafı. ''
Bülent Keneş / TR724
SAMİMİYETLE DÜŞÜNELİM: YAPABİLECEKLERİMİZ, YAPTIKLARIMIZ KADAR MI?
Ne kadarını biliyoruz? Ne kadarını işitiyoruz? Ne kadarını görüyoruz? Yaşanan zulümler, acılar, çileler, işkenceler, yokluklar ve dramlar bildiklerimizden, işittiklerimizden, gördüklerimizden mi ibaret? İşitmediğimiz, görmediğimiz, bilmediğimiz neler var acaba? Peki bildiklerimize, işittiklerimize ve gördüklerimize karşı ne kadar duyarlıyız? Yaşananların cirmi karşısında yapabileceklerimizin hepsi acaba kırık dökük yapabildiklerimiz kadar mı?
Suudi Arabistan’da tüm dünyanın heyecanla takip ettiği bir saray darbesi, bir hanedan kavgası yaşanıyormuş… Bana ne… Paradise Papers’ta başkalarının yanı sıra harami Binali’nin “yerli ve milli” tosuncuklarının da on milyonlarca dolarlık haram paralarını yurtdışında tuttuklarına dair belgeler varmış… Bana ne… Ben dakikalardır bir resme bakıyorum… Günün hangi saatinde ilk gördüğümü hatırlamadığım bir resme. Marmaris’te muhtemelen bir sağlık kuruluşunun önünde çekilmiş… Haberi de var… Zulümlerden gına gelmiş 9 kişi tekne ile terk-i diyar etmeye hazırlanırken yakalanmış. Aralarında doktor, öğretmen, müftü ve ev hanımları varmış….
Baktığım fotoğrafı ajanslar geçmiş. İki kadın ve cinsiyetini bilemediğim bir bebeğin fotoğrafı. Kadınlardan birinin yüzü tıpkı sımsıkı sarılarak kucağında taşıdığı minicik bebeğininki gibi gözükmüyor. Renkli/desenli baş örtüsü ise, tutuş şeklinden en fazla birkaç günlük ya da bir-iki haftalık olduğu anlaşılan bebeğinin üzerinden azıcık görülüyor. Son dönemde keyfi şekilde gözaltına alınan, tutuklanan, hapse atılan on binlerce kadının çoğunda görmeye alışık olduğumuz tarzda uzunca bir pardösü giyinmiş. Kahverengi… Bilinmeze yolculuğunda azıcık rahat edebilmek için olsa gerek, pardösüsünün bittiği yerden başlayarak paçalarından ancak iki karışı gözüken, lacivert bir pantolon giymiş. Ayaklarına ise eskimiş beyaz bir çift spor ayakkabısı geçirmiş…
SADECE BU KARE BİLE 80 MİLYONA UTANÇ OLARAK YETER
Kollarıyla sarmaladığı, beş parmağını yayıp her birini birer kudretli aslan pençesi gibi açtığı elleriyle sımsıkı kavrayarak bağrına bastığı bebeğine dair görebildiklerimiz ise, sarıldığı dantelalı pembe bir battaniyecikten ibaret sadece.
Fotoğrafta, yüzünü göremediğimiz bebeğin kim olduğunu bilemediğimiz annesinin koluna ve bedenine sıkı sıkı yapışmış polis kıyafetli bir başka kadın da görülüyor. Kadın polisin yüzündeki ifade çok tuhaf. Belki de severek, isteyerek girdiği polislik mesleğinden artık nefret eder, iğrenir gibi bir hali var sanki. Alet olduğu işten, düşürüldüğü utanç verici durumdan pek hoşlanmadığı aşikâr… Zulüm düzeni böyledir işte… Bir mazlumu, yeni doğmuş bir masumu ava dönüştürürken bir başkasını ahlaksız, onursuz zulmün bir maşası haline getirip, şahsiyetini paçavraya çevirebiliyor. Zalime maşalığın mazlum olmaktan çok daha beter bir his olduğu ise aşikâr.
Gözümü dakikalardır üzerinden alamadığım kare, şu an Türkiye’de yaşanmakta olan binlerce, on binlerce dramdan sadece bir tanesinin fotoğrafı. Yaşanan zulümlerden en ağırı, en sarsıcısı olmadığını da söyleyebiliriz. Ama, fazla bir özelliği olmayan bu sade fotoğraf bile, yeni doğum yapmış bir anneyi, birkaç günlük bebeğiyle birlikte bir bilinmezliğe doğru kaçmak zorunda bırakan ülkenin düştüğü sefil ve rezil durumu fazlasıyla anlatmaya yetiyor. Sadece bu sade fotoğrafın anlattıkları, en az yarısı Erdoğan’ın kuyruğuna takılmış 80 milyona utanç olarak yeter de artar bile…
Öğretmen mi, doktor mu, mühendis mi, hemşire mi yoksa ev hanımı mı olduğunu bilemediğimiz kadın için, belki bir adım sonrası zindana yolu düşecek olmasına rağmen yine de şanslı bir anneymiş diyebiliriz. Neticede bebeğini sağ salim dünyaya getirebilmiş. 20 bin masum kadın gibi kapatılacağı hapishanede, bebeğini belki berbat şartlarda büyütmek zorunda kalacak olsa da, en azından onu bağrına basabilecek. Neticede, Allah uzun ömürler versin, zulüm düzenine rağmen bahtlarını açık etsin, her ikisi de hayatta.
