Erdoğan rejiminin inkar ettiği işkencelerin biri daha kayıt altına alındı. 15 Temmuz sonrası Ankara Emniyeti Spor Salonu'nda işkence gören KHK’lı akademisyen ve hukukçu Muhammed Savaş Bayındır, yaşadığı ve tanık olduğu işkenceleri Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sunulmak üzere kaleme aldı.
Hukukçu Muhammed Savaş Bayındır, KHK ile Gazi Üniversitesi’nden ihraç edildi. 30 gün Ankara Emniyet Müdürlüğü Spor Salonu’nda turuncu atlet giydirilerek işkence gördü. Islatılarak copla dövüldü. Ağır hakaret ve küfürlere maruz kaldı. Ailesiyle tehdit edildi.
Bold'un özel haberine göre 19 ay Sincan Cezaevinde hapis yatan Bayındır’ın 15 ay sonra gelen iddianamesinde hakkındaki suçlamalar, İngilizceyi unutmasın diye kızını kapatılan Samanyolu Koleji’ne 1 yıl göndermesi, Digitürk üyeliğini iptal ettirmesi, eşinin Bank Asya’da hesabının olması ve tanık ifadeleriydi.
Mahkemeye gelen tanıklar, Bayındır’ı tanımadıklarını, polis zoruyla ifade verdiklerini söyledi. Savcı bile sonunda beraatini istedi. Ankara 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Bayındır ilk duruşmada tahliye edildi.
“DUVARLARDA KAN LEKELERİ VARDI”
Karar durulmasında beraat eden Bayındır, Sözcü gazetesinin yaptığı yalan haberle başlayan 30 gün Ankara Emniyet Müdürlüğü Spor Salonu’nda yaşadığı işkenceleri şöyle anlattı:
“Hakaret ve aşağılamalara maruz kaldık. Bize zorla turuncu bir atlet ve siyah bir pantolon giydirdiler. Dizlerimiz üstünde saatlerce bekletildik. Hakaret ve tehditler hiç eksik olmuyordu. Salon, pencereler açık olmasına rağmen kan ve ter kokuyordu. Yerler değil ama duvarlarda kan lekeleri vardı. Rütbeli askerlerin durumu en ağır ve en kötüydü. Sürekli şiddet, dayak, aşağılama, küfre maruz kalıyorlardı. Kiminin çenesi, kiminin kafası kiminin kolu kırılmıştı. Polisler, rütbeli askerlerin yanına gelip içlerinden birini veya birkaçını seçiyor ve ayağa kaldırıp; anamı, avradımı, kızlarımı bütün emniyet keyfince s… diye defalarca söyletiyorlardı.
“BENİ ISLATARAK DÖVDÜLER”
Ardından, ben o… çocuğuyum, ben Yahudi çocuğuyum diye bağırtıyorlardı. Bazen ellerindeki siyah sopalarla yorulana kadar askerleri darp ediyorlardı. Polis Akademisi’nden emekli bir akademisyen vardı. Ona da çok işkence ettiler. Kendi öğrencisi polisler ona tokat attılar. Spor salonunun ışıkları sürekli açıktı ve bazen aniden gelip bağırarak herkesin ayağa kalkmasını istiyorlardı. Bu durum sık sık gerçekleşiyordu. Sabah saatleri yaklaştıkça hava çok soğuduğundan tir tir titriyorduk.
İki tutuklu erin yardımıyla beni ıslatarak dövdüler. Nadiren uykuya daldığımız oluyordu. Uyuyabildiğimiz zamanlarda bir polis gelip tekme ile uyandırıyor ve “kalkın ulan vatan hainleri, spor yapacağız” diyerek kaldırıyordu. Uzun süre çıplak ayakla ördek yürüyüşü yapmaktan dolayı bazı arkadaşlarımın ayaklarının altı soyulmaya ve kanamaya başlamıştı. Bir keresinde hareketleri yapmakta zorlanan bir askere o kadar tekme vurdular ki asker altını ıslatmıştı. Sürekli olarak aç tutuluyorduk. Neredeyse herkes ishal oldu. Dayak yiyenlerin acı çığlık ve feryatları ürküntü vericiydi. Bazı askerlerden sadece kısık bir inilti duyuluyordu.”
SAVCI: BUNLAR İŞKENCEDEN SAYILMAZ
Bir kamu hukukçusu olarak meslektaşlarının yapılan işkenceleri onaylamasını, hatta bir savcının “Bununla yeterince ilgilenmemişsiniz’ diye dalga geçmesini kaldıramadığını ifade eden Muhammed Savaş Bayındır, “Bu kadarı olmaz dediğimiz şeyler oldu. Polisten beklersin, her zaman hukuk dışına çıkar, kolluk gücü kullanıyor. Aynısını savcıdan, hakimden, heyetlerden görünce hayal etmediğimiz şeyleri yaşadık. Tutukluları cezaevine dağıtan tevzi savcısı, üniversitenin rektörüne ‘Size elektrik verdiler mi?’ diye soruyor. Yok deyince, ‘Bunlar işkenceden sayılmaz gidebilirsiniz’ demişti. Rektör aylarca cezaevinde kendine gelemedi. 10 saat süren ifademe gelen avukat itirafçı olmamı istedi.”
