Tarık Burak yazdı... Gürül gürül Bir Hizmetin Özlemi…

Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir'e geldiğinde Edirne'deki mahkemesi devam ediyordu. Bir gün kendisini savcılıktan çağırdılar. Hocaefendi hadiseyi şöyle anlatıyor:
TARIK BURAK - SAMANYOLUHABER.COM

Gürül gürül Bir Hizmetin Özlemi…

Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir'e geldiğinde Edirne'deki mahkemesi devam ediyordu. Bir gün kendisini savcılıktan çağırdılar. Hocaefendi hadiseyi şöyle anlatıyor:
“Yanımda İrfan Akça ve Hacı Kemal Abi olduğu halde gittik. Meğer Edirne'de benim mahkememe bakan hâkimlerden biri değişmiş ve yerine bir kadın hâkim tayin olunmuş. Birisi de benim adımı ve imzamı kullanarak bu kadına hakaret dolu bir mektup yazmış. Mektubu benim yazıp yazmadığım tetkik olunuyordu ve savcılığa bunun için çağrılmıştım. Allah'tan mektup el yazısıyla yazılmış. Benim yazımı aldılar ve daha sonra takipsizlik kararı verdiler. Bu mektubu kim ve hangi gaye ile yazmıştı bilemiyorum. Fakat aleyhime bir komplo olduğu muhakkaktı.”

Hocaefendi, İzmir’de de sürekli takibe maruzdu. Peşinde daima bir sivil polis bulunuyordu. Fakat bütün bunlara rağmen, Hocaefendi, hizmetlerinde geri durmuyordu. 

Kestanepazarı'nda bulunduğu sıralarda, üniversitelerde yapılan seminerlere katılıyor, konuşmalar yapıyordu. Yaşar Hoca’nın İzmir'e vaiz olarak tayin ettiği Kemal Solak Bey Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuyordu. Hocaefendi, konuşma yapacağı zamanlar Kemal Bey ona yardımcı oluyordu. Hocaefendi’nin orada İslam iktisadı gibi mevzuları anlatması o camianın hoşuna gidiyordu.

“Bazen seminer şeklinde tasavvuf dersleri olurdu. Bir keresinde Necdet Bey de bulunmuştu. Sohbetten sonra, Vahdet-i Vücud ve Hallac-ı Mansur hakkında çeşitli sorular da sorulmuştu. Necdet Bey bu sohbetten çok hoşlanmış ki daha sonra yanıma gelip, bir hayli takdirkâr sözden sonra, ikili sohbet yapmamızı teklif etmişti. Üç-beş defa bir araya geldik. Bu sırada Gültekin Sarıgül Bey de sohbete gelmeye başladı. Halbuki Necdet Bey, bazı çevrelerle görülmekten endişe ediyordu. Bu sebeple sohbetlere ara vermek zorunda kaldık. Sohbet günü o, bir iş münasebetiyle Ankara’ya gitti. Sohbet de yapılamadı sonra. 12 Mart Muhtırası olunca benimle de görüşmekten çekindi ve bir daha da bir araya gelmemiz mümkün olmadı.

O zamanlar, bir taraftan ülkücüler, diğer taraftan da MTTB talebe kesimine sahip çıkma yarışındaydılar. MTTB'de benim tanıdığım müspet insanlar da vardı. Hatta onlardan bazıları her hafta beni dinlemeye gelir ve sohbetlere katılırlardı. Çok samimi bir hava içindeydik. Daha sonra particilik ortaya çıkınca onlar parti tarafını iltizam ettiler.”
MTTB’yi (Milli Türk Talebe Birliği’ni) ilk defa İttihat ve Terakki kurmuştu. Pan Türkizm akımının etkisiyle kurulan teşkilatlardan birisiydi. 



Sokaklar Arena
Zaman geçtikçe, ülke yeniden bir kaosa doğru sürükleniyordu. Sokaklar sol kesimden insanların yazdığı yazılardan geçilmiyordu. Müslümanlardan bir grup da onların yazısına yazı ile cevap vermeye çalışıyordu. Hocaefendi, sokaklara yazı yazma veya silmenin hiçbir faydası olmayacağını söylediğinden dolayı da bu sağ kesim ondan rahatsızlık duymaya başladı. Fakat yine de onları akl-ı selime davet etmek için Hocaefendi, onlarla irtibatını koparmamaya çalıştı. 

Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur'an'ın fen ve tekniğe bakan ayetlerini izah sadedinde birçok konuşmalar yaptı. Bu ayetleri izah ederken, o günlerde de kanaatı tayin ve tahsisin doğru olmadığı yolundaydı. “Hele şu ayet şuna delalet eder dememeli, daha şumüllü düşünmelidir. Aksi halde isabetsizlik olur. Bu tür konuşmalardan sonra, bu kanaatımı da izhar ederdim.” diyor Hocaefendi.

“O sıralarda bir hafta konferans verilir, diğer hafta da bu konferansın kritiği ve tenkidi yapılırdı. Benim yaptığım konuşmanın kritiği yapılırken Dr. Baha Kitapçı Bey ve bazı arkadaşların takdirkâr ifadeleri olmuştu. Dr. Baha Kitapçı Bey, zaten herkesi takdir eden bir insandı. Bazı arkadaşlar, camide his ve heyecan burada mantık ve muhkeme, diyerek takdirlerini bildirdiler. O gün itiraz edenlerden biri Süleyman Karagülle Bey idi. "Niçin ilme karşı tavır alınıyor? Kur'an her şeyi sarih olarak anlatmıştır.." gibi sözler söyledi. Yine itiraz edenlerden biri de bir avukat arkadaştı. O da ayetleri çeşitli alternatiflerle ele almamın, bu ayet sadece buna işaret eder demeyişimin karşısında olduğunu söylüyordu. Bir de yarı meczub bir ilahiyatçı vardı. Onun teklifi ise, Kur'an'daki fen ve tekniğe ait meseleleri, o sahanın uzmanlarına anlattırmalı, şeklindeydi. Süleyman Karagülle Bey'in münferid dersleri oluyordu. Onu bir konferans haline getirip anlattığı da olmuştu. Vakit buldukça bu konuşma ve sohbetleri dinlemeye de gidiyordum. Fakat, gün geçtikçe hizmet alanımızın genişlemesinden dolayı, daha sonraları oralara gitmeye zaman ayıramaz oldum...”

Gürül gürül Bir Hizmetin Özlemi…
Hocaefendi, bugün geniş bir ufukla yapılan hizmetleri, mantık ve muhakemenin zor anlayabildiği ta o günlerden arzu ediyordu. Fakat, yapılan her faaliyette belli bir çizginin yakalanamamasından dolayı çok rahatsızdı. Kendisi şöyle anlatıyor: 

“Beyler Sokağı'nda, Diriliş Derneği'ni açmıştık. Üyeleri, üniversite talebeleri ve üniversite mensubu bazı kişilerdi. Hatırımda kalanlardan bazıları Zafer Ayvaz, İsa Saraç ve Kemal Solak Beyler’dir. Başta Sezai Karakoç Bey'in kitapları olmak üzere İslami yayın bulundurulur ve okunurdu. Ufuk oldukça geniş sayılırdı. Bu sefer de arkadaşlar arasında fikir ayrılıkları başladı. Herkes gelip konuşuyor, konferans veriyordu. Ben de birkaç konuşma yapmıştım. Fakat ne konuşmalarda ne de düşüncede belli bir çizgiyi tutturmak mümkün olmuyordu. Bu durumdan rahatsızdım.

Bir yaz günü, çok insan olmadığı bir zamanda, yanıma Yusuf Pekmezci Bey'i ve bir-iki arkadaşı alıp gittim. Kitapları kolilere doldurduk. Rafları da söküp aşağıya indirdik. Yeri de sahibine teslim ettik. Tam eşyaları arabaya yükleyeceğimiz sırada İsa ile Zafer Beyler geldi. Rahatsızlık izhar ettiler; ancak yapacakları bir şey yoktu. "Bizim yerimiz kendi evlerimiz" dedik ve bütün gayretlerimizi o türlü çalışmalara teksif ettik.

