Samanyoluhaber yazarımız Prof. Dr. Osman Şahin'in 'Kin, nefret ve düşmanlık üzerinden tahrip' serisinin yedinci yazısı 'Şefkat ve merhametle yoğrulmuş karakter'
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN
KİN, NEFRET VE DÜŞMANLIK ÜZERİNDEN TAHRİP 7
Fethullah Gülen Hocaefendi
“Muhammedî Ruh” başlıklı Kırık Testi’de peygamberlerden şefkat ve merhamet örnekleri vermektedirler: “Keldanîlerin türlü türlü zulümlerine, çeşit çeşit işkencelerine ve kendisini ateşe atmalarına rağmen, Hazreti İbrahim ellerini kaldırıp, “Rabbim! O putlar insanlardan çoğunu baştan çıkardı; bundan böyle kim benim izimce yürürse o bendendir. Kim de isyan ederse Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (14/36) diyerek dua etmiş; kavmine lanet okumamış ve onların helakini istememiştir.
Hazreti İsa da, kavmi, kendisine her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüğü halde, “Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır; şayet mağfiret buyurursan hiç kuşkusuz Aziz Sensin, Hakîm Sensin.” (5/118) diye niyazda bulunarak ciddî bir edep tavrı sergilemekle beraber şefkat ve merhametini dillendirmiştir.
İşte, Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz, hem Hazreti Nuh ve Hazreti Musa ile hem de Hazreti İbrahim ve Hazreti İsa ile temsil edilen meslekleri bütünüyle nazar-ı itibara alarak, kendisinin hilm, silm, mülâyemet ve müsamaha yolundakilere benzediğini ifade etmiştir…”
O’NDA (SAV) MESÎHİYET VE HALÎLİYET CEM’EDİLMİŞTİR
Aynı eserde, Allah Rasûlü’nün (ASV) hillet (dostluk) ve müsamaha yolunu seçtiğinden, bu meslekte varıp zirveye ulaştığından, tahtını hullet ve şefkat ufkuna kurduğundan ve Hazreti İbrahim’de bir çekirdek gibi icmalî bulunan halîliyet (Allah dostu olma) ve hillet ve bir tohum misillü Hazreti Mesih’in özünde var olan mesihiyet ve re’fetin inkişaf ederek ağaç haline gelerek Muhammedî ruhu oluşturduğundan bahisle bu ruhun özellikleri ele alınmaktadır:
“Muhammedî ruh, şefkat ve merhametle yoğrulmuş karakter demektir. Öyle bir karaktere sahip olan insanın, başkalarının şekavetini istemesi mevzubahis olamaz. Hatta, muhatapları nasıl davranırsa davransın, onun mukabele-i bilmisil yapması, kahriyeler okuması ve lanetler yağdırması mümkün değildir. Zira, beşere bu ruhu kazandıran Şefkat Peygamberi, şahsına reva görülen işkenceler, eziyetler ve zulümler karşısında dahi insanların hidayetlerini dilemiştir. Hele kendi ümmeti söz konusu olunca, onların ebedî kurtuluşu hesabına gece gündüz dualar etmiş ve gözyaşı dökmüştür…
İşte, bizim mesleğimizin esasını da bu duygu oluşturmaktadır; bizim gözlerimizi diktiğimiz ufuk Muhammedî ruhtur. Her Kur’an talebesi ve hizmet aşığı, karakteri itibarıyla olabildiğine ince, fevkalâde narin, bir anne gibi şefkatli; hep mütevazı, mahviyet içinde, yüzü yerde ve herkesi sevgiyle kucaklamaya hazır bir insan olmalıdır. O kendi asrında Muhammedî Ruh’un (aleyhi ekmelüttehâyâ) izdüşümü bir varlık olmaya çalışmalıdır. Evet o, en uzaktakilere bile yakın durmalı ve meclisini, Peygamber meclisi gibi herkese açık tutmalıdır ki, can alıcı hasım ruhlar dahi ellerinde olmayarak kendilerini birden onun şefkat iklimine salıversinler.. bir kere de o atmosfere girenler artık bir daha ayrılmayı düşünmesinler…”
Rasûl-ü Ekrem (SAV) Efendimiz’in Miraç’ta kendisine yapılan cennet tekliflerini kabul etmeyerek kendisini bekleyen o çileli ve ızdıraplı günlere dönmesinde, Allah Rasûlü’nün (SAV) Taif’de kendisine yapılan eziyetlere sebebiyet verenlerin cezalandırılmaları teklifi karşısında “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” mukabelesinde, Hazreti Ebubekir’in (RA) “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” diyerek yalvarmasında ve Bediüzzaman Hazretleri’nin “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” beyanlarında hep toplumlarına ve insanlarına karşı duydukları bu derin şefkat ve merhamet görülmektedir.