SÖZCÜ GAZETESİ OLMAYAN OLAYIN HABERİNİ NASIL YAPTI?
Üniversitede görevi başındayken gözaltına alınan Bayındır, Sözcü gazetesinin olaylar daha olmadan kendilerinin haberini nasıl yaptığını,
“Biz Atatürk’ün mimarlarından olan Mimar Kemalettin’in yaptığı binada çalışıyorduk. 21 Temmuz 2016’da toplantıdan sonra güvenlik şefi yanıma geldi. Sözcü gazetesi internet sitesinde çıkan bir haberi gösterdi. Haberi okudum. Rektörlük binası önünde toplanan halkın rektörü linç ettiği ve polisin rektörü son anda kurtardığı yazıyordu. Bu sırada rektör odasındaydı ve personel ile vedalaşıyordu. Henüz ortada böyle bir olay yoktu. Yapacakları şeyi önce Sözcü gazetesine haber yaptırmışlardı. Haberi 1 saat önce erken girmişlerdi. Rektörü beyin odasına gittim ve odasını terk etmesini söyledim. Onlar çıktıktan bir iki dakika sonra kalabalık rektör beyin odasını bastı. Rektörü bulamayınca daha da öfkelendiler ve daire başkanları ve diğer personele saldırıp hepsini darp etmeye başladılar. (Sivil polislerin eşliğinde) Yardımcımı da darp ettiler. Beni de darp etmeye kalkıştılar. Çok şükür! Polis zamanında yetişti. Bizi bir odaya kapattılar. Hem polis hem de bazı kişiler tarafından tehdit edildik. Polis telefonumuza el koydu ve uygunsuz bir şekilde üst araması yaptı. Her şey film gibiydi.” ifadeleriyle özetledi.
“UÇAK KALKTIĞINDA ÇOK MUTLU OLMUŞTUK”
2013 yılında doktora için Amerika’ya giden ve iki yıl burada kalan Bayındır, yaşadığı süreçten sonra kendisine ve ailesine yeni bir pasaport çıkartıp uçak biletlerini aldı. Tam bir yıl önce bugün, 1 Haziran 2021’de Türkiye’yi terk edip ABD’ye yerleşti.
Şu anda inşaatlarda çalışan ve “Uçak uçtuğunda çok mutlu olmuştuk” diyen Bayındır, AKP’nin toplama kampı olarak bilinen ve ağır işkencelerin yapıldığı Spor Salonu’nda tanık olduğu ve yaşadığı işkenceleri Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sunulmak üzere 15 Mart 2022’de kaleme aldı. Bold Medya’nın ulaştığı o mektubu yayınlıyoruz.
REKTÖR İLE BİRLİKTE GÖZALTINA ALINDIK
“Gazi Üniversitesinde hukuk alanında öğretim üyesi ve aynı zamanda Genel Sekreter olarak görev yapmaktaydım. 15 Temmuz 2016 tarihinden 5 gün sonra 20 Temmuz 2016 tarihinde 6 kişi polis tarafından gözaltına alındık.
Gözaltı işleminden sonra, bir gün üniversitede bekletildikten sonra 21 Temmuz 2016 tarihinde yanımdaki 6 meslektaşımla birlikte Ankara Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü Spor Salonu’nun önüne getirildim.
SABAHA ULAŞTIĞIMIZDA AYAKTA DURAMAYACAK HALDEYDİK
Ankara Emniyet Müdürlüğü Spor Salonu önünde, ellerimiz arkadan bağlanmış ve yüzümüz duvara dönük şekilde ayakta bekletildik. Bu bekleme süresi boyunca orada görevli polislerin hakaret ve aşağılamalarına maruz kaldık. Akşam saat 23.00’dan ertesi sabah 22 Temmuz 2016 tarihi saat 10.00’a kadar ellerimiz arkadan bağlı, yüzümüz duvara dönük şekilde kıpırdamaksızın ayakta bekletilerek gözaltı işlemimiz devam etti.
Sabaha ulaştığımızda ayakta duramayacak ve yere yığılacak durumdaydık. Sabaha kadar, yaklaşık dokuz saat hiç kıpırdamadan ayakta ve burun ucu duvara değecek şekilde hakaret ve aşağılamalar işite işite bekletildik, su bile verilmedi. Sabah olunca Terörle Şube Müdürlüğü’nde bir yere götürüldük ve üzerimdeki cüzdan ve paralar tutanakla alındı.
