' Şimdi bu süreçte olduğu gibi, şoförler, muhtarlar birer muhbir, birer ispiyoncu haline getirilmişti. '
Safvet Senih - SAMANYOLUHABER.COM
“Üstad Bediüzzaman’ın Van Hayatı” isimli çalışmada Ayhan Işık şunları anlatıyor:
Vanlı Molla Hamid, Üstad Hazretlerinin bizzat alâkadar olup Kur’an okuttuğu talebesi ve hizmetkârıdır. Bu zât Üstad Hazretlerinin Van hayatı ile alâkalı en çok ve en sağlam rivayetlerin râvisidir. Molla Hamid Ekinci’nin oğlu, Hasan Ekinci babasıyla ilgili şu bilgileri vermektedir: “Dedelerimiz Bağdat’tan gelmişler, o zaman Van’a bağlı olan Pervarî ilçesine yerleşmişlerdir. Babam altı yaşındayken, Van’da bir camiide imam ve hatiplik görevinde bulunan dedem vefat etmiştir. Babam bundan dolayı ilmî tahsilini tamamlayamamıştır. Yarım ümmidir. Babama molla ünvanını Bediüzzaman Hazretleri vermiştir.
Babam, altı ay Nurşin Camiinde iki yıl da Erek Dağında Üstad Hazretlerine hizmet etmiştir. Üstad, Van’dan sürgünde ayrıldıktan sonra askerliğini bitirir, altı yıl Hacı Hidayet Camiinde imamlık yapar. Bediüzzaman’la irtibatından dolayı imamlıktan uzaklaştırılır. Bundan sonra da marangozluk mesleğini icrâ eder.
Bediüzzaman’ın Van’dan sürgün edilmesinden sonra, sekiz on defa girişimde bulunduğu halde Üstadiyle görüşme teşebbüsü gerçekleşmez. Devrin idaresi tarafından her defasında, hapis, dayak, eza ve cefalarla Van’a geri gönderilir. Babam, Üstad Hazretleri Kastamonu’dayken, Hafız Halid’le çok meşakkatli bir yolculuk sonunda Kastamonu’ya kadar gittiler. Olanları daha sonra babam şöyle anlattı: ‘Kastamonu’ya geldiğimizde arabanın şoförü nereye gideceğimizi sordu. Biz de Üstadımızı görmeye geldiğimizi ifade ettik. Şoför: ‘Siz onu göremezsiniz, çünkü evi karakolun yanındadır. Ben haber vereyim talebeleri gelip sizi alsınlar’ dedi. Biz de ‘Çok iyi, Allah sizden râzı olsun’ dedik. Biraz bekledikten sonra fötör şapkalı, siyah gözlüklü, pardösülü, bıyıksız iki kişi, şoförle beraber geldi. Ben kendi kendime bunlar Üstadın talebelerine benzemiyorlar, dedim. Bize yaklaşıp ‘Siz mi Üstad’la görüşeceksiniz’ diye sordular. Biz de evet dedik. Adamlar: ‘Haydi öyleyse gidelim’ dediler. Biri, benim, diğeri de Halid’in koluna girdi. Birkaç adım atar atmaz yüzümüze, ağzımıza, artık neresi olursa bize yumruk atmaya başladılar. Karakola kadar her tarafımız kan içinde kaldı. Karakola götürdüler orada da bizi falakaya yatırdılar, bayılıncaya kadar bizi dövdüler. Siz Bediüzzaman’ın casususunuz, itiraf edin sizi bırakalım, yoksa sizi öldürene kadar döveceğiz diyorlardı. Kastamonu Karakolunda üç gün kaldık. Ayaklarımız şişmişti ve yaralar içindeydi. Bizi bir kamyonun üzerine bindirip Çankırı’ya yolladılar. On gün de orada nezarette kaldık. Daha sonra bizi bıraktılar. Kastamonu’ya kadar gitmiştik ama işte böyle geriye döndük.”
Şimdi bu süreçte olduğu gibi, şoförler, muhtarlar birer muhbir, birer ispiyoncu haline getirilmişti. İspiyonculuğu büyük bir makam ve konum zanneden merhametsiz insanlar da mazlum insanların canlarını yakacak şekilde kullanıyorlardı. Şimdi ise devleti ele geçirenler daha organizeli, paralı ve milletin vergileriyle meydana gelen devlet hazinesini, iftiracı bir muhbirliğe kullanarak daha acımasız ve zâlimâne kötülüklerde sarfediyorlar…
Üstad Hazretleri ta baştan Horhor Medresesinde ders verirken talebelerini işte böyle fedâkâr ve cefâkar olarak yetiştirdi.
Zeyneddin Burak Bey, Üstad Hazretlerinin Van’daki Horhor Medresesinde eğitim sistemi ve talebe olacakların kabulüyle ilgili şunları söylüyor:
“O zamanlar şarkta medrese usulüyle yapılan tahsil şöyleydi: Hasbeten lillah için ders verir; hatta talebelerin iâşesini de hocanın aracılığıyla halk temin ederdi. Onun için tahsilde maddî bir imkânsızlık çekilmezdi. Ancak ilim bakımından hocanın büyüklüğü tercih sebebi olurdu. Onun için birisi büyük âlim diye tanındı mı, onun talebeleri de çok olurdu. Herkes ondan ders almayı arzu ederdi. Biz de o zaman birkaç arkadaş iyi bir hoca aramaya başladık. Bize, Van’da, Horhor Medresesi diye isimlendirilen bir medrese Said-i Meşhur’un olduğunu söylediler.
“Üç arkadaş gidip medreseye vardığımızda Hoca Efendi yoktu. Bizi Molla Habib diye birisi karşıladı. İçeri alarak bize beklememizi, biraz sonra hocanın geleceğini söyledi. Biraz sonra ‘Hoca Efendi geliyor dediler.’ Geldi. Biz, kendisine ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize, ‘Peki ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartıyla tamam’ dedi. Ve ilave etti: ‘Benim ile başlayan artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yok. Hayatının sonuna kadar benimle olacaktır. Benim talebem benden ayrılmaz.’ dedi.
Bu telif karşısında ne diyeceğimizi şaşırdık. Molla Habib ile istişare ettik. O, ‘Bu zâtın ilmi fevkalâde, ama siz bilirsiniz. Nasıl kolayınıza gelirse’ dedi. Biz de boynumuzu büktük. Kabul edemeyeceğimizi söyleyerek oradan ayrıldık.”
Gerçekten bütün talebeleri, her durumda, ondan ayrılmamaya gayret etmişlerdir. Hatta Birinci Dünya Savaşı patlayınca ondan ayrılmamışlardır. 13 yaşındaki yeğeni Ubeyd’e “Hakkımı helâl ettim. Evine dönebilirsin.” dediği halde, Üstad’dan yine ayrılmamıştır. Ruslarla savaşırken dayısı, Üstadı Bediüzzaman Hazretleri yerine şehit düşmüştür…