Sümeyra

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, vefatıyla insanları büyük bir üzüntüye boğan 15 yaşındaki Sümeyra için yazdı.


Sümeyra
Kıştan yeni çıkmış ıslak ve bereketli toprak, ilkbahar güneşine göğsünü açmış, bağrında hayatla ilgili ne var ne yoksa hepsini ortaya dökmeye hazırlanıyordu.
Bahar, dallarda çiçek çiçek gülerken, analar, kınalı kuzularını; kızlar, gelinler sevgililerini Uhud’a uğurluyordu.
Veda tepesinde anaların elleri öpüldü, çocuklar son kez kucaklara alındı, koklandı.
 Annelerine emanet edildi.
Güzeller güzeli Hazreti Mus’ab’ın hanımı Hamne binti Cahş da kocasını uğurlamaya gelmişti.
Genç Mus’ab’ın elinde muhacirlerin sancağı vardı.
 Son defa göz göze geldiler.
Bu ânın onların birbirine son bakışı olduğunu nereden bilebilirlerdi?
Hazreti Hamza’nın kızı Fâtıma da babasını uğurlamaya gelmişti. Allah’ın Aslanı kızını kucakladı, kokladı.
Hazreti Sümeyra da uğurlayanlar arasındaydı.
Ordu Uhud’a doğru akmaya başladı.
 Uhud sarp bir yokuştu.
Bir ara  ‘’Resûlullah (s.a.s.) öldü’’ şayiası Medine’ye kadar ulaştı. Medine dört bir yandan kopan çığlıklarla sarsıldı. Ocakta sacını bırakan, ateşini külleyen, kapısını çarpan, kimi atlı, kimi yayan, akşam kızıllığında bir yangına koşar gibi Uhud’a doğru koştu.
Aralarında Hazreti Sümeyra da vardı.
Hem koşuyor hem konuşuyordu: “Ben oğullarıma, kocama, babama, kardeşime hepsine, ‘Sakın Resûlullah’a bir şey olursa eve dönmeyin!’ diye tembih etmemiş miydim?”
 Uhud’un girişinde Hazreti Sümeyra’yı tanıyan sahabiler ona kumların üzerinde yatan bir ceset gösterdiler;
 “Sümeyra! Bak baban!”
   “Resûlullah nerede? Onu bana gösterin!”
 Az ileride bir el kalktı…
“Sümeyra bak oğulların!”
 İki yavrusu da kütükte doğranmış gibi yerde yatıyordu.
 O yine, “Resûlullah nerede? Onu bana gösterin!” dedi.
 Az ileride bir el daha kalktı…
“Sümeyra kardeşin!”
“Resûlullah nerede? Onu bana gösterin!”
Sonra bir el daha;
 “Sümeyra kocan!”
O yine “Bana Resûlullah’ı gösterin o nerde?” dedi.
Sonunda Uhud Dağı’nın yamacındaki Resûlullah’ı gösterdiler.
 Yaralıydı ama sağdı.
Hazreti Sümeyra, yaralı Peygamber’in cübbesinin eteğinden tutarak, “Ey Allah’ın Peygamberi! Değil mi ki sen sağsın, artık bütün acılar hafif kalır!” dedi.
Bu sözün anlamı belliydi: “Değil aynı gün bütün ailemin şehit olması, yıldızlar tesbih taneleri gibi dağılsa, her biri üzerime musibet yağdırsa yine de bana hafif gelir.”
Uhud sarp bir yokuştu…
Her devrin bir Uhud’u vardı.
Her Uhud’un yükünü omuzlayan Sümeyralar vardı.
1970’li yıllar…
Hocaefendi sohbetlerinde, vaazlarında sahabeleri anlatıyordu.
Anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda onların isimlerini de sevdiklerinin çocuklarına koyarak dantel dantel bir medeniyet inşa ediyordu.
 Yeni bir yıldızlar topluluğu oluşturuyordu.
Bozyaka Yurdu’na bir gün Mısır’dan bir profesör geliyor.
Bir ara Hocaefendi bahçede oynayan çocuklara sesleniyor;
  Enes, Muaz, Mus’ab, Sümeyra, Nesibe…
Çocuklar koşarak geliyor.
Mısırlı profesör hayranlıkla, “Bunların gerçek adı mı böyle?” diyor.
