Çomü Eski Rektörü ve Terör Uzmanı Sedat Laçiner, gözaltı süresince yaşadıklarını Haberdar.com'daki köşesinde kaleme aldı.
İşte Sedat Laçiner'in o yazısı:
26 Aralık Cumartesi sabahı evin kapısı sert bir şekilde çaldı. Çocuklar uyanıktı. Üzerimde yatak kıyafetleri, çalışma masamda birkaç saattir Lawrance Freedman’ın ‘Strategy’ adlı kitabını okuyordum. Ben doktora yaparken Freedman, King’s College’da (Londra Üniversitesi) ‘Savaş Çalışmaları Bölümü’nün başkanıydı. Parlak bir akademisyendi, odasının önünden geçerken hayranlık hissiyle dolardım.
İşte kitabı okurken biraz da doktora yıllarıma, o yılların Londrasına döndüm. Kapı açıldığında ise gerçek dünyaya.
Kapıda 4 polis, biri bayan, bir de yanlarında sivil bir kadın. Polisler sakallı, sert bakışlı, uzun boylu… Üzerlerinde reklam tabelası gibi kocaman harflerle ‘POLİS’ yazıyor. Yani evin basıldığını görmeyen kalmamış olmalı.
Evde ise çocuklar şaşkın, eşim uyku sersemi, hepimiz ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Evimizi arama kararı varmış. “Suçumuz ne” diye sordum, devleti yıkmaya çalışmaktan, hükümete darbeye kadar 20’den fazla suç saydılar…
Şaka gibi. Ömrü terörle mücadeleyi anlatmakla geçmiş, bütün bir hayatı şiddete karşı çıkmakla geçmiş birine karşı yöneltilen suçlamalara bakar mısınız!...
Sabahın 07:00’si ve çocuklarımın, eşimin önünde 4 polis evi didik didik arıyorlar. Suçlamaların açıklaması yok. Sadece kanun maddelerini yazmışlar, geçmişler. Birinin şüphesi gelmiş, özel ekip evimi basmış...
Evde ne bulacaklar? Ne bir silahım oldu, ne de bir bombam… Evde sadece benim kitaplarım ve çocukların oyuncakları var...
Özel mektuplarımıza kadar baktılar. Yok işte, yok, yok. Değil terörü andıracak, şiddeti andırabilecek en ufak bir çakı bile bulamadılar…
Sonrasında bir polis arabasına tıkıldım, iki polisin arasında sıkışmış vaziyette Emniyet’e götürüldüm. Arama esnasında, yolda ve Emniyet’te polislere suçumu sordum, genelde başları öne eğikti.
“Bu kente, bu Üniversiteye, bu ülkeye sadece hizmet ettim. Özel hayatımı ve hatta sağlığı bu uğurda feda ettim. Şimdi bu şekilde mi teşekküre geldiniz” dedim. Bir şey diyemediler. Suçluluk duygusu benim gözlerimde değil, beni zorla götürenlerin gözlerindeydi.
Gözaltında olduğum söylendi. Benim gibi birçok kişi de gözaltındaymış. Ben, ifademi alacaklar diye düşünürken, neredeyse hiçbir işlem yapmadan Terörle Mücadele şubesinde bir nezarete attılar.
Parmaklıklarla kaplı 6-7 metrekarelik bir hücre…
Hücrede tek başımayım. Yanıma kimse gelemezmiş. İçeri hiçbir şey alamazmışım. Yüzük bile yasakmış. Resmen tecrit…
En kötüsü kitap almama bile izin vermiyorlar. Hücrede tek başınıza oturmanızı istiyorlar.
“Bu iş ne kadar sürecek” dedim, cevap veren yok…
Savcılığın 4 gün içeride tutma hakkı varmış.
“Sebep nedir” dedim, şüpheliymişim. Yani birinin şüphesi gelmiş, ülkenin bir profesörünü canı istediği gibi demir parmaklıkların arkasına atıvermiş.
Ne ala memleket. Şüphem geldi, hoop 20 kişi içeri. Yine şüphem geldi, hoop, bu kez 10 kişi içeri.
En kötüsü kitapsızlık. Hücrede 4 gün geçti ve ben ömrümde ilk kez bu kadar uzun süre kitaplardan ayrı kaldım. Çok zormuş.
Hücre soğuk. Bazı geceler paltomun üzerine battaniye de çektim, yine de üşüdüm.
Cumartesi, pazar böyle geçti… Avukatım geldi, ancak onunla da hücrenin önünde görüşebildik. Ayrı bir müdafi odası yok. Konuşmamız etraftan duyuluyor, süreler kısıtlanıyor. Açıkça kanunla muhalif bir tablo. Ama kızmaya hakkınız yok. Şikâyete hakkınız yok. Hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü siz bu ülkenin vatandaşısınız, yani kölesi. Özgürlüğünüz de kısıtlanır, savunma hakkınız da.
Pazar gecesi saat 02’de uyandırdılar. İfadem alınacakmış. “Polise ifade vermeyeceğim” dedim, “ben savcıda ifademi vereceğim.” Buna rağmen KOM Şube’ye inip imza atmam gerekiyormuş. İmza atmak için indim, tam 2,5 saat anlamsız yere bekledim. Orada ifade vermeyeceğimi bildikleri halde 2,5 saat tuttular. Bir de KOM’daki bir amir bana operasyonun haklılığını anlatmaya kalktı. Cevabını aldıkça bozardı, kızardı. Kendisine çok taraflı ve önyargılı olduğunu söyledim. “Polis ve savcı taraf olamaz. Doğruyu ararlar. Sen ise kafanda beni bitirmişsin arkadaş” dedim. Sözlerim ağır gelmiş olmalı ki gitti.