HANİ ŞU, HAPİSTE KARNINDA BEBEĞİYLE ÖLEN GENÇ KADIN VAR YA!
Evet zulüm altındalar. Evet, en zor dönemlerinde doğdukları, doydukları ülkelerini yasadışı yollardan terk etmeyi göze alacak kadar ürkütülmüş durumdalar. Ama en azından yaşıyorlar. Sosyal medyada paylaşılan Ereğli’deki o genç kadın kadar bahtsız değiller en azından. Hani şu, hamileyken tüm ulusal ve uluslararası hukuku ayaklar altına alarak hapsedilen kadın. Hani şu, karnında taşıdığı bebeğini hissetmediğini söylediği halde hapishane idarecileri tarafından bir türlü doktora götürülmeyen kadın. Hani şu, karnında ölen bebeğinin zehirlemesi sonucu durumu ağırlaşan kadın… Hani şu, nihayet önce Ereğli Devlet Hastanesi’ne götürülüyormuş gibi yapılıp oradan da Konya’ya nakledilirken yolda hayatını kaybeden kadın… Hani şu, ilk kez mi anne olacaktı, yoksa başka çocukları da var mıydı, onu bile bilmediğimiz kadın. Hani şu, ancak iş işten geçtikten sonra duyduğumuz, bildiğimiz ve kahrolmaktan başka bir şey yapamadığımız kadın…
Neler yaşanıyor neler açık bir zulümhaneye dönen ülkede… Gözü dönmüş aşağılık zalimlerin kasıp kavurduğu ülkede kimlerin ne zulümler yaşadığını ne kadar biliyoruz ki? Ne kadarını işitiyoruz? Ne kadarını görüyoruz? Sırf haramilikte suçüstü yakalandığı için taş taş üstünde bırakmayıp İslamofaşist bir rejim kuran, çevresine topladığı ya da kirli yakasını kaptırdığı kirli adamlarla on binlerce masum insana yapmadığı zulmü bırakmayan Erdoğan diktasının kime neler çektirdiğinden ne kadar haberimiz var?
Ülkede, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bazı istisnalar dışında, zalime karşı mazlumdan yana olabilen ne onurlu adam kaldı, ne de yaşananları yazabilecek haysiyetli bir medya. Görüp de, ah vah ile kahrettiklerimiz yaşanan trajedilerin acaba kaçta kaçına tekabül eder? Gariban ve mazlum insanlar neler yaşıyor neler? Ülkeden kaçarken çocuklarını azgın sulara kaptıran mı dersiniz, ağır işkenceler ve insanlık dışı muameleler gördüğü gözaltından çıkar çıkmaz ülkeyi terk etmeye çalışırken yeniden yakalanıp aynı eziyetleri yaşamaktansa kendisini ölüme terk edenler mi dersiniz, çürümüş cesedi aylar sonra çalılıklara takılmış halde bulunanlar mı dersiniz, gözaltında kaybedilip bedeni aylar sonra Karadeniz sahillerine vuran mı dersiniz? Hangisini sayalım…
Yakalanma riskini göze almak şöyle dursun insanların bebekleriyle, çocuklarıyla ölümü göze alacak kadar kendilerini çaresiz hissedip ülkeden kaçmayı denemeleri Erdoğan rejiminin ne tür bir zulüm düzeni olduğuna dair başka bir söze hacet bırakmıyor.
ÖLÜMÜ GÖZE ALIP BİR BİLİNMEZE DOĞRU YOLA ÇIKMAK!
Olmadık suç isnatlarına, iftiralara, linçlere hedef olan on binlerce insan ya işsiz güçsüz, çaresiz, umutsuz geçirdikleri günlerin bir gece yarısında kapılarını çalıp kendilerini alıp zindanlara atacak polisleri bekliyor ya da ölümü göze alıp bir bilinmeze doğru yola çıkıyorlar. Bazıları bunu 10’lu yaşlarındaki çocuklarını valiz içerisinde taşıyarak, bazıları arabalarının koltuklarının altına gizlenerek yapmaya çalışıyor. Yakalanınca da kokuşmuş Erdoğan rejiminin şeref yoksunu foseptik medyasının ahlaksız linçine uğruyorlar. Çaresizlikten ülkeyi terk etmeye çalışan bu mazlum insanlara vahşi sırtlanlar, dişine kan değmiş aç kurtlar gibi saldırıyorlar.
