Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, yeni köşe yazısını okurları için "Sizden mal almayacağız!" başlığı ile yazdı.
Vatan evladı bir iş adamı, adanmış ruhlu eğitim gönüllülerinin desteği için kazancından bir kısmını onlara veriyor, himmet ediyordu. Fakat İkinci Selim zamanında kurulmuş olan sırrî bir cemiyet, askeriyemize sızan ve Ergenekon ismi verilen derin bir yapı milletimizin özü ve kökü ile mücadele ediyor, onları kökünden kazımak ve yok etmek istiyordu. Kurt gövdeye girmişti. Küçük bir kurtcuk değil; ısıran, koparan ve parçalayan koskoca bir Kurt olmuştu. Romalılara dair bir efsaneyi almış insanlarımızın bir kısmına yutturmuştu. Romalıları emziren efsane kurt, Türkleri emziren bir MİT’e dönmüştü. İşte bunların her yerde bilhassa askeriyede hakim oldukları bir dönem başta sözünü ettiğim İŞ ADAMINA gelip tehdit etmişlerdi. Askeriyenin üstlerinden birileri gelip “Hizmet’e yardım ediyormuşsun… Eğer vazgeçmezsen, sizden artık bir daha alışveriş yapmayacağız!” dediler. O da, “Ben Devletime vergimi tam olarak veriyorum. Bir Müslüman olarak da zekatımı uygun gördüğüm yere veriyorum. Eğitim Hizmetlerine destek vermem gerekir diye vicdanımın gösterdiğini yapıyorum. Siz bilirsiniz.” diyor. 300 ton gibi çok büyük bir işi kaybetmiş oldu. Ama yapacağı bir şey yoktu. Biraz sonra oğlu geldi. Tabiî hiçbir şeyden haberi yoktu. “Baba, komşu ülkeden büyük bir şirketten çok büyük bir sipariş var. Hemen bir fabrika daha kuralım baba” dedi. Tam askerlerin alacağı kadar, büyük bir miktar!.. “Tamam evladım, askerlerinki, kadar!.. Böyle böyle oldu.” dedi. Hiçbir kayıpları olmamıştı. Ayrıca ülkemizin en büyük şirketlerinden plastik fabrikalarını da satın almışlardı. Askerler bunu bilmiyordu. Onun için oraya başvuruyorlar. Bakıyorlar ki, o fabrika da onların olmuş… Bu sefer çok pahalıya yurtdışından getirmeye çalıştılar. O da çok zor idi. Altı ay böyle uğraşıp durdular. Çaresiz yine ona döndüler ve “Eskisi gibi alışveriş yapalım” demek zorunda kaldılar. Onlara “Ama artık siz iki sene peşin parasını verirseniz yeni bir fabrika kurar ve sizin ihtiyacınızı hemen temin ederiz.” dediler. Onlar da kabul ettiler. Acele yeni bir fabrika kurup üretime geçtiler.
Görüldüğü gibi iflasa götürecek bir imtihanı, Allah’ın inayeti ile nasıl atlatıyordu. Bunlar şahıslar çapında bir imtihandı. Ama Cenab-ı Hak büyük çapta Hizmeti, bu süreçte büyük bir imtihana soktu. Hepimiz için ağır mı ağır bir imtihandı. Bir zelzele, bir tsunami, önünde durulmaz bir sel felaketi gibi gelip vurdu. 86 milyonluk bir devlet âdeta her şeyi bırakıp dünya çapında Hizmeti yok etme, kökünü kazıma ile meşgul… Bu tenkilin karşısında durmak çok zor görünürken, KIYAMETE AYARLI olduğuna Hadis-i Şerifin müjdesi ile inandığımız bu Hizmetin bir nevi garantisini hissettiğimiz için ayakta Allah’ın inayeti ile durduk. Ama büyük dökülmeler de oldu. İmtihan çetindi. Öyle olması gerekiyordu. Çünkü Hizmet mevsimlerden şiddetli bir kışı yaşıyor. Kış demek Bahar’a hazırlık demektir. Cenab-ı Hakkın bütün icraatları hikmetlidir; boş ve abes iş işlemez Allah (c.c.).
Biz, M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatını anlatan “Küçük Dünyam” kitabını okuduğunuzda Âl-i Beytin zulüm ve gadretmelerde dünyaya dağılışları bilhassa Bitlis, Ahlat ve Nurs taraflarının civarına gelmeleri meselesinin hikmetini anlatıyor. Oralar “mültekalbahreyn” yani “İki denizin birleşmesi” yeri oldular. Yani Anadolu’ya geçiş yapan Selçuklu, Saltuklu, Karahanlı ve Karamanlı gibi gruplar buralara geliyor ve buradaki mağdur ve mazlum Âl-i Beyt mensubu yüce tasavvuf pirlerinin ve değerli sempatizanlarının nurlu ve sıcak atmosferleriyle karşılaşıyorlardı. Kader onları, İ’ya-ı Kelimetullah idealini o grupların kalblerinde mayalamak ve vicdanlarında nakşetmek için bekliyorlardı. Evet başta Cengiz olarak nice imparatorluk kurulmuştu ama hep kan ve katliam üzere… Sonra silinip gitmişlerdi. Hem de lânetle anılır olarak…. Cinayet ve canavarlıklarının hesabını Allah’a vereceklerdi. Ama bu iki denizin birleşmesinden güzel bir medeniyet doğdu. Yakan, yıkan değil bir tamir ve imar medeniyeti. Hem de maddî ve manevî alanlarda.
Biz şimdi eğer “Yüzde doksan Müslüman Türkiye” diyebiliyorsak, bu nasıl gerçekleşti. Biz Endülüste birilerinin yaptığı gibi “Ya Hıristiyan olursun veya diri diri mezara ve canlı canlı ateşe girersin!” diyenler gibi yapamazdık. “Din’de (inançta) zorlama yoktur.” (Bakara Suresi, 2/256) O kadar yapamazdık ki, en güçlü olduğumuz zamanda yani Kanuni Sultan Süleyman döneminde İbrahim Paşa, Bulgarlardan şikayet edip, “Onları üçer-beşer Osmanlı mülkünde dağıtalım ve artık Bulgaristan ve Bulgar Milleti unutulup gitsin” diyor. Kanunî, olur diyor. Ama Şeyhülislam karşı çıkıyor. “Allah Kur’an’da insanları millet millet, aşiret aşiret, kabile kabile yarattığını buyuruyor. Böyle bir şey yapamazsınız.” diyor. Yani gayr-i Müslümleri değil öldürmek, onların milletlerini bile yok edemezsiniz. Öyle olduğu halde, Anadolu’ya 300 bin Müslüman 1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle Anadolu’ya girmişti. Anadolu’da da 5 milyon gayr-i Müslim vardı. Yani Müslümanlar 1/17 idi. Aslında 17, biri asimile edebilirdi. Öyle olmadı.
Japonlar, bir bardak zemzemin bir sürahi suyu yavaş yavaş zemzemleştirdiğini tesbit etmiştir. İşte o üç yüz bin kişi zemzem gibi olduğu için beş milyona ihlas ve samimiyetiyle Allah’ın izniyle tesir etmiş ve onların tercihlerini İslamiyetten yana kullanmışlardır.