Samanyoluhaber.com yazarı Prof.Dr. Osman Şahin'in yazısı
PROF.DR.OSMAN ŞAHİN
MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 6
Günümüzde, dayatılan düşüncelerden bir tanesi de sihirbazların, büyücülerin aslında peygamber mucizelerindekine benzer haller ortaya koyabilecekleri düşüncesidir. Realiteyle açıklanması mümkün olmayan bu düşüncenin kabul ettirilmesi adına çok büyük ve geniş çapta algı yönetimleri yapılmaktadır.
Oynanan filmlerin, yazılan hikâye ve romanların ve senaryoların birçoğunda, sihirbazlar ve büyücüler peygamberlere benzetilerek, harikulade hallere mazhar olmuş insanlar olduklarının telkini yapılmaktadır. Bir nevi, peygamberler yerine büyücüler ve mucizeler yerine büyüler konulmaya çalışılmaktadır.
Bu telkinler çok geniş bir yelpazede, çok farklı kanallarda ve durmadan ve çoklukla tekrar edilerek bir çeşit beyin yıkaması yapılmaktadır.
Aynı zamanda, bu yapılan telkinlerle peygamberler üzerinden gerçekleşen harikuladelikleri sıradanlaştırma gayretleri vardır.
Mucizeleri anlamakta zorlanan bir takım din mensupları ise bu peygamberlerin gösterdikleri mucizeleri göz boyama, sihir veya büyü olarak yorumlama yoluna başvurmuşlardır. Tabiat fikrine saplanarak manevi şeyleri anlama kabiliyetini yitirmiş bu insanlar, bu yolla, mucizelerin gerçek mahiyetlerini inkâr etmişlerdir.
Bunların bu durumu, aslında firavunun Hz. Musa’nın mucizeleri karşısında iman eden sihirbazlara karşı ifadesindeki tutum ve davranışıyla aynıdır. Firavun da “Ben size izin vermeden iman ettiniz ha!” ve “Şüphesiz bu bir hiledir, siz bunu şehirde kurmuşsunuz, yerli halkı oradan çıkarmak istiyorsunuz, sonra anlayacaksınız!” (7/123) diyerek tepki vermiştir.
Allâme Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde, mucizeler konusunda çok detaylı ve kapsamlı analizler yapmaktadır. Bu analizler, bu konuyu merak edenler için çok faydalı bilgiler içermektedirler:
“İşte Firavun, kamuoyunu "vatan elden gidiyor" endişesine ve telaşına düşürüp Musa ve ona iman edenler aleyhinde galeyana getirmek için halkın zihnine bu iki şüpheyi fırlatıp atmıştır ki, "İşte Allah, kâfirlerin kalblerini böyle mühürler." (7/101) âyetinin delalet ettiği mânâ gereğince kalbleri mühürlenmiş olan ve Firavun tabiatında bulunan kâfirler de onun mesleğine uyarak, hak peygamberleri politikacı birer sihirbaz, mucizelerini de birer sihir gibi görmek ve göstermek isterler.
Bugün bile Hz. Musa'nın asâ ve "beyaz el" mucizelerini, Firavun'un sihirbazlarının civa oyunları gibi göz boyamaktan ibaret bir sihir sanatı veya bir hurafe gibi tanıttırmak isteyen ve Hakk'ın âyetlerine "tılsımlı yalan" diyen ne kâfirler ve karanlık bir odada ellerini koynundaki fosfor tozuna batırıp çıkarmak suretiyle parıldatarak Hz. Musa'nın yed-i beyza (beyaz el) mucizesini taslamaya kalkışan ne sahtekârlar vardır.
Bazıları da bunları tekzip (yalanlama) vadisinde değil, te'vil (yorumlama) vadisinde yürüyerek ilhada sapmışlar ve demişlerdir ki, Kur'ân'ın ve daha önceki din kitaplarının verdiği bu bilgiler doğrudur, fakat mânâsı herkesin zahiren anladığı gibi değildir. Bunlar kinayeli ve temsilî, diğer bir deyişle remzî (işaret olarak) bir takım mânâlar ifade ederler. Yani Musa'nın asâsı ve beyaz eli ayrı ayrı şeyler değil, bir şeydir. Bu şu demektir ki, Hz. Musa'nın Firavun'a karşı ortaya koyduğu hücceti (belgesi), pek açık ve çok ezici idi, bu mucize ortaya atılınca muhaliflerin sözlerini geçersiz kılmak ve fesatlarını açığa vurmak bakımından batılcıların dayanmak istedikleri bütün belgeleri ve delilleri bir anda yalayıp yutan bir ejdarha gibi idi ve haddizatında çok açık ve aydınlık olması bakımından da bir beyaz el özelliğiyle vasıflandırılmıştır. Nitekim "filanın falan ilimde yed-i beyzası vardır" denilir ki bir güçlü mevkii, tartışma kabul etmez bir bilgisi ve yetkisi vardır demek anlamına gelir.
