Tahta Kulübe

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'yi konu alan yeni köşe yazısını 'Tahta Kulübe' başlığıyla kaleme aldı.


Tahta Kulübe

Mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğarlar, belli bir süre yaşarlar, sonra ölürler.
Bir gün gelir, duvarlardaki renkler solar, pencereler yorgun bir göz gibi dışarıya bakar. Kimi zaman sessizlik çöker üstüne; kimi zaman bir fırtına gelip son nefesini üfler. 
Ve mekân ölür ama tam da o anda, bazı mekânlar birilerinin hafızasında yeniden doğar.
Çünkü her mekân, içinde yaşananlarla var olur. İnsanlar unutsa da taşlar, duvarlar hatırlar. 
Hatıralarıyla yaşamaya devam ederler. 
Bazı hatıralar vardır ki, zamana değil, ebediyete kazınır.
Tahta Kulübe de işte o mekanlardandır.
Mütevazı ama kudretli, sessiz ama yankısı çağları aşan bir şahittir o.
Duvarlarına sinen sesler, çayın buharı, sohbetlerin sıcaklığı, görülen rüyalar, içinde yaşanan acı tatlı hatıralar hepsi onun çocuğudur.

1966 baharında İzmir’e merkez vaizi olarak gelen Fethullah Gülen Hocafendi o günlerde bölgenin manevi merkezi Kestanepazarı Kur’an Kursu’nun idaresini de üstleniyor.
Öğrencilere yakın olmak için geceleri müdür odasında kalıyor. 
Mobilyacı Ahmet Serbest avluya mütevazı bir tahta kulübe inşa ediyor. 
Yer altı nehirleri gibi sessiz ve sakin, bakışları derin, iç dünyası deryalar kadar engin olan bu insan bir gün bütün bir dünyayı aydınlatacak olan ışığın yolculuğunun bu küçük kulübeden başlayacağını nereden bilebilirdi ki.
Ali Rıza Güvenler, Saffet Solaklar, Abdullah Aymazlar, İsmail Büyükçelebiler, İbrahim Kocabıyıklar, Koca Yusuflar, Hacı Kemaller, Yusuf Bekmezciler daimî misafirleri oluyor bu kulübenin. 
“Hocam, çay var mı?” diyen koşup geliyor. Bazen de Hocaefendi, kendi telefon açıp çağırıyor, kendi elleriyle çay yapıp ikram ediyor misafirlerine.  
Tahta Kulübe yalnızca yirmi yedisindeki genç vaizin kaldığı bir yerden ziyade sevgi ve inançla yoğrulan bir geleceğin inşa edildiği mübarek bir mekâna dönüşüyor.
“Altın Nesil” hayali, o mütevazı mekânda filizleniyor. İnsana, ahlaka ve bilgiye adanmış bir neslin doğum sancılarını yaşayan bir ana haline geliyor. 
Sadakat sütüyle emziriyor evlatlarını.
Hocafendi gündüzleri talebelere ders veriyor, geceleri uyuyan öğrencilerin üzerini örtüyor. Bütün bunlar için teklif edilen ücretleri reddediyor. Vaizlikten aldığı maaşının önemli bir bölümünü de öğrencilerin ihtiyacı için harcıyor.
Bir gün bir öğrencinin ayakkabılarının delik olduğunu görüyor. O an öğrenciye ayakkabı alacak imkânı olmadığı için bir taşın üzerine oturup ağlıyor. 
Kur’an kursunda girdiği derslerden hiç ücret almadığı gibi talebenin yemeğinden bir lokma bile yemiyor.
“Benim öğrencilerin elektriğinden kullanmam caiz değil.” diyerek Tahta Kulübe’ye elektrik saati taktırıyor.” 
Hocaefendi’nin ilminden ziyade asıl bu hassasiyetleri talebeye tesir ediyor.
Bir bayram öncesi, genç bir terziye takım elbise ve pardösü siparişi veriyor.  Arife günü, terzi elinde gri renkli elbiselerle geliyor. Yeni kıyafetlerini beğeniyor Hocaefendi. Cüzdanını açıyor ve ne kadar parası varsa hepsini verdikten sonra: 
“Kalan miktarını da aybaşında maaşımı alınca veririm.” diyor.   
Tam Tahta Kulübe’sine gireceği sırada genç terzi: 
