Bediüzzaman Hazretleri mânevî bir ihtara binaen diyor ki; “Geçen Ramazan-ı Şerif’te, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necâtı (kurtuluşu) için edilen PEK ÇOK DUALARIN ŞİMDİLİK ÂŞİKARE kabul görünmesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu (elması elmas bildiği halde camı tercih edercesine, âhireti bildiği halde dünyayı âhirete severek tercih eden) asrın acîb bir hassasıdır.
Safvet Senih - SAMANYOLUHABER.COM
Bediüzzaman Hazretleri mânevî bir ihtara binaen diyor ki; “Geçen Ramazan-ı Şerif’te, Ehl-i Sünnetin selâmet ve necâtı (kurtuluşu) için edilen PEK ÇOK DUALARIN ŞİMDİLİK ÂŞİKARE kabul görünmesine hususî iki sebep ihtar edildi. Birincisi: Bu (elması elmas bildiği halde camı tercih edercesine, âhireti bildiği halde dünyayı âhirete severek tercih eden) asrın acîb bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın FEVKALÂDE SAFDERUNLUĞU ve DEHŞETLİ CÂNİLERİ de âlicenabâne AFFETMESİ; bir tek haseneyi (iyiliği), BİNLER SEYYİATI (kötülükleri) İŞLEYEN ve BİNLERCE MADDÎ ve MÂNEVÎ İNSAN HAKLARINI MAHVEDEN ADAMDAN (o kötülükleri, haksızlıkları ve cinayetleri) görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, azın da azı olan yanlış yoldaki azgın ve taşkınlar, safdil taraftarları ile ekseriyeti teşkil ederek, çoğunluğu bu hatasına terettüp eden umumî musibetin, devamına DEVAM ETTİRİLMESİNE, belki musibetin şiddetlendirilmesine İlahî kadere fetva verirler; ‘BİZ BUNA MÜSTEHAKIZ’ derler.
“Evet (âhiret ve iman gibi) elması bildiği halde, yalnız kat’î zaruret suretinde, (dünya ve mal gibi) cam parçasını ona tercih etme şer’î ruhsatı var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tamâh ve hafif korkuyla tercih edilse, ahmakçasına bir cehâlet ve hasârettir, tokada müstehak eder.
“Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere affederse bakmaya hakkı yoktur, zulme ortak olur.
“İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı.
*İman-ı tahkikinin, ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha giderilemeyeceğine, ehl-i keşif ve ehl-i tahkîh (veliler ve âlimler) hükmetmişler ve demişler ki: ‘(Ölüm döşeğinde) sekarat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak AKLA ŞÜPHELER verip TEREDDÜDE düşürebilir.’ Bu nevi tahkîkî iman ise yalnız AKILDA durmuyor. Belki hem KALBE, hem RUHA, hem SIRRA, hem öyle lâtifelere, (ince duygulara), sirayet ediyor, KÖKLEŞİYOR ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı yok olmaktan korunmuş oluyor.
(Peki Şeytanın, insanlarla ölünceye kadar durmadan uğraşmasının ve onların ebedi saadetten mahrum kalıp Cehennemde ebedî ceza görmelerini sağlamak için var gücüyle çalışmasının sebebi nedir? Hasettir… ‘Topraktan yaratılan insan kim oluyor ki, ateşten yaratılan ben ona secde edeyim? O benden üstün olsun? Olamaz böyle bir şey, ben ona göstereceğim diye hasedinden, fesadından, marazından ve garazından âdeta çatlamasıdır. İsterseniz bu açıdan şu yaşadığımız süreci de bir değerlendirebilirsiniz.)
“(Peki, bu tahkîkî imana nasıl ulaşılabilir?) Buna vesile (olan iki yol var) bir yolu, velâyet-i kâmile ile (Abdülkadir Geylâniler, İmam-ı Gazalîler ve İmam-ı Rabbanîler gibi) keşif ve şuhûd ile hakikate yetişmektir. Bu yol, hasların da hasları olan o büyük zâtlara mahsustur, müşahedeye dayalı imandır. (Bu yol herkese açık değildir?)
“İkinci yol, iman-ı bilgayb (keşif ve müşahedesiz gaybe iman) cihetinde, vahiy sırrının (vahiy mesajı Kur’an’ın) feyzi ile, burhanî (delillere dayanan) Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacı ile (bileşimiyle), hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle (iki kere iki dört eder kesinliğinde) zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle iman hakikatlerini tasdik etmektir.
“Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları da insafla baksa, Risale-i Nur iman hakikatlerine muhalif olan yolları, gayr-i mümkün, muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.”
*“O ‘eski mübarek zatların) divanları, derler ki: ‘Veli ol gör; (mânevî) makamlara çık, bak, nurları, feyizleri al.’ Risale-i Nur ise der: ‘Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, ebedî saadetin anahtarı olan imanını kurtar.’
“Hem Risale-i Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır, sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen gideren bir ders, gayet kuvvetli ve halistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir manevî şahsiyete bürünmüş dalâletin karşısında tek başiyle gâlibane mukabele eder.
“Hem Risale-i Nur, diğer âlimlerin eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez; ve evliyaların yolu gibi kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihadı ve imtizacı (bileşimi) ile, ruh ve diğer lâtifelerin (ince, hassas duyguların ) birbirlerine yardımda bulunup destek vermeleriyle, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar, imanî hakikatleri kör gözüne de sokar.
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İSLÂMİYETİ İÇİNE ALAN DAĞLAR BÜYÜKLÜĞÜNDE TAŞLARI BULUNAN BİR MUHİT KALEYİ tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki, bin seneden beri tedarik edilip yığılan bozucu, (tahrip edici) âletlerle dehşetli yaralar alan kalb-i umumîyi ve efkâr-ı ammeyi ve umumun, bilhassa avam halktan müminlerin dayanma noktaları olan İslamî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi Kur’an’ın mucizeliğiyle, o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”
İnşaallah bu ilaçlardan bol bol kullanmaya çalışır yaralı kalblerimizi tedavi ederiz.