Tayyip Erdoğan'la uçakta, Bağdat dönüş yolunda, gecenin ilerlemiş bir saatinde konuşuyoruz.
"Ben ne Şiiyim ne Sünni. Ben Müslümanım" deyiverdi sesindeki heyecana hükmetmeden.
Tayyip Erdoğan'la uçakta, Bağdat dönüş yolunda, gecenin ilerlemiş bir saatinde konuşuyoruz. Irak'ta Şiilerle Sünnilerin arasında, ona göre "eften püften sebeplerle ülkenin ne hale geldiğine" ilişkin duyduğu derin üzüntüyü Irak yöneticilerine böyle ifade etmiş.
"Bunu kime söylediniz" diye soruyorum. Çünkü, bir gün içinde, müthiş bir trafikle görüşmediği üst düzey Iraklı lider kalmamıştı. Kısa bir tereddütten sonra, "Senin arkadaşa söyledim" diyor. "Benim arkadaş", Irak'ın Şii Cumhurbaşkan Yardımcısı Adil Abdülmehdi.
Celal Talabani'nin Tayyip Erdoğan ve bizleri kabul ettiği küçük bir saray (Saddam Hüseyin'in eşi Sacide'nin eski evi) sayılabilecek Cumhurbaşkanlığı makamında, Adil Abdülmehdi ile öyle bir kucaklaştık ki, beni göstererek, çevresine "30 yıllık çok eski arkadaşım" deme gereğini o duydu. 1970'lerin sonlarında, unutulmaz Beyrut günlerini birlikte yaşamıştık...
Başbakan, ardından "Tarık el-Haşimi'ye de söyledim" diyor. Tarık el-Haşimi, Irak'ın Sünni Cumhurbaşkan Yardımcısı. "Ne Sünniyim, ne Şiiyim; Müslümanım" sözü, buna muhatap olanlar tarafından tümüyle onaylanmış. Bunu duyunca, aramızdan biri şaka yapıyor: "Bunu yazsak, acaba Yargıtay Başsavcısı iddianamesine aleyhinizde delil olarak girer mi? Medyada kıyamet kopar mı ‘ne demek istiyor' diye?"
***
Tayyip Erdoğan, "Ana gibi yar; Bağdat gibi diyar olmaz" Türk özdeyişiyle başlattığı gezisinden belirgin bir buruklukla ayrılmış gibi. "Bağdat'a geldim, Bağdat'ı göremeden dönüyorum" diyor ve hepimizin gözlemlerine de tercüman olmuş oluyor.
Gerçekten de benim son kez iki yıl önce gittiğim Bağdat değil, Başbakan'la gittiğimiz Bağdat. Son gidişimin hemen ertesinde öylesine acımasız bir Şii-Sünni çatışması ülkeyi ve başta Bağdat'ı kıstırmıştı ki, zaten savaş ve çatışmayla feri giderek sönen Bağdat, Bağdat olmaktan iyice çıkmış.
Bağdat diye, kıvrıla kıvrıla giden yolların iki yanına yerleştirilmiş yüksek beton blokların labirent haline getirdiği bir yerleşim merkezi var. O beton blok labirentleri arasında yol alırken, etrafı göremiyor, nerede olduğunuzu kestiremiyorsunuz.
Özellikle Başbakanlık ve Meclis'in ve liderlerin ikametgâhlarının bulunduğu "Yeşil Bölge" yani Saddam'ın eski Cumhurbaşkanlık Sarayı'nın, bugün Amerikalı yöneticilerin yer aldığı alan da çok yerde sadece göğü görebiliyor, yönünüzü tümüyle yitiriyorsunuz.
Dicle'yi aşıp, nehrin sol yakasındaki, Cadıriyye semtindeki Celal Talabani'ye giderken bir nebze aralandı beton labirentler. Bir nebze.
Bağdat, Irak'ın merkezinin anormal halinin canlı bir göstergesiydi. 47 dereceyi bulan temmuz sıcağında...
***
İşin olumsuz yanı bu kadar. Bu Bağdat ve genel olarak Irak, muazzam bir gelecek potansiyelini ifade ediyor ve Türkiye, bu "gelecek potansiyeli"ni en can alıcı şekilde yakalayan ülke konumunda.
Başbakan Nuri el-Maliki ile altına imza koyduğu "Yüksek düzeyli Türkiye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi" başlıklı belgeye gönderme yaparak, Tayyip Erdoğan'a "Türkiye'nin bu düzeyde hangi ülke ile ilişkisi var?" diye soruyoruz ve "Hiçbir ülkeyle" cevabını alıyoruz. Ardından ekliyor: "Sadece bizim değil, Irak'ın da hiçbir başka ülkeyle arasında böyle bir anlaşma yok."
Başbakan, rakam konuşuyor: "Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı şimdiden günde 800 bin varile erişti. Kapasitesi 1 milyon. Önümüzdeki yıllarda çok artacak. Şimdiden bunu geliştirmek ve ayrıca bir boru hattı inşa etmek gerekiyor. Teknik çalışmaları hemen başlatıyoruz."