İLK ANDA HEPSİNİN ÖLÜ OLDUĞUNU ZANNETTİM
22 Temmuz 2016 tarihinde spor salonuna alınırken sağlık muayenesi için doktor odasına götürüldük. (Muayene odası yaptıkları bölüme büyük spor salonu içinden açılan bir kapıdan giriliyordu ve burası gym odasıydı. Spor gereçleri kenara konulmuş ve yerine birkaç masa yerleştirilmişti. Oraya her girdiğimizde üç beş polis ve bir o kadar sağlık görevlisi görüyordum. Spor salonuna ilk girdiğim an hayatımda en çok korkup ve üzüldüğüm anlardan biriydi. Yerde cansız balıklar gibi istif edilmiş yüzlerce insan vardı. Yer görünmüyordu. Tamamı turuncu atlet ve siyah pantolonluydu. İlk anda hepsinin ölü olduğunu zannettim. Üst üste atılmış gibiydiler.)
Yanımızda polisler bulunduğu halde, doktorla hiçbir şekilde yalnız konuşma imkanı olmaksızın ve muayene edilmeksizin sadece polislerin yanında tarafımıza bir şikayetimiz olup olmadığı sorularak göstermelik bir muayene işleminden geçirildik. Bu işlemler yapılırken başımızı kaldırıp etrafa bakmamıza izin verilmiyor aksine polisler tarafından sürekli olarak başımız öne bastırılıyordu.
SOYUNMAMIZI İSTEDİLER, ZORLA TURUNCU BİR ATLET GİYDİRDİLER
Sözde doktor kontrolünden sonra soyunmamızı istediler. Gözlüğümü bile aldılar. Bize zorla turuncu bir atlet ve siyah bir pantolon giydirdiler. Tıpkı salondaki 600 yüz kişi gibi. Polis memuru Mehmet Sağlam, bizi tehdit ederek, Rektör hakkında bildiklerinizi anlatacaksınız diyerek hakaret ve küfürler savurarak bizlere bağırıp gitti.
Bu arada orada ismini öğrenebildiğim tek polis memuru Mehmet Sağlam’dı. Tesadüfen öğrendik. Bir başka polis bir kez ağzından kaçırdı. İsmini öğrendiğimizi öğrendiğinde rahatsız olmuştu. Diğer polislerin gerçek isimlerini öğrenemedik. Ancak çoğunlukla sakallı ve maskeli olmalarına rağmen simalarını hatırlarım diye düşünüyorum.
Sonra bize diz çöktürdüler ve ellerimizi arkadan kelepçelediler. Dizlerimiz üstünde saatlerce bekletildik. Hakaret ve tehditler hiç eksik olmuyordu. Ben Hüseyin’in arkasındaydım ve bir süre sonra onun kollarının morardığını gördüm. Elleri mosmordu. Polislere seslendim. Bunun üzerine söylenerek gelip kelepçeleri çıkardılar ve önden kelepçe taktılar.
SALON KAN VE TER KOKUYORDU, KİMİNİN ÇENESİ KİMİNİN KOLU KIRILMIŞTI
Salon, pencereler açık olmasına rağmen kan ve ter kokuyordu. Yerler değil ama duvarlarda kan lekeleri vardı. İçerde yaklaşık altı yüz kişi vardı. Üçlü gruba ayrılmıştı. Sonraki günlerde fark ettik solda erler, ortada astsubaylar, sağda ise rütbeli askerlermiş.
Rütbeli askerlerin durumu en ağır ve en kötüydü. Sürekli şiddet, dayak, aşağılama, küfre maruz kalıyorlardı. Kiminin çenesi, kiminin kafası kiminin kolu kırılmıştı. Her nöbet değişiminde yeni gelen polisler, rütbeli askerlere şiddet uyguluyorlardı. Polisler, rütbeli askerlerin yanına gelip içlerinden birini veya birkaçını seçiyor ve ayağa kaldırıp; anamı, avradımı, kızlarımı bütün emniyet keyfince … diye defalarca söyletiyorlardı.
Ardından, ben orospo çocuğuyum, ben Yahudi çocuğuyum diye bağırtıyorlardı. Bazen ellerindeki siyah sopalarla yorulana kadar askerleri darp ediyorlardı. Salondaki herkesin elleri plastik kelepçeliydi, benim de. On beş gün boyunca gece ve gündüz böyle sürdü.
EMEKLİ BİR AKADEMİSYENE ÇOK İŞKENCE ETTİLER
Spor salonunda galiba bizden (Gazi Üniversitesinden) hariç neredeyse tamamı askerdi. Başka kurumlardan birkaç kişi vardı. Örneğin Polis Akademisi’nden emekli bir akademisyen vardı. Ona da çok işkence ettiler. Kendi öğrencisi polisler ona tokat attılar. Bizim yanımıza gelen polisler sürekli olarak ayağa kaldırıp, ismimizi ve çalıştığımız kurumları soruyor, sövüp, tehdit edip aşağılıyorlardı. Askerlerin yanından gelirken ve bizim yanımızdan geçerken sürekli bizleri tekmeliyorlardı.