Kestanepazarı'nda bulunduğum devreye ait hayırlı teşebbüslerden biri de İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitülerinin şu anda bulundukları yerleri alma çalışmaları oldu. Ali Rıza Güven, Dr. Dursun Bey ve ben, üçümüz, o arsalara beraber bakmıştık. Daha sonra da arsalar alındı ve bina yapıldı. Turgutlu'ya yardım toplamaya gittiğimizde ise, bir de bize Hacı Bekir katılmıştı.”

 “Varlıklı insanların, hayır işlerine katılmayışı çok tuhafıma giderdi. Bir fabrikatör, çıkarıp elli lira vermişti, bunu çok garipsemiştim.

Böyle dolaşmakla bir yere varılamayacağını anladım. Yardım isteyeceğimiz insanları bir araya toplayalım ve birbirlerini teşvik etsinler, dedim. Bu teklifim kabul edildi ve Hacı Ahmed Bey'in mağazasının üstünde toplandık.

On kişi kadardık. Hatırladıklarım arasında, Konyalı Hacı Mustafa, Ali Rıza Güven, Hacı Ahmed Tatari ve İsmail Alkan Beyler vardı. Ben bir şeyler söyledim. Ali Rıza Güven Bey de bir şeyler anlattı. Daha sonra da para toplandı. Ahmet Tatari 100 bin lira verdi. Ali Rıza Güven Bey 50 bin lira ile onu takip etti. Herkes bir miktar söyledi. İsmail Alkan ise 2500 lira verdi. Halbuki çok zengin bir insandı. Verirken de "Herkes inandığı kadar yapar" dedi. Bu sözü hiç unutmadım.

Bu arada İmam Hatip Okulu'nun yapımına başlandı. Taban döşemelerini toplamaya Ali Rıza Güven Bey'le ikimiz gittik. İstemediğim halde bir kadınla da muhatap olmak zorunda kalmıştık. Hatta Ali Rıza Bey, dönüşte bana şöyle demişti:
"Hocam, sizi çok takdir ettim. Prensipleriniz, dini düşünceleriniz... Fakat burada yaptığınız fedakarlık.... Doğrusu bizi çok mütehassis etti."

Fakat ben İmam Hatip Okulu hatırına o gün bana zor gelse de prensibimden taviz vermiştim. Bu da Ali Rıza Bey'i duygulandırmıştı. İşin garibi o kadından hiçbir şey alamamıştık...

İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü'nün faaliyetlerinde içinde bulunmaya çalıştım. Her açılış ve kapanış merasimlerine mutlaka iştirak etmeye gayret ettim. Bu müesseselerin her zaman fayda ve yararına inandım. Ve gelecekte de inşallah tarihi vazifesini eda edecektir.”

“Hizmetin Hiç Kimseye Bir Diyet Borcu Yoktur”

Kuveyt emiri, “Her yıl zekât fonumuzun bir kısmını Türkiye’deki İslami hizmetlere aktaralım!” diye talimat vermişti. Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunan Kuveytli bakan, emirin bu isteğini yerine getirmek için bir muhatap arıyordu. Bu meseleyi Hocaefendi’ye getirdiler. Ama o, böyle bir yardımın Türk insanı için doğru olmayacağını ifade etti. Türkiye zengin bir ülke değildi. Belki 1970’li yıllarda hizmetler için yardımlar henüz yeterli değildi, ama yapılacak iş ne olursa olsun, müracaat edilecek yer samimi Türk insanının himmeti olacaktı. Nitekim ileride sadece hizmete yardım için iki evinden birini satan hatta tek evini satıp kiraya çıkan insanlar çıkacaktı.