Hücreme döndüğümde saat 05:00’e geliyordu. Yatağa girmek üzereyken bana nezaret eden polis memuru “uyumasanız iyi olacak, çünkü 06:00’da Adliye’ye gideceğiz” dedi.
“Sabahın köründe Adliye’de uyanık kimse var mı ki?” diye düşünürken uykuya dalmışım. Bir saat geçmeden demir parmaklıkların önünde biri belirdi. Telaşlıydı, “hadi gidiyoruz” dedi. Saat 06:00 bile olmadan yollara revan olduk.
Ben Adliye’ye gideceğimizi sanırken araba Emniyet Müdürlüğü’ne ait spor salonunun önünde durdu. Gözaltına alınanların bir kısmının bu spor salonunda ifade verdiğini söylüyorlardı, ancak içeri girdiğimde hayal dahi edemeyeceğim bir manzara ile karşılaştım. Spor salonunun yarısına polisler kafeslerle bölmeler yapmıştı ve birçok insan bu kafeslerin arasında, spor minderlerinin üzerinde yatıyordu. Üzerlerinde bir battaniye ya vardı ya yoktu. Salonun içi ise birkaç derece sıcaklıkta ya vardı ya yoktu.
Kocaman bir spor salonu, yerlerde yatan bir çok insan ve kemikleri donduran bir soğuk. Beni tribünlere aldılar. Oradan tüm manzarayı izledim. 2,5 saat o tribünlerde oturdum. Donmamak için sıraların arasında yürüdüm, kendimi ısıtmaya çalıştım. Yerlerde yatanlar ise hafif hafif uyanıyorlardı. O zaman halime şükrettim. “İyi ki hücreye koymuşlar” dedim. Çünkü bu spor salonunda iki gece geçirseydim, şu anda şehir mezarlığında olabilirdim. Bronşit ve zatürre geçmişim göz önünde tutulduğunda o salondan sağlam çıkmam zordu.
Yerde yatanlara dikkatlice bakınca onların da sağlık durumlarının hiç de iyi olmadıklarını anladım. Kimi 70 yaşındaydı, kimi 80. İçlerinde kalp hastası da vardı, kanser hastası da… Birer birer kalktılar ve berbat diyebileceğim tuvaletlerde abdestlerini alıp, buz gibi zeminde sabah namazına durdular. İçlerinden sadece bir kişiyi tanıyordum, o da üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştığı için.
BALYOZ’U GÖRDÜM
Manzara toplama kamplarını andırıyordu. Bir an için aklıma Balyoz ve kafes darbe planları geldi. Sanki Balyoz planı aynen bu spor salonunda uygulanıyordu. O zaman jeton da düştü. Bu operasyonların sadece Saray kaynaklı olmadığını daha iyi kavradım. İşin içinde Perinçek fikriyatı ve o akımın devlete sızmış uzantılarının etkisi olduğu çok açıktı.
Belli ki bir şeyler bir yerlerde pişirilmişti, illere USB ile ulaştırılan dosyalar belki de önce oralarda geliştirilmişti.
Yargı ise zaten çaresiz. Adaleti uygulasa kendisi yanacak, kanunları es geçse vicdanı kanayacak…
Spor salonunda yerde gecelemeye zorlananlardan biri de kadın. 1,5 yaşında bebeği olan bu hanımefendi gerçekten çok kötü görünüyordu. Bebeğini iki gündür emziremiyormuş. Oysa ki davet etseler, yarım saatte ifadesini alsalar ve gönderseler olacak. Ama hayır, günlerce eziyet ettirmek şart. Zaten maksat ifadesini almak değil ki!. Tam anlamıyla Balyoz planı havası.
Yine orada tanıştığım kişilerden birisi Hulusi Bey. Ona Hulusi Amca diyorlar. Çanakkale’de her camide emeği varmış. Onun hobisi cami yaptırmak. Varlıklı bir adam, yaşı 70’den fazla. Ve her türlü hastalık var adamda. En önemlisi kalp hastası. Yasalara göre bu tür şüphelilere farklı davranılması gerekiyor. Ama nerede? Onu da neredeyse sıfır derecede ve spor salonunun zemininde yatırmışlar. Evi basılmış, bir suçlu gibi buralara sürüklenmiş. Hulusi Bey’in avukatı ikinci gün devreye girmiş, onu da benim gibi nispeten daha sıcak bir hücreye alsınlar istemiş. Ama Hulusi Bey diretmiş, hastalıklarını, kalp pilini vd. saklamaya çalışmış, “beni arkadaşlarımdan ayırmayın” demiş.
Duyunca şaşırdım. Hem üzüldüm, hem de imrendim. Hücre şartları nedeniyle şikâyet ederken bu kadar zorlu şartlara dayanan bu yaşlı adamı takdir ettim.
Spor salonundan çıkarken her birimize ikişer polis ayarlamışlar. Üzerlerinde kocaman polis yazan bir sürü polis. Askeri düzende otobüslere yürütüldük. Uzaktan bakınca resmen toplama kampından çıkıyor gibiydik…