Salonda bazı askerlere özel (!) muamele yapılıyordu. Bunlardan biri tankçı bir subaydı. Her gün uzun uzun dayak atıyorlardı. Her seferinde dayak ayakta başlıyor ve asker yere yığılınca sona eriyordu. Bu askerin başı ve kolu da sargılıydı. Onca şiddete rağmen yere düşmesi çok zaman alıyordu. Bu direnç polisleri öfkelendiriyordu.
İlk günlerden biriydi. Mehmet Sağlam, Rektör Süleyman Büyükberber hakkında bildiklerinizi anlatacaksınız yoksa kötü sizin için kötü olur diye tehdit etti. Geceleri sert zeminde ve örtüsüz uyuyorduk. Uyumak denirse. Spor salonunun ışıkları sürekli açıktı ve bazen aniden gelip bağırarak herkesin ayağa kalkmasını istiyorlardı. Bu durum sık sık gerçekleşiyordu. Sabah saatleri yaklaştıkça hava çok soğuduğundan tir tir titriyorduk.
İŞKENCE ETMEK İSTEDİKLERİNİ GİYİNME ODALARINA GÖTÜRÜYORLARDI
Salon içindeki polisler sürekli olarak orospu çocukları, a… k… şerefsizleri, vatan hainleri, şerefsizler gibi küfür ve aşağılamaları eksik etmiyorlardı. Spor salonundaki 18 gün gözaltı süresi boyunca her gün polislerin bu hakaret ve küfürleri devam etti. Aynı salonda bulunan askeri personeli sürekli olarak bir yerlere götürüp getiriyorlardı. Gelişlerinde dayak, şiddet, işkence görmüş vaziyette geri getiriyorlardı, sürekli olarak askeri personele işkence yapılıyordu.
BENİ ISLATARAK COPLA DÖVDÜLER
Spor salonuna yakın giyinme odaları ve duşakabinler vardı. O giyinme odalarından birini kendilerince revir yapmışlardı. Orada birkaç sağlık görevlisi bulunuyordu. Özel konuşturmak veya işkence etmek istediklerini bu bölümlere götürüyorlardı. Her taraf kan ve pislik içindeydi. Ağır bir koku vardı. Bir gün beni de oraya götürdüler. Bir polis memuru orada cop ile bana vurmaya başladı.
Tepki vermemi ve konuşmamı istiyordu. Konuşmak istiyordum ancak aşırı gerginlikten vücudum kasılıyor ve kımıldayamıyordum. İki tutuklu erin yardımıyla beni ıslatarak dövmeye devam etti. Sonra ıslak kıyafetlerimi yırtarak çıkardı ve beni salona geri getirdiler. Utanç vericiydi.
Dayak yemek acı vermiyordu. Bir insanın bir insana işkence etmesi başlı başına utanç veriyordu zaten. Bir gün sonra o polis memuru yanıma geldi. Oturdu. Dün yaşadıklarını hatırlıyor musun diye sordu. Dün ne yaşandı dedim. Ayrılıp gitti.
Ellerimiz 24 saat kelepçeli şekilde yüksek ışıkta, sert parke üzerinde yastık ve örtü olmadan yatıyorduk. Nadiren uykuya daldığımız oluyordu. Uyuyabildiğimiz zamanlarda bir polis gelip tekme ile uyandırıyor ve kalkın ulan vatan hainleri spor yapacağız diyerek kaldırıyordu.
BAZILARININ AYAKLARININ ALTI SOYULMAYA VE KANAMAYA BAŞLAMIŞTI
Polisler gece gündüz, sabah akşam fark etmeksizin, gelip bizlere ağır spor hareketleri yaptırıyorlardı. Şınav, otur kalk, ördek yürüyüşü, komando yürüyüşü, ağır ve yorucuydu. Yapmayanlara şiddet uyguluyorlardı. Uzun süre çıplak ayakla ördek yürüyüşü yapmaktan dolayı bazı arkadaşlarımın ayaklarının altı soyulmaya ve kanamaya başlamıştı. Bir keresinde hareketleri yapmakta zorlanan bir askere o kadar tekme vurdular ki asker altını ıslatmıştı.
Gözaltının ilk 18 günü boyunca 24 saat boyunca ellerimiz kelepçeli bekletildik. Tuvalete gideceğimiz zaman kelepçeler açılıyordu, tuvalet girişlerinde 2 asker oturtmuşlardı, tuvalete girerken kelepçeleri onlar açıp tekrar kilitliyordu. İlk günler büyük tuvaletimizi yapabiliyorduk ancak yetersiz beslenme sonucu zaten sonraki günler büyük abdestimizi de yapamaz hale geldik.
