Türkiye’nin kanayan yarası töre ve namus cinayetleri sorununu masaya yatıran Aksiyon, tüm tarafları dinledi.
Doğu ve Güneydoğu illerinde karşılaştığımız manzara şunu haykırıyordu: Bu kronik sorunu çözmek için “eğitim, gelenek ve sevgi” üçgeninden faydalanmak şart.
Kız kardeşinin, düşman aşiretten bir delikanlıyla kaçtığı haberini alan 17 yaşındaki Urfalı Şehmuz, öfkeden çılgına döner. Kara kara düşünmeye başlar; çünkü bu lekeyi ‘temizleme’ görevi büyük ihtimalle ona düşecektir. Aşiret ve aile büyükleri ilk günlerde ‘öldür’ emri vermez; lâkin bir hafta sonra durum değişmeye başlar. Kahveye giden babasına aşiretin hatırı sayılır kişileri ileri geri konuşarak “Namus tez zamanda temizlenmeli.” diye baskı yapar. Amcası ve amcasının oğulları da genç Şehmuz’un üzerine gelir: “Kız kardeşin, düşmanımızın oğluna kaçtı; utancımızdan insanların yüzüne bakamıyoruz. Kızı al getir, sonra da öldür.”
Sokakta herkesin kendisine kötü kötü baktığını, kızların bile “Hadi öldür” der gibi kendisini süzdüklerini aktarıyor Şehmuz. Aradan haftalar geçer, Şehmuz’u terleten dedikodular alır yürür; ama kız kardeşinden haber yoktur hâlâ. Baskılara dayanamayan Urfalı genç, “Nasıl olsa 17 yaşındayım, fazla yatmam, çıkarım.” diyerek kardeşini öldürmeye karar verir. Beklediği haber de çok geçmeden gelir. Kız kardeşi, düşman aşiretten sevdiğiyle resmî nikâh kıydırıp yakınlarda bir köye yerleşmiştir. Ve gidip oracıkta nikâhlı bacısını öldürür. Ailenin ve aşiretin namusu güya temizlenir!
İLK ELDEN DİNLEDİK
Şehmuz şimdi 25 yaşında. Hapishanede geçirdiği 3 yılı hatırlamak bile istemiyor. Yaşıtlarına göre çok daha olgun ve sakin görünüyor. Kendisi hâlâ bekâr; evlenmek de istemiyor. “Peki, kendi kardeşini nasıl öldürebildin?” diye soracak oluyoruz; sadece “kızgınlık ve üzüntü” diyebiliyor. Şehmuz K.ya göre böylesi cinayetleri işleyenlerin hiçbiri isteyerek yapmıyor. Ama yaşadıkları ortam, aile ve aşiret bunu zorunlu hâle getiriyor. Gençler “Öldürmeyeceğim.” diye ne kadar dirense de yaşadıkları baskıyla önce psikolojileri bozuluyor, mantıklı düşünemiyorlar. Sonra da “öldüreyim, kurtulayım” havasına giriyorlar.
Töre cinayetleri, 21. yüzyıl Türkiye’sinin hâlâ kanayan derin bir yarası. Başlamadan biten hayatların, kurşunlara kaptırılan gençliklerin küçük; ama en yaralayıcı örneklerini sunuyor. Bir kişiyi suç işlemeye zorlarcasına kurallar koymak veya o kişiyi işlediği suçtan dolayı ‘infaz’ etmek, İslam dininde de yasaklanıyor. Ama ne yazık ki insan öğüten bu çark, acımasızca dönmeye devam ediyor Türkiye’de.