“Evet”
Profesör çok duygulanıyor.
“İnşallah bu çocuklar, isimleriyle sahabe efendilerimizi ruhlarıyla temsil ederler,” diyor, “Ümit ederim âlemi İslam’a ve dünyaya model bir nesil olurlar. Gördüğüm kadarıyla yeni bir sahabe ruhu ihya oluyor.”  
Bahçede oynayan o çocuklar büyüdüler.
Ahir zamanda sahabe ruhunu temsil etmeye çalıştılar.
Önce Anadolu’da sevginin destanını yazdılar.
Okullarda öğretmen, yurtlarda belletmen oldular. 
Öğrencileri onlar için, “Hayır, hayır, bunlar bir insan olamaz; olsa olsa melek olabilirler,” dediler.
 Gökteki melekler onların yaptıklarına imrendiler.
 Anne-babalar, çocuklarını bu meleklere emanet etmeye başladılar.
 Sayıları çoğaldı.
Anadolu’ya sığmadılar.
Kanatsız melek oldular.
Asya bozkırlarına, Afrika çöllerine koştular.
Okullar açtılar, Üniversiteler kurdular.
Mazlum milletlerin ufkuna fecir aydınlığı gibi doğdular.
Issız bozkırlar Babil bahçelerine, kızgın çöller İrem bağlarına döndü.
 Lakin her devrin bir Uhud’u vardı.
Uhud’un yükünü omuzlayan Sümeyraları vardı.
Ne olduysa 15 Temmuz’dan sonra oldu.
Bir sabah uyandıklarında melekler terörist ilan edildiler.
Hâlbuki onlar, kendilerini terörist ilan edenlerin çocuklarının da öğretmenleriydi.
Sırf öğretmenlik yaptıkları okullardan dolayı suçlu sayıldılar.
Masumken mücrim oldular.
Melekken şeytanlaştırıldılar.
Okulları ellerinden alındı.
Evleri basıldı.
 Ellerine kelepçeler takıldı.
 Hapislere atıldılar.
Onlardan biri de Melek Öğretmen’di.
Hizmet’e ait bir okulda görev yapıyordu.
Tutuklandı…
 Koğuşunda otuzdan fazla kadın vardı.
O kadınlar en çok da çocuklarını özlüyordu.
 Melek Hanım çocuklarının bulunduğu şehre naklini istedi.
Olmadı.
Devrin Ömer’i, Ömer Gergerlioğlu’na mektup yazdı.
 Ömer bey mektubu alınca ziyaretine gitti.
Melek Öğretmen gözyaşları içinde: “Sayın Vekilim”dedi, “Çocuklarımı çok özlüyorum, onlara doya doya sarılmak istiyorum. Aylar geçiyor, buraya gelemiyorlar. Yaşları daha çok küçük. En büyük kızım Sümeyra on üç yaşında, kardeşlerine o annelik yapıyor. Yükü çok ağır. Kendisi de hasta. Geçen gün okulun bahçesinde bayılmış. Ana yüreği dayanamıyorum.”
Ömer Bey durumu Adalet Bakanı’na iletti, mecliste anlattı ama sesini duyan olmadı.
Melek öğretmen  ilk çocuğuna Sümeyra adını  koymuştu.
 Benim gibi, pek çokları gibi.
Evinin her köşesine burcu burcu Gül Devri’nin kokusunu taşısın, diye.
Sofrasına şebnem şebnem dualar düşüren annemiz Sümeyra Hatun gibi olsun diye.
“Meyve çağlası” anlamına gelen adıyla, kendi yüreğindeki taptaze sevgisiyle çocuklarının gönüllerinde olgunlaşan bir anne olsun diye.
 Ama olmadı.
 Bayramın ilk günü annesiyle çektirdiği fotoğraf, son fotoğrafı oldu.
Bakışları “Anne, ben gidiyorum,” der gibiydi.
Ve Sümeyra, annesine son sarılışından sadece birkaç gün sonra uzandığı yataktan bir daha uyanamadı.
Daha on dördündeydi.
Bir bahar dalı gibi kırılıverdi.
Sırrı Er’in o yüreklere dokunan ifadesiyle: Küçük bir kalbin son atışı, cezaevindeki bir annenin gözyaşlarına karıştı.
Sümeyra dünyadaki meleğine veda etti.