Hocaefendi şöyle diyordu: 
“Bu harekette hiç kimsenin, hiçbir gücün tek bir senti bile yoktur. Hizmet insanı başka bir milletin uydusu olamaz… Bağımlı hareketler bir gün mutlaka kundaklanır ve çökerler. Geleceğin dünyasını bağımsızlar kuracaktır. Millete mal olmuşluk size yeter. Tek sermayeleri samimiyetleri olan bu garipler dünyayı değiştirmeye vesile olacaklar. Bu destan, dünyayı değiştirmeye gelmiş bir insanın (Hazreti Muhammed (sav)) peşinde koşanların destanıdır… Bu, sahabe dönemi gibi örneği kendinden olan bir harekettir. Benzeri az bir fedakârlık örneğidir…  lemin kurtuluşunu kendilerinden beklediğimiz nesillere evvel ve ahir tavsiyemi söylemek istiyorum: 
Aziz ve onurlu olun. Yakanızı ve paçanızı belli güç kaynaklarına kaptırmayın. Onların yanına derdinizi ve kendinizi ifade etme için gitmiş olsanız bile her zaman müstağni davranın. Başkalarının tahdit ve kayıtları altına girmeyin. 

Kimse bizi alet olarak kullanamaz. Çünkü kimseye diyet ödeme mecburiyetinde değiliz… Bir zamanlar âleme nizam vermiş bu milletin hamiyetli çocuklarını hiçbir dış güç kendi hedefleri istikametinde kullanamayacak, figüre edemeyecektir. Çünkü bu vatan evladının hiç kimseye bir diyet borcu ve minneti yoktur.”



İttihad Gazetesi

Hocaefendi’nin ifadesiyle, gazete Müslümanların geç tanıdıkları bir güçtür. Gerçi belli dönemlerde haftalık, aylık bazı gazeteler çıkmış ise de takip, tazyik ve imkansızlıklar yüzünden devam ettirilememişti. Yine böyle güçlü bir gazetenin hikâyesini şöyle anlatıyor Hocaefendi: 

“Salih Özcan Bey'le tanışıklığımız çok eskilere dayanır. Sık sık İzmir'e gelip giderdi. Bu esnada böyle bir duygu belirdi, olgunlaştı, pekişti ve merhum Zübeyr Ağabey'in te'yidiyle de gazete çıkarıldı. Gazete haftalık olarak çıkıyordu. Adı "İttihad Gazetesi" idi.

1968 hac mevsiminde gazete Türkçe-Arapça olarak oldukça fazla miktarda basıldı ve arkadaşlar Mina'da, Müzdelife'de ve Mekke'de sattılar. Gazete adına o yıl bereketli bir yıl olmuştu.” 

Hacı Kemal Erimez 1968 yılında gittikleri hacda İttihad Gazetesi’ni Salih Özcan'la birlikte çadır çadır gezerek bizzat dağıtmıştı. İttihad gazetesi o aralar maddi yönden çok sıkışık bir durumdaydı. Zeytinliklerinden elde edilen zeytinlerini satan Hacı Kemal henüz parasını alamamıştı. Salih Özcan kendisine gazetenin içinde bulunduğu zor durumu anlatınca, mertlikte ve cömertlikte yarışan Erimez, daha henüz eline geçmeyen parasını Salih Bey’e devretti ve böylece gazete zor durumdan kurtuldu.


Gergin Hava

Hocaefendi, daha sonraları İttihad gazetesi ile yaşanan süreci şu şekilde anlatıyor:
“Sonra Salih Özcan Bey gazeteden ayrıldı. Her şeyde beraber olduğum için, ayrılmadan evvel beni de İstanbul'a çağırdılar. Hacı Kemal, Mustafa Birlik Bey ve ben üçümüz İstanbul'a gittik. Florya Oteli'nde görüştük. Zübeyr Ağabey'in dışındaki bütün büyükler oradaydı. O gelmemişti. Havanın gerginliğinden, hiç de hoş olmayacak bir hadisenin vukuunu sezmiştim. Ayrıca Zübeyr Ağabey'in toplantıya gelmeyişi kuşkumu daha da arttırmıştı. Bir ayrılık seziyordum ve bu da beni çok üzüyordu.