Gözaltı süresi boyunca sadece 50 gramlık ekmek ve 20 gramlık süzme peynirle beslendik. Günde 2 veya 3 öğün bunu veriyorlardı. Sürekli olarak aç tutuluyorduk. Tuvaletlere beşerli gruplar halinde gidilebiliyordu. Salonda plastik seyyar tuvaletler konulmuştu. Otuz saniyeniz var diye her defasında uyarıyorlardı.
AYAĞA KALKAMAYINCA DOKTORA GÖTÜRDÜLER
Yaklaşık on beş gün boyunca hiçbir şey yiyemedim. Midem bulanıyordu. İçinde bulunduğumuz koşullar zaten pek iştah açıcı değildi. Sadece su içebiliyordum. Bir süre sonra başım dönmeye başladı. Bu on beş gün sonrasında ayağa kalkamayınca beni doktora götürdüler. Yan odaya. Orada doktor tansiyonumu kontrol etti ve polise dönerek ‘Bir şeyler yemesi gerekir’ dedi. Tansiyon sonucunu kağıda not aldı. Sonra bir polis bana ve emniyetten gelen emekli akademisyene içinde yarım domates ve bir dilim peynir olan ekmek verdiler.
Zamanla yeni gözaltına alınanları da spor salonuna getirmeye başladılar. Yeni gelenleri bir yere diziyorlar, ardından bize ters yöne dönüp başımızı önümüze eğmemizi ve onlara bakmamamızı emrediyorlardı, ardından yeni gelenlere işkence ediyorlardı. Dayak yiyenlerin acı çığlık ve feryatları ürküntü vericiydi. Bazı askerlerden sadece kısık bir inilti duyuluyordu.
SAVCI: BUNUNLA YETERİNCE İLGİLENMEMİŞSİNİZ
Gözaltından savcılığa ifade vermeye giden kişilere, savcı huzurunda ne şekilde ifade vereceklerini polisler dikte ettiriyordu. Eğer savcılıkta, polislerin söyledikleri dışında ifade verilirse bu kişiler tekrar spor salonuna geri getiriliyordu ve tekrar polis şiddetine maruz kalıyorlardı. Polisler, ‘Ben sana böyle mi ifade vereceksin dedim, şerefsiz’ deyip dayak atıyorlar, daha sonra da ‘Şimdi savcılığa gidip benim söylediğim gibi ifade vereceksin’ diye tehdit edilip tekrar Ankara Adliyesi’nde savcılığa götürülüyorlardı.
Genç birine epey şiddet uyguladılar. Polis memuru, herkesin duyacağı şekilde ‘Bu genç memur Yargıtay’ın imamıdır ve tüm Yargıtay üyelerinin başıdır” diyordu. Örgütün geldiği boyutu kendince çözmüştü. Bu genç bir ara ortalıkta gözükmedi ve bir süre sonra tekrar getirdiler ve durumunu anlattı.
Tembihlenen ifadeyi vermek üzere savcılığa götürmüşler. Savcıyla yalnız kalınca ‘Polisler bana işkence etti ve beni itirafa zorladılar’ demiş. Savcı polisleri içeri çağırıp ‘Bununla yeterince ilgilenememişsiniz geri götürün’ demiş. Salona geri getirdiklerinde bundan dolayı epey darp ettiler.
Sağlık raporlarımız polis gözetiminde, doktorlarla hiç yalnız kalmaksızın ve muayene edilmeksizin veriliyordu. Doktorların yanına beşerli onarlı gruplar halinde giriyorduk. Doktorlar sadece kimlik tespiti yapıp, bizim yüzümüze bile bakmadan rapor veriyorlardı.
BAŞÖRTÜLÜ BİR DOKTOR
Bir defasında başörtülü bir kadın doktor, polislere muayene sırasında dışarı çıkmalarını söyledi, onlar da doktora bağırmaya başladılar ve çıkmayacaklarını söylediler. Bir polis, doktora sert bir şekilde ‘Sen devletten mi yoksa teröristlerden mi yanasın’ dedi. ‘Ben doktorum görevimi yapıyorum.’ diye cevap verdi. O anda doktora zarar vereceklerini düşündüm ve doktora hitaben ‘Biz iyiyiz siz rapor yazın gidelim’ dedim. Sadece o doktor o gün, herhalde tutukluluğumuzun 23. günüydü, sırtımızı açıp kendisine göstermemizi istedi. Oradan ayrıldıktan sonra o doktorun akıbeti hakkında uzun süre endişe duydum.