Başbakan Erdoğan, Irak doğalgaz zenginliği ile de yakından ilgili. Üstelik, sözünü ettiği "doğalgaz zenginliği"nin "Kürt bölgesinde" bulunduğunu söylüyor. Bunun çıkartılarak Nabucco'ya bağlanmasıyla Türkmen, Azeri ve hatta İran doğalgazının Avrupa'ya aktarılmasına ek olarak, Irak'ın Batı'yla enerji bağlantısının sağlanmasının Türkiye'ye kazandıracağı "siyasi-ekonomik güç"e dikkat çekiyor.
Türkiye ile Irak arasında, her alanda oluşacak "karşılıklı bağımlılık"ın "stratejik önemi ve değeri"nin altını çiziyor. Bu çerçevede, Türkiye ile Irak arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalanması, Türkiye'nin Irak'ta kurulacak serbest bölgeye katılması, iki ülke arasındaki ticaret hacminin bugünkü 5 milyar dolar seviyesinden çok uzun olmayan bir süre içinde 25 milyar dolara çıkartılması gibi heyecan verici hedefler var kafasında.
"Bağdat Seferi"nin en somut kazanımı olarak, TPAO'ya Irak petrollerinin aranması, çıkartılması ve pazarlanmasında listeye alınmasını sağlayacak "petrol anlaşması"nın son dakikada imzalanmasını sayıyor.
***
Celal Talabani'nin cumhurbaşkanlığı makamında koca salonun iki yanına sandalyeler dizilmiş. Salonun tam karşısında Türkiye ve Irak bayraklarının önünde Tayyip Erdoğan ile Celal Talabani oturmuşlar ve aralıksız biçimde birbirleriyle konuşuyorlar.
Talabani, konuşmaya öylesine dalmış ve "gidişattan öyle memnun görünüyordu" ki, heyetler arasında görüşmeyi iptal ettirdi. Heyetler arası görüşme saatinin geldiği kendisine söylendiğinde, "Gerek yok, görüşüyoruz işte" diyerek baş başa görüşmeyle sonuç almayı öne aldı.
Zaten, Irak hükümetinin ve siyasi şahsiyetlerinin tümü oradaydı. Her bakan, muadili ile yoğun görüşmelere zaten dalmıştı. Ardından yemeğe geçildi. Talabani'nin dillere destan sofrasında, Dicle'nin ünlü balığı, Bağdat'ın ünlü yemeği mezguf, lengerlerden dökülmüş kuzu etleri, pilav, frik, içliköfte, bamya, yok yoktu.
Yemeğe geçilmeden önce bir ara, koşuşmalar olmuş ve Tayyip Erdoğan ile Celal Talabani'nin önüne iki kâğıt konulmuştu. TPAO'yu "Irak petrolleri"nin "imtiyazlı devleri" listesine sokturan "petrol anlaşması" imiş o.
Tam yemeğe geçilirken Irak Başbakan Yardımcısı Barham Salih, heyecanla kolumu çekiştirerek "Oldu. Son dakikada oldu. Petrol Anlaşması da imzalandı. Çok önemli. Sizinkilere sor, anlatsınlar" diyerek masada yerini alıyordu.
Tayyip Erdoğan, uçakta dönerken o anı anlatıyor: "Hediyemi isterim. Petrol anlaşmasını imzalamadan buradan ayrılmam dedim" diyor gülerek. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Cumhurbaşkan Yardımcıları Adil Abdülmehdi ve Tarık el-Haşimi'nin ortak imzalarıyla Petrol Bakanı Hüseyin Şehristani'ye talimat veriliyor ve Türkiye, cebine bu anlaşmayı koymuş vaziyette "Bağdat Seferi"ni noktalıyor.
Şehristani'nin direnmesinin nedeni var. TPAO'nun gücü ve kapasitesi, bu rolü üstlenmeye yeterli değil. "Şarta bağlı" bir anlaşma söz konusu olan. TPAO'nun, bir "konsorsiyum" ile Irak petrol alanlarına girmesini öngörüyor.
Ne olursa olsun, Türkiye, "Irak petrol havzası"na imtiyazlı biçimde adım atmış oluyor. Ve, bu günlerdir Tayyip Erdoğan'ın ziyaretine büyük bir istek gösteren, Irak'ın tüm yöneticilerinin Türkiye'yle "stratejik beraberlik" için bir jesti olarak da anlaşılmalıdır.
Tayyip Erdoğan, başta Celal Talabani, Iraklı yöneticilerin birçoğunun kendisine, "Bugün bizim bayram günümüz" dediğini belirgin bir şaşkınlıkla bize aktarıyordu.
Her gün, her şeyine bizim de şaştığımız, şaşırtıcı bir ülkeyiz biz.
18 yıl önce Saddam'ın saygısızlık yaptığı, tehditkâr bir dille başbakanına hitap ettiği Türkiye'nin Başbakanı, önceki gün Bağdat'ta çarpıcı bir konukseverlik ve sevecenlikle bağra basıldı.
Hepimiz, tüm zorluğuna rağmen -yakıcı sıcak ve güvenlik önlemleri- ülkemizin dışında gibi hissetmedik kendimizi. Sanki, bir Türkiye-Irak Konfederasyonu kurulmuş ve biz geniş ülkemizin bir bölümünde gibiydik.
Bizlere, böylesine yoğun ve candan bir dostluk başka nerede gösterilebilir, meraka değer.
Sözünü ettiğimiz ülkenin Irak olması özellikle ilginç.
Belki de şaşırmamalıyız. Şaşırtıcı bir ülkeyiz biz. Her anlamda, her yönüyle...