Bu arada Abdülvahid adındaki bir arkadaş bana "Zübeyr Ağabey sizinle görüşmek istiyor" dedi. Gittim, görüştüm. Şahsım adına vifak ve ittifakın ancak, bu işin dışında kalmakla mümkün olacağına inandım ve aktif planda bir şeye karışmamaya karar verdim.”

Gazete ondan sonra günlük çıkmaya başladı. Hocaefendi’nin çok sevdiği çocukluk arkadaşı Mustafa Polat Bey de onların yanında kalmıştı. Hocaefendi anlatıyor: 
“Babıali'de bugün bile onun gibi gazeteci az bulunur. Mesela çok usta bir mizanpajcıydı. Yazı yazarken müsvedde yazdığını hiç görmedim. Kış gününde bile terler, ayaklarını bir leğene sokar, önüne daktilosunu alır, yazar "Bunu gazeteye koyun" derdi. Çok istidatlı ve çekirdekten gazeteciydi. Zaten babası da ‘Hür Söz’ gazetesinin sahibiydi. Gazete, Erzurum'da mahalli olarak çıkıyordu. Mustafa Polat Bey, minnacık çocukken, notlarını steno ile alırdı. Menderes Erzurum'a geldiğinde, onu kürsünün önünde not alırken görmüştüm. Gazetecilerin en genci oydu. Bu manzarayı da hiç unutamam. İttihad Gazetesi'nin başına onu getirdiler. Gazete hakikaten kaliteli çıkıyordu.”

O günlerde Mehmed Şevket Eygi, Bugün Gazetesini çıkarıyordu. Gazetenin tirajı 100 binin üstündeydi. Fakat, İttihad, kendi çizgisinde hizmetlerini sürdürürken; yine bir kısım hazımsızlıklar olmaya başladı. 

Hocaefendi, o günkü hadiseleri şöyle anlatıyor: “Ben her iki gazete arasında neler geçtiğini teferruatıyla bilemiyorum. Fakat, Bugün Gazetesi'nin İslam’ı Türkiye'de temsil eden tek gazete olduğu imajı vardı. İttihad gibi o da yararlı oluyordu ve arkadaşların hepsi meşrepler üstü hareket etme gayreti içindeydiler. Fakat, yine de bir hayli rahatsız olan vardı. Bu arada, dengenin tam korunup korunmadığını bilemeyeceğim. Mustafa Polat Bey ve bazı arkadaşların yazılarından rahatsız olanlar vardı. Bu durum beni çok rahatsız etmeye başladı. Bir gün, hiç unutamıyorum, Mustafa Polat Bey'i telefonla aradım. Neler konuştuğum bütünüyle hatırımda değil. Fakat şunları söylediğimi zannediyorum: "Sağa, sola durmadan tecavüz ediyorsunuz. Ben bunu Bediüzzaman’ın mesleği ile telif edemiyorum." Ben bunları söyleyince Mustafa Polat "Ağabey, onlar da bize hücum ediyor" dedi. Ben de "Onlar bize on defa hücum etseler, biz onlara bir defa karşılık versek, yine biz zulmetmiş oluruz. Çünkü bizim elimizde yol gösterici düsturlar var. Eğer bu tutumunuzda devam ederseniz, işi tamir için bizim de anlatacağımız değişik şeyler olabilir" dedim ve ahizeyi kapattım. Daha sonra bu konuşma benim için bir hicran oldu. Çünkü o aziz ve çok kıymetli dostum ve kardeşim Mustafa Polat Bey, bu konuşmamızdan kısa bir müddet sonra elim bir trafik kazası sonucu vefat etti. Ve ben ona "Hakkını helal et" diyememiştim. Cenaze namazında bulundum; fakat son görüşmemizin bu şekilde söylenen sözlerle bitmiş olmasının üzüntüsünü hâlâ yaşarım. Mustafa Polat, tertemiz, pırıl pırıl asil ve seçkin bir insandı. Cenab-ı Hakk onu firdevs cennetiyle mükafatlandırsın. Ve dostluğumuzu ebedi kılsın. (Amin)”

Gelecek Bölüm: İlk Hacc ve İlk Hizmet Evi

27 Haziran 2019 15:44
DİĞER HABERLER