Gözaltı süresinde temizlik yapamadığımızdan dolayı vücudumuz ve spor salonu berbat kokuyordu. Bu kötü durum bir süre sonra polislere de katlanılmaz olunca hatırladığım kadarıyla on altıncı gündü. Bize duşakabinlerde duş aldırttılar. Neredeyse herkes ishal olduğundan bu duş çok iyi gelmişti. Gerçi bu duştan önce anladığım kadarıyla ishali önlemek için bir gün kazanda kaynatılmış patates getirdiler. Sonrasında bir kez de iç çamaşırımızı değiştirmemize izin verdiler.
On beş gün sonrasında salon yavaş yavaş boşalmaya başladı. Bir ikisi dışında hiç asker kalmamıştı ve onsekizinci gün bizi de spor salonundan çıkarılıp Ankara emniyetindeki gasp-cinayet bürodaki ikişer kişilik penceresiz, havasız nezarethaneye götürüldük ve sonraki gözaltı günlerimiz burada geçti. Burada on kişi civarındaydık. Kameralar vardı. Artık nispeten rahatlamıştık. Kelepçeler çıkarıldı. Burada şiddet uygulanmadı. Ancak koşuları hala çok zordu.
DAHA ÖNCE HİÇBİR ŞEY BANA BU KADAR AĞIR VE AŞAĞILAYICI GELMEMİŞTİ
Kaçıncı gündü bilmiyorum. Ancak bir hafta geçmişti. Bizi (Gazi Üniversitesi’nden gelenleri) yan binada bir yere götürdüler. Her zamanki gibi ellerimiz kelepçeli ve turuncu kıyafeti ve terlik ile yere baktırılarak tek sıra halinde götürüldüğümüzde çevredeki insanlar bize bakıyordu. Utanç vericiydi. Çok sıkılmıştım.
Çalıştığım üniversite binası çok yakındı. Acaba öğrencilerimden, mesai arkadaşlarımdan beni tanıyanlar var mıdır? Bu insanlar bizim hakkımızda kim bilir ne düşünüyordur diye dertlenmiştim. Bu duyguyu daha sonra adliyede, duruşma günü de yaşatmışlardı.
Fotoğraf çekilecek binaya girdiğimizde orada bir kuyruk daha vardı. Ancak Türklere benzemiyorlardı. Afgan ya da Suriye göçmenleri olabilirdi. Bir polis memuru bağırarak ‘Fotoğraf çekilecek iki ayrı kuyruk var önce hangisinden başlayalım’ diye amirine sordu. Amiri bizi işaret ederek ‘Bunlar vatan haini şerefsizler, bunların kuyruğu vatandaşlıktan çıkarılacaklar kuyruğu, diğerleri ise vatandaşlığa alınacaklar, sen önce vatandaşlığa alınacaklardan başla’ dedi. Daha önce hiçbir şey bana bu kadar ağır ve aşağılayıcı gelmemişti.
Salon seyrekleşince bizi mesafeli oturuyor ve konuşmamıza izin vermiyorlardı. Salonda otururken ne zaman bir polisin yaklaştığını görsek korkuyorduk. Bu korku bugüne kadar azalsa da hiç yok olmadı. Bende izi kalan travmalardan biridir. Çünkü polisler sürekli olarak askerlerin olduğu bölüme gidip onları dövüyorlardı, oraya giderken veya oradan dönerken bizlere de tekme savurduklarından bizde de sürekli bir işkenceye uğrama korkusu oluşmuştu.
Bir gece yarısı polis Mehmet yanında 3-5 polis daha yanımıza geldi. ‘Bu işin sonunda müebbet hapis var, vatandaşlıktan çıkarılma var, sürgün var, TC kimlik numarasının silinmesi var, konuşun her şeyi anlatın. Rektörü bize verin’ dediler. Sürekli tehdit ve hakaret ettiler, açıkça rektör aleyhine tanıklık yapmamız isteniyordu.
SPOR SALONUNDA ERDOĞAN’IN KONUŞMALARI VE AKP MARŞLARI DİNLETİLİYORDU
Her nöbet değişiminde, o gün ki polisin psikolojik durumuna göre sorguya çekiliyor, tehdit ve aşağılamalara maruz kalıyorduk. Spor salonunda iken bize sürekli Erdoğan’ın fanatik konuşmaları ve AKP marşlarını dinletiyorlardı. Polisler bize, ‘Halk emniyetin kapısına dayandı, sizi istiyorlar, onları bize verin linç edeceğiz diyorlar, konuşun yoksa linç edileceksiniz’ diye tehdit ediyorlardı.
Yan nezarethaneye polisle silahlı çatışmaya giren iki adi suçlu genç getirdiler. Polisler, kendilerine ateş eden bu adi suçlu iki gence dışardan yemek söylemişlerdi. Biz de istedik, ‘Siz vatan hainisiniz şerefsizler, size yok’ dediler. Trajikomikti. Polisle konuşan bu genç ‘Abi biz polise sıktık ama vatan haini değiliz’ diyordu.