Her ne kadar benzer olaylara zaman zaman kulak kabartmış olsak da yaşananları anlamakta güçlük çekiyor, biraz yutkunuyor, biraz düşünüyor; ama en çok da hayıflanıyoruz. Oturduğumuz yerden, “Nasıl olur da kardeş kardeşi öldürebilir?” gibi soruları sormak yerine Doğu ve Güneydoğu’yu bizzat arşınlayarak töre-namus cinayetlerinin arka planını öğrenmek istedik. “Onlar geri kalmış ve hoyrat, oralarda zaten kadının adı yok” gibi talihsiz yorumları yapmak hayli kolay olsa da biz; bölgedeki çilekeş insanların neler yaşadığını, kanaat önderlerinin samimi çabalarını, aşiret reislerinin cinayetlerdeki rolünü, töre kanunlarının olumlu-olumsuz yanlarını ve insanları cinayet işlemeye götüren o süreci araştırdık. Töre mağdurları ve cinayet mahkûmlarının yaşadıklarını dinledik ilk elden… Herkesin kendine göre bir sebebi, belki de haklılık payı vardı.
“Töre ve namus cinayetleri” diyerek yollara düşmek zordu. Adımız ‘gazeteci’ olunca söze girmek, nabız yoklamak, soru sormak daha da zordu. Çünkü bölgedeki insanlar haklarında yapılan haberlerden, kendilerine yöneltilen ithamlardan bıkıp usanmıştı. Töre kelimesini duyar duymaz onların bile aklına ilk gelen şey cinayetlerdi. Halbuki töre, Türk insanını yüzyıllarca bu topraklar üzerinde ‘bir’ tutup öz benliklerini korumalarına yardımcı olmamış mıydı? Cehalet eseri bu cinayetlerde esas kurbanlardan biri de aslında ‘töre’mizdi. Yöre halkı, töreyi cinayete indirgeyen, yarayı tedavi etmek yerine kaşıyan, üstelik İslam’ın da bu cinayetleri onayladığını ima eden haberlere ateş püskürüyordu. Görüştüğümüz tüm kanaat önderleri, aşiret reisleri, din adamları ve bölge halkı bu özdeşleştirmelere karşı çıkarak sorunun çözümü için “yapıcı ve kucaklayıcı olmak” gerektiğini vurguladı.
GERÇEK TÖRE, ÖLDÜREMİYOR!
Töre, en genel anlamda bir toplumun gelenek ve görenekleri olarak tanımlansa da ‘kötü imaj’ yüzünden görüştüğümüz çoğu kimse ‘töre’ demekten sakınıyor, yerine “gelenek, örf ve âdet” gibi kelimelere sığınıyordu. Diğer taraftan, en geçerli olduğu söylenen Doğu ve Güneydoğu’da bile eskisi kadar hâkimiyeti kalmamıştı törenin. Töre kanunları içinde ölüm kararının çok cüz’î bir yer tutması da cabası.
“Tarih Boyunca Aşiretçilik ve Şanlıurfa Aşiretleri” isimli kitabın yazarı, İslam hukuku uzmanı İbrahim Bozkurt, bu konuyu Arapça, Farsça ve Kürtçe eserlerden çeviriler yaparak yıllarca araştırmış bir isim. Bozkurt’tan öğrendiğimiz kadarıyla gerçek töre kanunlarında sekizden fazla namus suçu var. Ancak bunlardan sadece birinde ölüm cezası bulunuyor; ama şartları o kadar ağır ki; ölüm emri vermek çok zor. Diyelim ki bir hanım kaçtı. İki aşiretin de kadının suçlu olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Sonra bir danışma meclisi kuruluyor, aile büyükleri ve en az dört şahit bir araya geliyor. Herkes tek tek dinleniyor. ‘Bilgin adam’ dedikleri şeyhin de kanaati alınıyor. Aşiret reislerinden oluşan genişçe bir meclis de durumu doğrular ve kadının suçlu olduğuna karar verirse ancak o zaman ölüm cezası veriliyor. Fakat tarihte hiçbir meclis, bir kadının ölümüne karar verememiş.