Fakat böyle bir te'vil (yorum) esas itibariyle tabiat fikrine saplanarak mucizeyi inkâr etmek ve ilk yaratılış olayını hesaba almamaktan kaynaklanmaktadır. Bunlar "bir asânın yılan olduğunu gözümüzle görsek yine inanmayız, Firavun gibi, bir sihir deriz ve bundan dolayı da bir haber-i sadık (doğru haber) ve bir tevatür ile (sağlam kanallarla) böyle bir şey işittiğimiz zaman da onu te'vil eyleriz (yorumlarız)" demek istiyorlar.
Bunların düşüncesine göre, güya Kur'ân Hz. Musa'nın hüccet ve belgesinin yalnızca kuvvetinden ve parlaklığından, kâfirlerin de böylesine güçlü ve parlak bir belgeyi bile kabul etmediklerinden bahsetmiş de haddizatında o parlak belgenin neden ibaret olduğunu açıkça bildirmemiş ve tasrih etmemiş farz olunuyor. Daha doğrusu koskoca bir yılan yutulup yok ediliyor ve yalandır demek isteniliyor.” (Hak Dini, kur’ân Dili)
Halbuki “Ey Musa! Sağ elindeki nedir? Musa dedi: “O benim asâmdır (değneğimdir), ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkerim ve onda başka hacetlerim (faydalanacağım şeyler) de var” (20/17-18) ayetlerinde asanın ne olduğu çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.
İşte bu noktada, ayetin tefsirinde (7/123), Allâme Hamdi Yazır, akılları mucizeleri anlamakta zorluk çekip de inkâr edenlerin, aklın mahiyetini nasıl yanlış anlayıp çarpıttıkları, bu düşüncelerindeki tutarsızlıkları ve içine düştükleri çelişkileri çok geniş olarak ela almış ve bunları çürütecek çok sayıda aklî ve mantıki deliller getirmiştir.
Öncelikle aklın mahiyeti ve sınırları ve bunların farkında olmanın önemine dikkat çekilmiştir:
“Bu bakımdan burada şu suâlin çözüme kavuşturulması lazım gelir: Rivayeti sabit olan bir naklî (aktarılarak gelen) delil karşısında aklın ve dirayetin (ince kavrayış, zeka, beceriklilik, rivayetleri bir çok kriterle ele alıp değerlendirme) yeri nedir? Hiç şüphesiz ki, nakli anlayacak olan da akıldır. Bundan dolayı akıl ve dirayet göz ardı edildiği zaman ortada ne akıl kalır, ne de nakil. Lâkin aynı zamanda unutmamak gerekir ki, akıl gerçek bilginin yaratıcısı değil, alıcısı ve kabul edicisidir. O bilgiyi üretmez, alır.
Bunun içindir ki, ilmin konusu soyut düşünce değil, olaylar ve onlarla ilgili haberlerdir. Nakle dayanan bilgi de işte o edinilen haberler cümlesindendir. Bu da akla bilmediği ve görmediği şeylerin yeniden yeniye bir akışıdır.
Aklın elde ettiği ve edeceği şeyler de iki türlüdür. Birincisi eşi benzeri geçmemiş olan ve benzetmesiz, kıyassız alınan şeylerdir ki, aklın ilk elde ettikleri hep böyle bu yolla meydana gelir. Bunların bir kısmı bir daha tekerrür (tekrarlanma) etmeksizin münferit (yegane, tek) olaylar olarak kalır, bir kısmı da tekerrür ederek çoğalır gider. Tekerrür ettikçe her biri kendi benzerleriyle birleştirilip bir araya getirilerek kıyas ve ölçü teşekkül eyler ve bunlar kendi hudutları içinde birer kalıp, birer ölçü birimi fikri oluştururlar.