“Efendim, yarın bayramdır. Bütün paranızı bana verdiniz. Birazını geri alsanız.” diyecek oluyor. Genç vaiz, bir anda bütün vücuduyla geriye dönerek: 
“Kardeşim bırak da izzetimizle yaşayalım.” diyor. 
O genç terzi, bir Osmanlı hayranı Şakir Ersoy’dur.
Tahta Kulübe bütün hayatını şerefle yaşayacak olan bir insanı misafir etmenin haklı gururunu yaşıyor.
Değerler üstü bir kıymet kazanıyor.
İstikbalde bütün dünyayı bir ışık şehrayinine dönüştürecek olan ışık evlerin, yurtların, okulların anası oluyor.
Ölümsüz bir mekâna dönüşüyor.
Kestanepazarı talebeleri, unutulmaya yüz tutmuş teheccüt namazını ve pazartesi-perşembe oruçlarını bu sayede keşfediyor. Bütün bu yapılanlar ötelerden alkış alıyor. Ardı ardına gelmeye devam eden ihbarlar, sadık rüyalar gidilen yolun, takip edilen metodun doğruluğunu tüm canlı yüreklere hissettiriyor. 
Bir pazartesi veya perşembe orucu için sahura kalktıkları vakitte Kemeraltı Camii'nin müezzini Hayri Hoca, heyecan ve telaşla gelerek;
“Benim acilen Hocaefendi’yi görmem lazım.” diyor.
Tahta Kulübe’nin kapısı açılıyor.
“Hocam! Biraz önce uyku ile uyanıklık arasında Peygamberimiz (s.a.s.) kaldığım odaya geldi ve:
“Git, Fethullah’a selam söyle.” dedi.
Hocaefendi yoldan geçerken onu görmek ve selamını almak için bütün esnaflar dükkânlarının önüne çıkıyor ve birbirlerine sesleniyorlar.
“Genç vaiz geçiyor.”
En güzel hikâyeler en güzel çağlarda yazılır.
En güzel çağlar da gençlik çağlarıdır.
Hocaefendi bunun bilincindedir.
Ege camilerinin kürsülerinden:
“Genç adam, bu badirenin bahadırı sensin.
Yıllardır düşlerde, hayallerde beklenensin.” diye seslenmeye başlıyor.
Bu genç vaizin gönüllere nüfuz eden sesine önce gençler koşuyor. 
Sesinden iman fışkıran vaizin şöhreti kısa zamanda çevre illere yayılıyor.
Ege’nin bu güzel şehrinde Tahta Kulübe’den yeni bir rönesans başlıyor. Evlerde dersler, sohbetler bir bir çoğalıyor. 
Bir kara sevdadır onlarınki ne de olsa. Gecenin sırtını sabaha dayadığı dakikalarda herkes evinde, yatağında mışıl mışıl uyurken genç vaizin sevenleri Kadifekale’den Havra Sokağı’na iniyorlar. Uyku tutmuyor gözlerini, Kutup Yıldızı oradadır çünkü. 
Tahta Kulübe’sinde.
Bütün bir dünyayı fethedecek heyecan vardır yüreklerinde. 
Ege’nin bu seküler şehrinde bir iyilik maratonu, yitik cennete bir yolculuk başlıyor.
Tahta Kulübe o mübarek maratonun yarış çizgisini oluşturuyor.
Bir gece rüyasında bir okul inşaatında çalışan nur yüzlü gençleri görüyor. 
O rüyada gördüklerini sabahleyin Tahta Kulübe’sinde şiirleştiriyor;

Gördüm nurlu geleceği rüyamda bir gece
Işıklar yağıyordu her tarafa sessizce
Yeni bir dünya kuruluyordu; harıl harıl
Her taraf gökle yarışır gibi pırıl pırıl

Bugün Uluslararası Kültür Olimpiyatları’nda fon müziği olarak dinlediğimiz ve dünya çocuklarının koro halinde söylediği Yeni Bir Dünya şarkısı, 1966’da görülen o rüyanın bir meyvesidir. 
Hocaefendi Tahta Kulübe’sinde hayaller büyütüyor, rüyalar görüyor.
Büyüleyici, enfes renklerle tüllenen geleceği görüyor.
Somaki musluklardan avuç avuç ışık içen gençleri görüyor.
Ezanlarla büyümüş bereketli bir milletin büyüklüğe sıçrayışını, devletler muvazenesinde söz sahibi oluşunu, geleceğin ne kadar rengârenk olacağını görüyor.