Tuvalet ihtiyacını çok zor şartlarda giderebiliyorduk. Uzun süre tuvaletlerimiz tutmamız gerekiyordu, polislerin ne zaman keyfi gelirse o zaman gidebiliyorduk.
28 günlük gözaltında yaklaşık 15 kg zayıflamıştım. Daha sonra eşim bana seni 28 gün sonra adliyede gördüğümde ‘Seni hayatta görünce mutluluktan ama o halini görünce üzüntüden ağladım’ demişti.
Son gün hariç hakkımızda hiçbir yasal işlem yapılmadı. Yakınlarımızı aradık yazısı imzalatıldı ama aratmadılar. Avukatımla görüşemedim. Ailemiz hayatta ve nerede olduğumuzu bilmiyordu. Eşim, ‘Bir ay boyunca seni sormadığım yer kalmadı. Bir gün emniyette, bir gün adliyede, bir gün hastanede arayıp durdum. Hayatta olduğunu on dört gün sonra öğrendim’ demişti.
BODRUM KATINDA BİR ODAYA GÖTÜRDÜLER
Aç, susuz ve bitkin bir halde 28. gün ifadeye alındık. Bodrum katında bir odaya götürdüler. Orada kapıyı arkamdan kilitlediler. Mehmet Sağlam, ‘Şu anda kimse seni duyamaz, ona göre bize her şeyi anlat’ dedi. Yanında iki üç polis daha vardı. Kafamı yerden kaldırmamı istediler. Çünkü oraya girene kadar bizimle her görüştüklerinde kafanı yer eğ, yüzüme bakma diyorlardı.
Daha sonra odaya bir bayan girdi ve bu kişinin avukat olduğunu söylediler. Sonra yaklaşık on saat süren bir ifade süreci başladı. Baskı ve korku altında ifade verdik. ’28 gün boyunca yapılanları buraya yazmanızı istiyorum’ dedim. Güldüler.
Birkaç soru sonrasında her soruya olumsuz cevap verince avukat bana olumlu cevap vermem yönünde yani itiraf etmemi tavsiye edecek biçimde bana telkinde bulundu. Beni savunduğunu veya benim tarafımda olduğunu hiç hissetmedim. Hatta avukat olduğundan bile şüphe ediyordum.
İfademiz alındıktan sonra bizi adliyeye savcılığa götürdüler. Yola çıkmadan önce turuncu tutukluluk kıyafetini çıkarıp bana bir tişört ve bir terlik verdiler. Perişan ve bitkin bir haldeydik.
HAKİM: SANA GEREKÇE SÖYLEMEK ZORUNDA DEĞİLİM, TUTUKLUSUN
Savcıyla ikişer gruplar halinde görüştürüldük. Bu sırada koridorda onlarca polis etrafımızı sarmıştı. Bize gerçekten silahlı bir azılı suçlu gibi davranıyor ve seyredenlere öyle bir imaj veriyorlardı. Tanımayan biri hukukçu, bir akademisyen olduğuma asla inanmaz, beni silahlı bir katil gibi görürdü. Zaten polislerin böyle bir görüntü verme gayreti vardı.
Savcıyla baş başa kaldığımızda ifademize ekleyeceğimiz bir şey olup olmadığını sordu. Bir sorum var dedim. ‘Bir yanlışlık olmalı, biz niye buradayız, biz öğretim üyesiyiz, suçlu değil’ dedim. Bana cevaben ‘Siz özel eğitimlisiniz, siz İKK eğitimi almışsınız, sizinle tartışacak bilgiye sahip değilim’, polislere hitaben ‘Götürün bunları’ dedi. Şaşakaldım. (İKK eğitimi nedir hiç duymamıştım. Ne olduğunu cezaevinde koğuştaki bir emniyetçiye sorup öğrenmiştim. İstihbarata Karşı Koyma demekmiş. Öğrenince gülmüştüm.)
Adliye binasında farklı bir koridorda sulh hakimliği önüne getirildik. Burada yüzlerce insan vardı. Gruplar halinde hakimin önüne çıkarılıp sonra götürülüyorlardı. O gece ikiye kadar bekledik. Sonra sıra bize geldi. Üç kişi hakimin önüne çıkarıldık. Burada duruşmanın uzun sürmeyeceğini ve tutuklama kararı çıkacağını anladım. Hemen hakime bir sorum var dedim. Sor dedi. Beni tutuklayacağınızı biliyorum sadece gerekçesini öğrenmek istiyorum dedim. Öfkelendi, ‘Sana gerekçe söylemek zorunda değilim tutuklusun’ dedi. Ağustos ayının 17. günüydü.
SAVCI: HUKUKÇUYMUŞSUNUZ, SANA İŞKENCE ETTİLER Mİ?