İbrahim Bozkurt’a göre cinayetler törelere göre değil, bireysel tercihlere göre işleniyor. Yaşananların aşiret, örf ve âdetlerle de alakası yok. Mesela töreler, evden kaçan kızlara kendini koruma şansı vermiş. Kaçan kız, istediği aşiret ya da şeyhin yanına sığınabilir, onların gözetimi altında olduğu müddetçe de kimse bir şey yapamazmış. Eğer zarar verilirse, bu aşiretler arası kavganın başlamasına sebep oluyormuş. Bozkurt’un araştırma sonuçları ise sığınma yöntemleri sayesinde olayların tatlılıkla çözüldüğünü, kan dökülmeden barıştırmaların gerek aşiret reisleri gerekse şeyhler aracılığıyla olduğunu, gerçek ‘töre kanunları’ sebebiyle tarihte kimsenin öldürülmediğini ortaya koyuyor. Fakat cumhuriyetin ilk yıllarında, şeyhlere danışılmadığı için töre bahane edilerek öldürülen kadınlar olmuş. Zaten töre kanunları her kadına da uygulanmıyormuş. Eğer kadın, bir aşiret mensubu değilse ‘asil’ sayılmadığı için sözlü kanunların geçerliliği olmazmış. Günümüzde en sık rastlanan, gayrimeşru ilişki sebebiyle hamile kalan, daha sonra aile fertlerinden biri tarafından öldürülen kadınlar için de törenin şartları var: “Kadın-erkek birbirlerini seviyor mu? İkisi de bekâr mı? Arada isteme, dünürlük olmuş mu? Herhangi bir aşirete mensup mu?” Bu sorulardan en az birinin cevabı ‘evet’se kimse öldürme emri veremiyor. Dolayısıyla günümüzde uygulanan ve töre sanılan kuralların daha ilkel olduğu ortaya çıkıyor.
27 Ekim 2006 tarihinde Van’ın Başkale ilçesinde işlenen cinayetle hayatını kaybeden Naile Erdaş’ın ölüm emrini ailesi vermişti. Çünkü o, uğradığı tecavüz sonrasında hamile kalmış ve çocuğunu dünyaya getirmişti. İşlenen cinayetin adı ‘töre cinayeti’ idi. Lakin Naile’nin sığınabileceği ne bir aşiret ne de şeyh vardı ve Naile haklarını da bilmiyordu. Baba Mehmet Erdaş’ın itirazına rağmen “Töremiz böyle, Naile ölmeli, namusumuz temizlenmeli.” gerekçesi galip gelmişti. Halbuki, gerçek törede böylesi bir ölüm emri yoktu.
Türkiye’de işlenen cinayetlerde aşiret reislerinin etkili olduğu sıkça gündeme geldi. Fakat görüştüğümüz herkes aşiret sisteminin kan kaybettiğini, ölüm emrini aşiretlerin değil, ailelerin verdiğini özellikle vurguluyordu. Bilinenin aksine aşiret reisleri küslerin, kavgalıların arasını yapmaya çalışan kişiler olarak karşımıza çıktı. Peki, bu zamana kadar neden hep suçlanmış, her cinayetin ardından sorumlu gösterilmişlerdi? Acaba bazı cinayetlerdeki rollerini gizliyorlar mıydı?
Kemal Yıldırım, Ağrı’daki 4 bin 500 hanelik Çikuri aşiretinin reisi. Genç yaşına rağmen şehirde sözü dinlenen, özeleştiriden de kaçmayan biri. Dedesinden, babasından gördüğü ‘uzlaşmacı tutum’u devam ettirdiğini hissettiriyor Kemal Yıldırım ve kendi aşiretinde de namus meselelerinin olduğunu gizlemiyor: “Hepimiz sevebiliriz, hata da yapabiliriz. Önemli olan yanlışın anlaşılıp telafi edilmesidir.” Ağrı’nın nam-ı diğer Kemal Abi’sine göre İslam dininin namus kavramına verdiği ehemmiyeti kulaktan duyma bildiğini sanan cahil aileler, kızı öldürünce günahın temizleneceğine inanıyor. Bu hastalıklı düşünce sistemi de cinayetlerin sayısını artırıyor.