Hocaefendi’nin günümüzdeki cemaatine yaptığı sohbetlerinde de yine bu derin şefkat ve merhametin tezahürü olarak, hem bu toplumları ve fertleri kazanma hem de Hizmet insanlarının vazifelerini tam yapabilmeleri ve bu tuzaklara düşmelerini engellemeye matuf olarak onları hazırlamaya çalıştıklarını ve bunu temin edecek müspet söylemlerinden asla taviz vermediklerini görüyoruz.
Bu hususa, Hocaefendi’nin
“Affetmeye Hazır Olun!” başlıklı Herkül Nağme’sinden bir örnek verelim: “Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı. Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki -hafizanallah- eğer bir taraf bir yerde durmazsa, mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimanesiyle hareket ederse, yani affa yanaşmazsa ve tokada tokatla, çirkin lafa çirkin lafla mukabelede bulunursa, toplumda kâbil-i iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.”
HERKESİ VE HER ŞEYİ GİBİ KABUL EDEBİLMEK
Ayrıca, Hocaefendi “Güçlü İrade İsteyen Dört Büyük Amel” başlıklı Kırık testi’de, Hz. Ali’nin en zor dört amelden birinin öfke anında affetmek olduğu sözüne şu yorumları getirmektedirler: “Başkaları tarafından rahatsız edilmeyen, keyfi yerinde olan, takdir görüp sevilen bir insanın affedici olması kolaydır. Asıl mârifet, birileri tarafından rahatsız edildiği, eza ve cefa gördüğü, bundan dolayı da öfkelendiği bir anda insanın iradesinin hakkını vererek mukabelede bulunmaması ve affedici olabilmesidir…
Bildiğiniz gibi “afv”, “bir şeyi silmek” demektir. Yani başkalarının sizi rahatsız eden ve öfkelendiren bir kısım tavır ve davranışlarını görmeyip, âdeta onların üzerine bir daksil çekmeniz; bu tür olumsuzlukların zihninizde yer etmesine ve nöronlarınızda iz bırakmasına dahi müsaade etmemeniz; sizi çatlatacak kadar üzerinize gelseler bile, bütün bunları bir daha hatırlamamak üzere korteksinizden silmenizdir afv. İşte bu şekilde davranmanız, yapılması hakikaten çok zor bir ameldir. Fakat bir insan, fenalıkları unutmaya müheyya (hazır) bir tabiata sahip olduğunda, bunun geriye dönüşü çok farklı olacaktır. İhtimal onun bu affedici tavrı karşılığında, bir kısım hata ve günahları neticesinde maruz kalacağı gazab-ı ilâhî başına gelmeyecek, affetmesi karşılığında ilâhî affa mazhar olacaktır.”
Hocaefendi “Muhammedî Ruh” başlıklı Kırık Testi’de, Muhammedî ruha sahip olan insanların nasıl davranmaları gerektiğini çok açık ve net bir şekilde açıklamaktadırlar: “Hâsılı, Muhammedî ruh, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli Allah’a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da düşünülemez. Onlar, oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır; gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir kavga sürdürürler.
İşe gönüllerinden başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve kimi zaman zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul ederler. Karakterlerinin ana çizgileri haline gelen hilm, silm, merhamet ve mülayemet sayesinde, üzerlerine kinle ve nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevgi ve şefkatin yenilmeyen gücüyle püskürtürler. Şu kadar var ki, başkalarına saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsamaha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde yorumlanmasına asla müsaade etmezler; zira onlar, gerekirse, bir an bile tereddüt yaşamadan, hayatı istihkâr edebilecek bir ruh yüceliğine sahiptirler.”
Emirdağ Lahikası’nda da yapılan ağır zulümlere rağmen fıtrattaki şefkatin hiddeti acımaya nasıl çevirdiği görülmektedir: “Gerçi hiçbir tarihte, hiçbir hükûmette bu tarzda işkenceli zulümler, kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde; damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassutlarla, herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu.
Fakat birden kalbime ihtar edildi ki: Bu zalimlere hiddet değil, acımalısın. Onların her birisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve manevî cehennemlere maruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı; aklı varsa, dünyada da kaldıkça geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. Allah ıslah etsin dedim.”
İnşaallah sonraki yazıda devam edelim…