''Bu sürecin adına “milyonlarca insanın ruh heykelinin cebri lutfi olarak dikilmesi süreci” diyebiliriz. Belki de irademizle alamadığımız mesafeler ‘Rububiyet çekici’nin darbeleri altında külli olarak telafi ediliyor.''
İnsanın hem kendine hem de çevresine bu gözle bakması gerekir. Herkes bedelini ödeyerek kendi hayatında kader çekicinin darbelerini sorgulayabilir. Kadere taş atabilir. Bunun en hafif faturası Allah’ın sanat icra etmesine itiraz sonucu terbiye dairesinden atılmaktır. Bunun ötesinde insan, diğer insanların başına gelenleri hadiselerin dış yüzüne bakarak sorgulamaya kalkarsa işin ucu Allah’ın Rahmetini ittiham etmeye kadar gider.
“Eyvah falanlar ne olacak, eyvah filanlar… Şunların durumu… Bunlara sahipsiz! Kimsesiz bu insanlar hali ne olacak… Mahvettiniz bu insanları…” Bu yakınmalar bizi ıstırapla inletiyorsa, ıztırar duasına ve o insanlara yardıma, el uzatmaya sevk ediyorsa iyidir, güzeldir. Ama şikayetlerimiz gördüğümüz manzarayı bize Allah’ın Rububiyet tecellilerini ‘matemhane-i umumi’ şeklinde görmemize sebep oluyorsa yanılır hata ederiz.
Hz. Bediüzzaman bu çok önemli bir hususu şöyle vurgular:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! Afaki malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâlî olamıyor. Amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh merkezden muhite, dâhilden harice bakmak lâzımdır.”
Yani Allah’ın Rububiyet’ini vicdani şuurumuzla nefsimiz açısından değerlendirebiliriz. Ama afaki olarak binlerce insanı düşünürken ‘niye niye…’ diye kaygılanırsak Allah’ın Rahmetini ittiham etmeye kalkmış oluruz, saygısızlık ederiz.
Mesela karlı ve fırtınalı bir günde pencereden bakar “Bu kuşlar ne olacak, eyvah şimdi hepsi donacak, açlıktan ölecekler diye” dertlenebilirim. Bu endişeyle balkonuma yem koyarsam doğru bir şey yaparım. Ama sanki onları sahipsiz gibi düşünürsem günaha girerim. Onların Hâlıkı o kış gününde onları aç bırakmaz. Ne güzel bir hadistir: “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sabah yuvalarından aç ayrılıp akşam evlerine tok dönen kuşlar gibi sizi rızıklandırırdı.”
OYUNU DOĞRU OKUMAK…
Allah’a inancını ve itimadını kaybetmeyen her insan Allah’ın, himaye dairesine aldığı kadın, erkek, yaşlı, genç herkesi; binleri, milyonları… ayrı ayrı özel/ehadi tecellileriyle sarıp sarmalayacağını bilir. Hariçten ümitsizlik gazelleri okumaz.
Kendini meyûsâne gazellerin karamsarlığına terk edenler “bahar neşideleri”ni hissedemez. Baharın ayak sesini duyamaz.
Baharın muhteşem kadrosunda rol alacakların “Rububiyet çekici” altında “ruhlarının heykelini dikişini”, her geçen gün güzelleşmelerini ve nurdan birer abideye dönüşünü anlayamaz. Ve kadere taşa atar.
Yani oyunu okuyamaz. “Akrebin kıskacında yoğrulanlarla” iftihar edeceğine onlara yas tutar. Baharın tüm öge ve elemanlarının rektifiyeden geçişini sezemez. Bu kutsi kadronun aziz ve azize fertlerine, anneden babadan daha erham ve eşfak olan Allah’ın Rahmetini farkında olmadan sorgular. Afaki tefekkürün sual ve vesveselerinde cedelleşir durur.
Hz. Musa’dan daha ilim sahibi kim vardı? Ama o gün için elindeki bilgiyle sadece fiziki alemi görüyordu. Hadiselerin perde arkasına, ledününe vakıf değildi. Metafiziğin ilmi Hz. Hızır’da idi. Ve Hz. Musa gibi ulu’l azm ve hakperest bir peygamber için gördüğü ‘zulüm’ veçheli hadiseler sabretmek zordu. Kur’an bize kıssaları anlatırken “masal” anlatmaz. İbret alıp hayat dersi çıkaracağımız misaller anlatır.
ZAMANIN ÇILDIRTICILIĞI VE İKİ YILDA SELİMİYE YAPMAK
Hadiselerin görünen yüzünü bilince her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Hiç bir işin batınını bilmiyoruz. Zahirde boğuluyoruz. Hem isyankarız hem de sabırsız.
Taş ve mermer sütunumuzu emanet ettiğimiz Rodin’in, Michelangelo’nun sanatına saygı duyup çekiç darbelerini hayranlıkla izliyoruz. Ama Michelangelo’dan Sistine Şapeli’nin tavanına yaptığı dev resmi altı yılda değil altı ayda bitirmesini istiyoruz. Rodin’den Düşünen Adamı’ı üç ayda bitirmesini bekliyoruz. Selimiye yapalım diyoruz ama Mimar Sinan’a altı yıl değil iki yıl veriyoruz. “79 yıl bekleme 40 yaşına varınca bu eseri yap” diyoruz.
Ve tüm sanatkarların ilham kaynağı olan sanatıyla Allah’ın milyonlarca insanı bin bir farklı çekiçle Ruh heykellerini inşa edişini endişeyle izliyoruz.
Kur’an’ın yüzümüze vurduğu bir aceleciliğimiz var. “Doğrusu insan, çok acelecidir.” (17/11).
BİZİ DİNLESEYDİNİZ YUSUF ZİNDANA DÜŞMEZDİ
Hz. Yusuf istiyoruz ama kuyularda kalan, esir pazarlarında satılan çocukları korkulu gözlerle takip ediyoruz. “Yedi sene zindan olmaz, iki sene kâfi” diyoruz. Küçük İsmail, bıçakla sınanmasın istiyoruz. Hz. Meryem bekliyoruz ama hep layık olduğu şekilde muamele görsün diyoruz. İftiralardan aşırı dertliyiz. Hz. Hatice istiyoruz ama ‘üç yıl Şi’bi Ebu Talip’te boykot yıllarını yaşamasın, bir yıl yetsin’ diyoruz. Uhud’suz ve Hendek’siz Mekke’ye yol arıyoruz.
Hz. Hızır ile yola çıkıyoruz ama üzerine deli gömleği geçiriyoruz. Elini kolunu bağlıyor, yol boyunca kafasını ütülüyoruz. Aslını faslını bilmediğimiz konuların bilirkişiliğe soyunuyoruz. Bizi dinleseydiniz bunlar olmazdı, “Yusuf, zindana düşmezdi” diyoruz. Bizi dinleseydiniz “İbrahim ateşe atılmazdı.”, “Bizi dinleseydiniz boykot yılları olmazdı…” falan diyoruz.
Tüm madalyonların bir yanına bakıp konuşa konuşa Hizmet’i kurtaracağımızı sanıyoruz. Hizmet sefinesini başka gemilerle karıştırıyoruz. Oysa tarih boyunca bu sefinenin yalnızca iki yakıtı oldu: Dua ve salih amel. Bu yakıtı olmayanlar lafla gemiyi hareket ettireceğini sanır.
Veysel Ayhan / Tr724.com