Bilmiyorlar ki, 14 yaşındaki bir çocuğu valize, 40’lı yaşlarındaki bir kadını arabanın döşeme altına saklanarak ülkeden kaçmaya mecbur etmek alınlarında yüzlerce yıl çıkmayacak kapkara bir leke olacak? Bilmiyorlar ki, kucağında birkaç günlük bebeğiyle bilinmeze yelken açan o çaresiz annenin hazin durumu, bu zulme ortak olanların çocuklarının, torunlarının kendilerinden utanç duymalarına yol açacak? Bilmiyorlar ki karnında bebeğiyle birlikte zulümhanelerde can veren gencecik kadınların ahı bir lanet olup peşlerini bırakmayacak. O lanet ki sadece dünyalarını karartan kâbusları olmakla kalmayacak, öteki dünyalarını da her dirhemini, her yalımını hak ettikleri alev alev bir Cehennem’e çevirecek.
Hakikaten de bilmiyorlar mı? “Bilmiyorlar” dememiz elbette ki lafın gelişi. Bilmez olurlar mı hiç? Biliyorlar bilmesine ama ne bu ahlaksız zulüm düzenine ses edecek kadar şahsiyetleri, ne de o zulümlere ortaklıktan elde edecekleri menfaatleri ellerinin tersiyle itecek bir onurları, izzetleri var. İçerisine gönüllü düştükleri foseptik çukurunda debelendikçe debeleniyor, parçası haline geldikleri o foseptikten zıkkımlandıklarını şimdilik kar sayıp nimet biliyorlar.
PEKİ BİZ NE YAPIYORUZ? YAPABİLECEKLERİMİZ YAPTIKLARIMIZ KADAR MI?
Peki biz ne yapıyoruz? Üzerimize düşenleri hakkıyla yerine getirebiliyor muyuz? Sözüm ister zaten önceden yurtdışında olanlara, isterse bir şekilde bir yolunu bulup dinbaz haramilerin insanlık dışı zulmünden kaçmayı başarabilenlere… Gözaltılardan tutuklamalara, nezarethanelerden hapishanelere, işinden aşından edilmişlerden türlü işkenceler altında bulunanlara varıncaya kadar Türkiye’de zulüm altında inleyen on binlerce, yüzbinlerce insana ne kadar ses, ne kadar nefes, ne kadar umut olabiliyoruz? Küresel bir hareket olan Hizmet Hareketi’nin çokça iftihar ettiği yetişmiş insanlarının yapabilecekleri sahiden şu ana kadar yapabildikleri kadar mıdır? Bu mudur yani?
Sivil toplumda örgütlerinde, üniversitelerde, devlet kurumlarında, eğitim kurumlarında, medyada, hukuk/yargı alanında ve burada tek tek saymamıza gerek olmayan türlü branşlarda binlerce uzmanlaşmış ismi olan bir hareketin ülkedeki tüm mazlumlar için dünyayı ayağa kaldırma konusunda yapabilecekleri hakikaten bu kadar mıdır? Hamiyetperverliği ve seferber olabilme kabiliyeti ile bilinen bir sivil hareketin insani hassasiyetlerine ve kabiliyetlerine en fazla ihtiyaç duyulan bir dönemde sergilediği ataletin bir izahı var mıdır? Evet, doğru… Yurtdışında olanlar ya da sonradan çıkabilenler de ciddi birer travmatik süreçten geçti ve hala da geçiyor… Ama “en azından özgürüz” deyip özgürlüğümüzün özgür olmayan masum insanlar için üzerimize yüklediği sorumlulukları canımızı dişimize takarak bi’hakkın yerine getirmenin zamanı hala gelmedi mi?
Bu serzenişlerim boşuna değil. Bir şekilde bir araya gelip el yordamıyla da olsa bir şeyler yapmaya çalışanların amaçladıkları işleri yapabilmeleri için ihtiyaç duydukları gerek kalifiye insanları gerekse lojistik araçları tedarikte karşılaştıkları güçlükleri bilen, yaşayan bir insan olarak söylüyorum. Zinhar yapılması elzem olan hayati işler sırf bu atalet yüzünden, yaşanan koordinasyon eksikliklerinden aylarca gecikiyorsa bunun vebali hepimize…
Bakıp bakıp durduğum şu fotoğraf karesindeki kadın ve bebeği sadece o kadın ve o bebek olarak görürsek büyük hata ederiz. Hasbelkader, belki o kareye fiilen ve fiziken giren onlar ama aslında o sensin, benim, senin çocuğun, benim bebeğim, senin bacın, benim kızım, hepimizin insanlığı…
Şu fotoğrafa uzun uzadıya dikkatle bakıp ne yapmamız gerekiyorsa elimizden geldiğince samimiyetle yapalım artık. İsteyen su-i zan da diyebilir ama ne himmetimizin, ne de hamiyetimizin bugüne kadar yapabildiklerimizden ibaret olduğu kanaatinde değilim. Silkinip kendimize gelmemiz için daha kaç zaman geçecek? O geçen sürede daha kaç mazlum, masum, sabi Erdoğan’ın ahlaksız zulüm çarkları arasında ezilecek… Bir düşünün…