Samanyoluhaber.com yazarlarından Ertuğrul İncekul, Türk siyasetinin önemli isimlerinden biri olan ve geçtiğimiz haftalarda vefat eden Sırrı Süreyya Önder'i köşesine taşıdı.
Sırrı Süreyya Önder, sosyal medyada rastladığım bir konuşmasında şunları söylüyordu:
“İnsanları ya Allah’ın kulu olduğu için ya da Müslüman kardeşiniz olduğu için sevin; yani bütün insanları sevin.”
Bu sözüyle hafızamda yaşayacak.
Sırrı Süreyya Önder, 7 Temmuz 1962’de Adıyaman’da Türkmen bir ailenin çocuğu olarak doğdu, 3 Mayıs 2025’te İstanbul’da hayatını kaybetti. Küçük yaşta babasını kaybetti. Zor şartlarda hayatını kazandı. Ukrayna ve Moskova ‘da işçi olarak çalıştı. 1978 yılında Adıyaman Lisesinde lise ikinci sınıf öğrencisi iken Maraş Katliamı'nı protesto ettiği için tutuklanarak cezaevine giren Önder, tahliye olduktan sonra üniversite sınavında ilk tercihi olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini kazandı.
Siyasetçi, yönetmen, senarist, oyuncu ve yazar kimlikleriyle Türkiye’nin kültürel ve politik tarihinde derin izler bıraktı. 12 Eylül 1980 darbesi olduğunda 18 yaşındaydı. Ertesi yıl siyasi faaliyetleri nedeniyle gözaltına alındı, işkence gördü ve Mamak Cezaevi’ne gönderildi. Yedi yıl cezaevinde kaldı.
2006 yapımı Beynelmilel filmiyle sinemada tanındı. 2011’de bağımsız milletvekili olarak Meclis’e girdi, ardından HDP’nin kurucularından biri oldu. 2013’te çözüm sürecinde İmralı heyetinde yer aldı. Gezi Direnişi’ne verdiği destek ve Meclis’teki etkileyici konuşmalarıyla ve olaylara göre cebindeki hikayeleri ile hafızalarda yer etti.
Yakın dönemin kamuoyuna mal olmuş, sempatik ve barışçıl simalarından biriydi. Sırrı Süreyya’nın farklı bir solcu profili vardı. Bu kadar kutuplaşmanın yaşandığı bir dönemde, suya atılmış şeker gibi bulunduğu her ortamı tatlandırıyordu. Anadolu insanıydı; mütevazı, vicdanlı, hakperestti. Mizahı, şairliği ve filozof yanı onu farklı kılıyordu. Türkiye’nin vefasız siyasi rejimine, toplumun bölünmüşlüğüne kahrolan vicdanlılardan biriydi. Hayatı grevler, cezaevleri ve adalet mücadelesiyle geçti. Bir noktadan sonra ise yüreği bu yükü kaldıramadı.
Türkiye, sağ-sol çatışmalarıyla, Alevi–Sünni, Ermeni–Kürt gerilimleriyle, bugün de Gezici–Cemaatçi gibi yapay kimliklerle kutuplaşarak ağır bir bedel ödedi. Ekonomi zarar gördü, liyakat ortadan kalktı. Çalan, çırpanlar itibarlı hâle gelirken; dürüst ve yetkin insanlar sistem dışına itildi. Rejim, vasıfsız, liyakatsiz insanlara makamlar dağıttı. Din, içi boşaltılarak araçsallaştırıldı. 18–29 yaş arası gençler artık kendini deist, agnostik ya da ateist olarak tanımlamaya başladı. İstanbul Belediye Başkanı, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi kamuoyunun yakından tanıdığı insanlar hâlâ özgürlüklerinden mahrum. Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 158. sırada.
İşte böyle bir ülkede, Sırrı Süreyya Önder hak ve hukuk mücadelesini ömrünün sonuna kadar onurla verdi. Diğer vicdanlı ve cesur insanlar gibi, o da demokrasiyi ve barışı göremeden, buruk bir şekilde aramızdan ayrıldı.
Bediüzzaman'ın yıllar önce sunduğu ve Kürt-Türk kardeşliğini imar edecek fikirleri çok değerliydi
Dayısı Abdülkadir Kayır sayesinde Risale-i Nur’larla tanıştı. Verdiği röportajlarda şöyle diyordu:
“Risale-i Nur eserlerini okurum. Külliyatım kitaplığımın en üstündedir. Farklı gözlerle defalarca okudum. Bediüzzaman’ı hayatımda çok önemli bir yere koydum. O, sadece Kürt kimliğiyle okunmamalı. Bediüzzaman Kürt milliyetçiliği yapmadı; iman hakikatlerinin ihyasına adanmış bir ömür yaşadı. Onun Kürt–Türk kardeşliği fikri çok kıymetliydi. Devlet bu treni defalarca kaçırdı. Bugün bile, çözüm için Bediüzzaman bir öncü kabul edilebilir. Hâlâ geç değil.”
Kızı Ceren Önder Kandemir, babasına yazdığı mektupta duygularını şöyle dile getirdi:
“Gece gece çaldığın kemanın, udun sesi… Ezbere okuduğun şiirler, bir çırpıda. Günde beş kere, her biri ilk sefermiş gibi çıktığımız kahveler... Evlere sığamayışın. Kimseye kıyamaman. Kalp kırmaktan korkuşun...
Öfkeye karşı savaşı anlatırken şöyle derdin: ‘Yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu. Sakın içinde nefret biriktirme.’
Ömrün boyunca öfkeni hep içine sakladın, ben hiç görmedim. Hiç mülk edinmeden, ikinci bir kazağın bile olmadan, borçsuz, harçsız, boğazını değil onurunu doyurarak yaşadın. Sana doyasıya sevgi verdim. Her gün söyledim sevdiğimi.
Şimdi tüm renklerim seninle gitsin. Gerçi sen orada da dostlarını bulursun…”
Gazeteci dostu Hasan Cemal ise şu sözlerle veda etti:
“Bir insan, onu tanıyan son kişi öldüğünde ölür — diyor Jean-Paul Sartre.
Etrafımızı biraz daha ıssızlaştırma... İnsanlığınla, vicdanınla bizi ısıtmaya devam et.
Sevgili kardeşim,
Sakın unutma,
Senin barışa olan inancına hâlâ ihtiyacımız var.”
Bakalım daha kaç vicdanlı vatan evladı barışa hasret, yüreğinde ağır yüklerle bu diyardan göçüp gidecek? Bakalım Leviathan daha kaç evladını iştahla yiyecek ve daha yok mu diyecek? Bakalım toplum ne zaman bu kahrolup gidenler bizim vicdanımız yerine de acı çektiler, bedel ödediler diyecek? Bakalım ne zaman insanımız şekillerle, cı, cu ekleriyle uğraşmayı bırakıp , fikirlere, icraatlara bakacak, değer verecek? Bakalım ne zaman ?