Bizi adliye binasında hızlıca bir başka bölüme götürdüler. Kapıda “Tevzi” yazıyordu. Birkaç dakika bekletildikten sonra yanımda polis Mehmet Sağlam ve bir diğer polisle birlikte odaya girdik. Masada savcının adı ve unvanı yazıyordu. Dosyada adı var ancak şimdi hatırlamıyorum. O zaman 45-50 yaşlarındaydı.
Önce gözleriyle beni süzdü. Alaycı ve küçümseyici bir bakışı vardı. Polisler yanımdayken bana hitaben ve gülerek ‘Hukukçuymuşsun, sana işkence ettiler mi?’ diye sordu. Yanımda polisler varken ve halim ortadayken, bir hukukçuya, bir hukukçunun bu şekilde bir soru sorması tek kelimeyle iğrençti. Bir ay boyunca yaşadıklarımızı gölgede bırakacak bir an yaşamıştım. ‘Şu anda bu sorunuza yanıt veremem’ dedim. Yine gülerek ‘Anlaşılan işkence yapmışlar’ dedi ve bunu derken benim değil polisin yüzüne bakıyordu. Karşılıklı hafif gülüştüler. Sonra bir evrağa imza attı ve oradan ayrıldık.
Sincan Cezaevine götürüldük. Benimle birlikte yaklaşık 70 kişi adliyenin arkasında otobüs durağında bekletildik, yanımızda beş-on polis vardı. Hepimiz için tutukluluk kararı verilmişti. Belediyeden otobüs bekleniyordu. Gece saat 2-3 sularıydı. Polisler cep telefonuyla birilerini arıyordu otobüs için.
BİR BELEDİYE OTOBÜSÜ, BİR POLİS VE 70 TERÖRİST!
Sonra körüklü büyük bir belediye otobüsü geldi. Bu kadar “silahlı terörist!” az sayıda polis memuru ile belediye otobüsüne bindirildik. Polislerin çoğu arabasına binip gittiler. Bir veya iki polis bizimle otobüse bindiler. Böylece gecenin yarısında bir şoför, bir belediye otobüsü, bir polis ve 70 silahlı terörist! 40 kilometre ötedeki cezaevine doğru yola çıktık.
Yolun bir kısmında belediye otobüsü durdu ve o iki polisten biri arkadaşıyla vedalaşıp inip gitti. Cezaevine kampüsüne gittiğimizde polis elindeki listeye göre sesleniyordu. ‘Albay ve üstü subaylar burada insin, sonra şu şu burada insin diye. Otobüs L2 adlı cezaevine geldiğinde bizim ismimizi okudu biz de orada inip cezaevinin içine doğru yürüdük.
8 kişilik koğuşlarda 40-45 kişi kalıyorduk. 12 metrekareli odada bazen 6 veya 7 kişi kaldık. 4 yataklı 2 ranza vardı. 3 yatak yerde serili idi. Odalarda adım atılacak yer yoktu ve yaşanmaz haldeydi. Kendimi kafesli araçta nakledilen tavuklar gibi hissediyordum.
45 kişiye, 2 tuvalet, 2 banyo, 3 lavabo vardı. Gecenin üçünde bile tuvalet sırası vardı. 1 hafta boyunca sadece 10 dakika sıcak su imkanı vardı. Sürekli gürültü oluyordu ve uyumak, dinlenmek, nefes almak mümkün olmuyordu.
ÖNCE HER ŞEYİ YAZDIM, SONRA UNUTMAK İSTEDİM, YIRTIP ATTIM
Cezaevinde, önce her şeyi yazıp not almayı düşündüm. Bir süre yazdım da. Sonra, hatırlamanın bu işkenceleri yeniden yaşıyor gibi aynı acıyı verdiğini fark ettim. Kurumuş yarayı yeniden kanatmak gibi. Yazdıklarımı attım ve tam aksine her şeyi unutmaya çalıştım. Sonrasında unutarak mutlu olmayı denedim. Çok şeyi unuttum. Ancak unutamadıklarım hâlâ çok acı veriyor. Yaşadıklarımı başkaları yaşamasın ve belki alınacak önlemlere bir faydası olur da ülkemiz benzer duruma bir daha düşürülmez diye bunları anlatıyorum.
Gözaltı süresince maruz kaldığım uygulamalar kamu görevlileri tarafından kamu gücü kullanılarak bilerek ve isteyerek kasten sistematik bir biçimde işlendi. Bu davranışlar sonucunda aşağılandım, korktum, ruhsal ve bedenen acı çektim, algılama ve irade yeteneğim azaldı. Dayak, hakaret ve küfürlere maruz kaldım. En önemlisi hafıza kaybı yaşadım ve halen bu kayıp tam olarak geçmiş değil. Örneğin sorguda polis, eniştelerimin adını sordu yani kız kardeşlerimin eşlerinin adını bile hatırlayamadım. Polis benimle dalga geçme demişti.”