Bu suretle ikincisi de eşi ve benzeri geçmiş bulunan şeylerdir ki, bunlara da kıyasî (karşılaştırma yoluyla sonuçlar çıkarma) ve fennî (bilimsel yolla sonuçlara ulaşma) tabir olunur. Ve bu sayede bilinenlerden bilinmesi gerekenler de çıkartılır. Genellikle akıl denilince bu şekilde kıyas-ı fikrî prensibi anlaşıldığından akılla ilgili şeyler yalnızca bunlardan ibaret sanılır. Halbuki bunun kaynağı olan birinci kısım atılıverdiği takdirde akıl, kıyas ve fen de kökünden yok edilmiş olur.
Bundan dolayı gözlem, haber alma ve nakil esaslarını alıp kabul etmek için bütün dirayetini (anlayabilme kabiliyeti) yalnızca kendi kıyas anlayışı ile sınırlamaya kalkışacak olursa, o zaman İblis'in düştüğü hataya düşmüş ve kendi bilgi sermayesini kendi eliyle yakıp yıkmış olur.” (Hak Dini, kur’ân Dili)
Gözlem, haber alma ve nakil hususundaki kurallar ve esaslar olarak sadece kendi bildikleriyle kıyaslama yolunu kabul ettiğinde, o insan, yeni şeyler öğrenmeyi, yeni bilgilere açık olmayı ve kendini geliştirmeyi engellemektedir. Bu duruma düşmemek için, eşi benzerini daha önce görmediği tarihi bilgilerle karşılaşan bir insanın, o işin özünde, mahiyetinde açıkça bir çelişki bulunmadığı zaman onları inkâr yoluna gitmeyip, onları harika ve sıra dışı olaylar kategorisinde ele alması gerekir.
Özünde çelişki bulunan hallerin kabul edilmemesi normal olmakla beraber, özünde çelişki bulunmayan her şeyin akıl ve mantık açısından mümkün ve kabul edilebilir olduğu konusuna bir sonraki yazıda devam edelim inşallah…
İşte bu noktada, bu ayetin tefsirinde yapılan tespitlerden hareketle, bugünkü nesillerin karşı karşıya olduğu şu problemlere vurgu yapmak gerektiğini düşünüyorum;
Geçmişten bugüne aktarılarak gelen bu gerçek bilgilerde kafa karışıklığı meydana getiren bir husus, yazarların uydurdukları romanların, hikâyelerin, hayallerin ve yalanların tarihi gerçekler olduklarına dair algılar oluşturulması ve bunların telkin edilmesidir. Yazılan masal ve sihir kitapları da bunlara dahil edilmelidir.
Ayrıca, bugün, bunlara bina edilen senaryoların filmlere ve bilgisayar oyunlarına dönüştürülmesiyle, hem interaktif (karşılıklı etkileşimde bulunma) hem görsel hem işitsel ve hatta diğer boyutları ve duyuları da işin içine katarak ve ayrıca sanal alemdeki etkileşimlerin gerçekliğe çok yakınlaştırılmış olmasından dolayı insanların düşünce dünyalarında yapılmak istenilen yeni baştan formatlamalar gerçekleştirilebilmektedir.
Günümüzde, oyun dünyası, medya ve sinema sektörü ile bu şekilde oluşturulan algı yönetimleri ve kitlelerin yanlış yönlendirilip kafa karışıklığına düşürülmeleri, belli fikirlerin empoze edilmesinde manipüle edilebilmeleri ve beyin yapılarının birilerinin istediği şekilde yeniden kurulumu gibi hususlar en yüksek seviyeye çıkmış durumdadır.
İlimlerde nakledilenler hakkında güvenilirlik problemine yol açan bir diğer husus, tarihçilerin duydukları garip ve acayip şeylerde rivayetlerin sıhhatini nazara almadan bunları kaydedip kitaplarına almalarıdır.
Bunun neticesinde, sağlam ve doğru kanallardan gelen garip ve harika olaylar günümüzde benzerlerine rastlanılmadığı ve pozitif ilimlerde görülmediklerinden dolayı toptan ret ve inkâr edilmekte ve bu da insanların fikirlerinin tarihten alacakları önemli bilgilerden ve faydalardan mahrum kalmalarını netice vermektedir.
İnşallah sonraki yazıda bu konuya devam edelim…