Yeri bir daha asla doldurulamayacak büyük bir boşluk bıraktı ve gitti.
Gülüşü, odaları dolduran gülüşü bir daha hiç duyulmayacak.
Minicik elleri ile kurduğu hayalleri yarım kaldı.
Annesine bir kere daha sarılıp “Her şey güzel olacak,’’ diyecekti.
 Olmadı…
Diyemedi.
 Gökyüzüne bakıp bahar güneşi görecekti.
Göremedi.
Sümeyra adı bir dua gibi dudaklarda yankılanacak ama o uzak bir yerlerde sessizce uyuyacak.
 Sümeyra, mevsimi erken biten bir bahar çiçeği oldu.
Melek anne, kızının kokusunu dört duvar arasında arayacak; her köşede onun izini sürecek.”
 Sümeyra’nın babası “Kızının sabahlara kadar ‘Anne, anne!’ diye ağladığını, sayıkladığını söyledi.
“Kimseye beddua etmiyorum; onların da çocukları var. Allah müstahaklarını versin,”dedi.
 Melek Öğretmen neden içerde?
Dershanede öğretmen olduğu için…
Gerisini varın siz düşünün.
Milletvekili Sema Silkin Ün, sesini duyurmak için millet meclisinde ünü çıktığı kadar çığlık olup haykırdı:
 “3 Nisan gecesi, sizler kızlarınıza, evlatlarınıza sarılmış uyumuşken, on beş yaşındaki küçük bir kız çocuğu Sümeyra, uzandığı yataktan bir daha uyanamadı.
Ağır hastalığının altında ezilen bu kızcağız, aynı zamanda iki küçük kardeşine annelik yapıyordu.
 Annesi Melek Öğretmen hapisteydi.
Demek bu kadın darbe yapmış öylemi?
O gün, beş yaşında olan çocuğunu kucağına almış, tankın üstüne çıkmış, anlı şanlı askerlere darbe yapmış!
Bizim çağrılarımız yöneticileri teğet geçiyor, ulaşmıyor.
Aklı tutulanlar, vicdanı kuruyanlar yüzünden on dört yaşındaki daha körpe bir kız çocuğu, bir bayram gecesi bayramlığını çıkarıp kefen giyiyor.  Gelin bu toprağı kurumamış olan kızın yanına gidelim; varsa itirazınız o kabrin başında söyleyin.
 Bayramlığı kefen yapan başka Sümeyra’lara ağlamayalım, diyorum; ama buna da ağlamayanların olduğunu biliyorum.
Göğsünde iman taşıdığını ikrar eden dostlar!
Dicle kenarında bir kurdun yediği koyunun hesabını vereceğine inan dostlar!
 Din günü verilecek hesabın, hesapların en çetini olduğuna inan dostlar!
 Gelin bu vebalden kurtulalım; bunu bu vatanın gencecik evlatlarına, bu toprağın Sümeyralarına yapmayalım.
Sümeyra’nın dramı milat olsun!”
Melek Öğretmen, Ömer Gergerlioğlu’nun araya girmesiyle kızının cenazesine katılabildi.
Bahar güneşinin altında parlayan ellerindeki buz gibi kelepçelerle kızının soğumuş ellerine son defa dokundu.
Ve yine askerlerin arasında Ferizli cezaevine geri döndü.
Her devrin yükünü Melek gibi insanlar çekiyor.
Her devrin bir Uhud’u var.
Uhud bir sarp yokuş.
Uhud’un yükünü Sümeyralar omuzluyor.
 Kendisi de yıllarca dört duvar arasında çocuklarını gözleyen usta kalem Zeyneb Gülşen, bir çığlık bırakıyor sessizliğe:
‘’Sümeyralar ölürken lâl kesilir âlem
Ve bir ses duyulur ötelerden:
Yaşasın zalimler için cehennem!’’
Sevgili kızım Sümeyra!
Sen doğduğunda burada seni bir Melek karşıladı.
Şimdi yeni bir dünyaya doğdun.
Orada da melekler karşılasın.
“Alın dünyanız sizin olsun”
Dedin ve gittin…
Kabrin nurla dolsun…
Sümeyra!
Menzilin Firdevs olsun.
Sümeyra!





13 Nisan 2025 10:07
DİĞER HABERLER