Tahta Kulübe’nin üzerine geceleri nurlar yağıyor göklerden.

Hocaefendi Tahta Kulübe’ye gelen bir avuç insana burs diyor, himmet diyor, yurt diyor, okul diyor. 
Hafta sonu çevre illere, ilçelere gidiyor. 
Tahta Kulübe’nin hayalleri ne kadar büyükse imkânlar da o ölçüde kıttır. 
Bu yüzden onun ilham verdiği projelerde yükün altına girenler için fedakârlığın herhangi bir sınırı yoktur. İzmir’in ilkleri olan Hacı Kemal, Mustafa Birlik, Alaaddin Kıdak, Zeki Sakman, Hayati Yavuz, Mehmet Eldem, Köse Mahmut, Mehmet Uslu, Gürbüz Paşa, Yusuf Bekmezci, Mehmet Uğur, Mehmet Çağdır, Ahmet Serbest, Mustafa Ok, Naci Şençekicer, Rahmi Dayıoğlu gibi Tahta Kulübe’nin müdavimi olan infak kahramanlarının fedakarlıkları dillere destan oluyor. 
Hocaefendi bu fedakâr insanların yaptıklarını kürsülerden anlatıyor:
“Yeniden bir sahabe devri başlıyor… Yeniden malını ve canını feda eden insanlar dönemi başlıyor!” 
Anadolu insanın içindeki dev uyanmıştır bir kere.
Önce Ege Bölgesi’nde sonra Anadolu’nun bütün illerinde evler, yurtlar, okullar en karanlık gecede parlayan yıldızlar gibi bir bir doğmaya başlıyor. 
Anadolu yıldız harmanı haline geliyor.
 
Aradan tam 25 yıl geçiyor.
Önden giden atlıların Asya topraklarına koşmaya başladığı 90’lı yıllarda Hocaefendi Ege camilerinin kürsülerinden “Hey gidi günler!” diyerek Tahta Kulübe günlerini anlatıyor;

“Çok kimseler, tatlı günleri ileride arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâlep dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz. Ve bir gün sahabinin dediği gibi “Hey gidi günler!” diyeceksiniz, “Meğer tatlı günler o günlermiş.” diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altında, belki de yerin üstünde ben de öyle diyeceğim.

Hey gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi gündüzlerinde koşulacak günler… Himmet toplantısı deyip utana utana, hicab ede ede, terleye terleye “Ne olur, Allah aşkına, coşun!” denen günler.
“Hey gidi günler!” ne kadar arkada kaldınız.
Benim Tahta Kulübe’ciğim içinde kaldınız! Ah Tahta Kulübe’m, her şey senin içinde kaldı.”

Tahta Kulübe hatıralarla dolu bir sandık gibi, genç vaizin ağlaya ağlaya kıldığı namazların, yıldızları kucaklarcasına yaptığı duaların, inleyişlerin, hıçkırıkların kayıtlı olduğu kompüter gibi.
Hocaefendi geçen yıl güz rüzgârları ile ayrıldı aramızdan.
Birkaç gün önce de Tahta Kulübe’nin mimarı Ahmet Serbest Ağabey.
Mekanlar da tıpkı insanlar gibi; doğarlar, belli bir süre yaşarlar, sonra ölürler. 
Bir gün gelir, duvarlardaki renkler solar, pencereler yorgun bir göz gibi dışarıya bakar. Kimi zaman sessizlik çöker üstüne; kimi zaman bir fırtına gelip son nefesini üfler. 
Ve mekân ölür ama tam da o anda, bazı mekânlar birilerinin hafızasında yeniden doğar.
Tahta Kulübe de o mekanlardan biridir.

26 Ekim 2025 11:18
DİĞER HABERLER