''Ey nefisperest nefsim!.. Ey dünya-perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir varlık sebebidir; hem şu kâinatın râbıtasıdır; hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan şu kâinatın en câmi (kapsamlı) bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sâhibi olabilir.''
Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Şu dağınık muhabbetleri bir topla
Cenab-ı Hakkın VEDÛD ismi cansızlara tecelli edince, câzibe/çekim halinde kendisini gösteriyor. Atom zerreleri arasında çekim var. Hem de dört çeşit… Canlı ve şuurlu varlıklara VEDÛD ismi tecelli edince, muhabbet ve aşk olarak tezâhür ediyor. Kainatta umumî bir câzibe var, biz buna genel çekim kanunu diye ifade ediyoruz. İnsan kâinatın, meyvesi ve çekirdeği hükmünde. Ağaçta olan bütün özellikler, özet halinde çekirdekte de var. Onun için insanın kalbinde kainat kadar bir aşk ve muhabbet var. Ama bu yüksek fiyatı sağa-sola dağıtmış. Aslında hepsini toplayıp Allah’a vermesi ve Allah hesabına da O’nun yarattıklarına, O’nun adına, O’nun rızası için vermesi gerekir. “Yaratılanı severiz, Yaradandan ötürü” diye Yunusumuz gibi düşünmeliyiz. Bu hususta Yirmi Dördüncü Söz’ün Beşinci Dalının Birinci Meyvesinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor: “Ey nefisperest nefsim!.. Ey dünya-perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir varlık sebebidir; hem şu kâinatın râbıtasıdır; hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan şu kâinatın en câmi (kapsamlı) bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sâhibi olabilir.
“İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın korkuya ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratına yerleştirilmiştir. Mutlaka o muhabbet ve korku, ya halka veya Hâlık’a yönelecektir. Halbuki halktan korkmak, elim bir belâdır. Halka muhabbet de belâlı bir musibettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde korku, elemli bir belâdır. Muhabbet ise, sevdiğin şey, yani seni tanımaz ‘Allah’a ısmarladık’ demeyip gider: Gençliğin ve malın gibi… Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünkü: (Her şey kendisine muhtaç olup hiç birşeye muhtaç olmayan) Cenab-ı Hakkın Samed isminin aynası olan kalbin içi ile, puta benzeyen dünyevî sevgililere perestiş etmek, o sevgililerin nazarında bayağı ve sıkıcıdır, ağır bulur reddederler. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder. (Şehevâni sevmeler bahsimizden hâriçtir.)
“Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına ayrılıp gidiyor. Madem öyledir, bu korku ve muhabbeti, öyle birine yönelt ki, senin korkun lezzetli tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Cenab-ı Haktan korkmak, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku bir kamçıdır. Onun rahmetinin kucağına atar. Malumdur ki, bir valide mesela: Bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sinesine celbediyor. Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, Rahmet-i İlahiyenin bir parıltısıdır. Demek, Allah korkusunda büyük bir lezzet vardır. Madem Allah korkusunun böyle bir lezzeti bulunsa, Allah’a muhabbette ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malûm olur. Hem Allah’tan korkan, başkalarının katı, belâlı korkusundan kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet de ayrılıklı, elemli olmuyor.
“Evet, insan evvelâ nefsini sever. Sonra akrabalarını, sonra milletini, sonra hayat sahibi mahlukları, sonra kainatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle zevk alıp elemleriyle elem duyabilir. Halbuki şu herc ü merc (karmakarışık) âlemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçâre insan kalbi her vakit yaralanıyor. Elleri yaptığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, en nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, HAKİKİ SAHİBİNE VER, şu belâlardan kurtul! Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl sahibine mahsustur. Ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun nâmıyla ve O’nun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elim bir nıkmet (azap) olur.
“Zaten sana, sende senin nefsine olan şiddetli muhabbetin, O’nun Zâtına karşı zâti muhabbettir ki, sen kötüye kullanıp kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ‘Ene’yi (Beni) yırt, ‘Hüve’yi (O’nu) göster. Kainata dağınık bütün muhabbetlerin, O’nun esmâ ve sıfatlarına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen suiistimal etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü; yerinde sarf olunmayan gayr-i meşru bir muhabbetin cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmân ve Rahîm ismiyle, hurilerle tezyin edilmiş Cennet gibi senin bütün arzularını içinde toplayan bir meskeni, senin cismânî hevesâtı hazırlayan ve diğer Güzel İsimleriyle senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve diğer ince duygularını tatmin edecek ebedî ihsanlarını, o Cennette sana hazır hâle getiren ve her bir isminde mânevi çok ihsan ve kerem hazineleri bulunan Ebedî bir Mahbûb’un, elbette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat O’nun cüz’î bir muhabbet tecellisine bedel olamaz. Öyle ise o Ezelî Mahbub’un Kendi Habibine söylettirdiği şu Ezelî Ferman’ı dinle tâbî ol: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran Suresi, 3/31)
Efendimizin (S.A.S.) sünnetlerine uyup, Allah’ın muhabbetini kazanmaya çalışalım…