Kemal Yıldırım, kız-erkek birlikteliklerinden çıkan sıkıntıları duyar duymaz, yaşanacakların önüne geçebilmek için öncelikle aileleri ziyaret ediyor. Eğer bir taraf mağdursa önce maddi açıdan destekleniyor, sonra resmî nikâhla çiftler evlendiriliyor. Eğer bir hamilelik söz konusuysa çift evlendirildikten sonra başka bir şehre yerleştiriliyor. Kemal Yıldırım, namus cinayetleri ve kan davaları gibi olaylarda, iki dudağının arasından çıkan kararı tarafların dikkate aldığını, aşiret reisinin nerede durup olayları nasıl yorumladığının önemli olduğunu söylüyor.
PKK TERÖRÜNÜN GETİRDİĞİ ACIMASIZLIK
Mardin Anavatan İl Başkanı Süleyman Çelik de bölgedeki birçok namus cinayetini, kan davasını engelleyenlerden biri. Aşiret sisteminin olumlu-olumsuz yönde kullanılabileceğine dikkat çekiyor ve geçmişten günümüze olumlu yönde değişen sistemi anlatıyor: “Önceden okul yoktu, televizyon yoktu. İnsanlar köy odalarında toplanır, reis ne derse onu dinler, ona göre davranırdı. Eğer aşiret reisinin ufku genişse bu, halkın sosyal yaşantısına olumlu yansırdı. Ama tersi de olurdu. Önceden kan davalı insanlar çok rağbet görür, ne kadar güçlü olduklarını bu vesileyle ispatlardı. Şimdi kan davaları, cinayetler ayıplanıyor, her geçen gün de azalıyor. Toplumun dünyaya bakışı değişiyor.” Süleyman Çelik’e göre bölgedeki kan davaları ve namus cinayetlerinin batıya göre daha sık olmasının ardında iddia edildiği gibi ne aşiret reisleri ne de şeyhler var. PKK yüzünden yıllarca huzursuzluk yaşayan, sevdikleri gözlerinin önünde delik deşik edilen vatandaş için ‘insan değeri’ bir mermiyle ölçülecek duruma gelmiş, bu da töre-namus cinayetlerinin artmasına sebep olmuş.
Urfalı İslam Hukuku uzmanı İbrahim Bozkurt da Güneydoğu’da yaşamış tüm aşiretlerin tarihini, kültürünü en ince ayrıntısına kadar araştırmış biri. ‘Bölgede 27 gerçek aşiret olduğunu söyleyen Bozkurt’a göre diğerleri toprak ağası. Batı’nın en büyük handikabı ise toprak ağalarını da aşiret reisi sanıyor olması. Halbuki aşiret reisi hiçbir zaman toprak ağası olamaz. Töreler, aşiretler için vardır, toprak ağalarının ise töreleri yoktur. Dolayısıyla bazı cinayetlerde söz sahibi aşiret reisleri değil, toprak ağalarıdır.
‘AŞİRET LİDERLERİ, BAZEN GERÇEKLERİ GİZLİYOR’
Şırnak Cizre’de yaşayan Cabbar Uca, Kiçan-ı Ömer aşiretinden. Babasından sonra aşiretin başına geçmesi istense de o kabul etmemiş. Sebebi, aşiret sistemine ve töre kanunlarına karşı olması. Uca, aşiret reislerinin töre-namus cinayetleri hakkında dürüst konuşmadıklarını, yaşananları kamuoyundan sakladıklarını iddia ediyor. Ayrıca aile meclislerinin kurulup namus cinayetlerine karar verildiğini de bir örnekle anlatıyor: “Bir olay yaşandığında ailenin büyüklerini muhakkak toplarım. Felaket oldu, şu olay bizi mağdur etti diye anlatırım. Amcam eski kafalıdır ‘öldürelim’ der. Ben, ‘Bu neyi değiştirir ki? Kızı öldürdük diyelim, kızın namusu temizlenecek mi?’ derim. ‘Bir kız kaçtıysa ömrü boyunca baba evine gelmesin’ derim. Bizim ailede 8 yıldır anne-babasını görmeyen, kaçtıktan sonra izini kaybettirmiş kız var.”
5 Temmuz 2006 tarihinde Gaziantep’te askerden firar eden 22 yaşındaki Selahattin Sezgen, evlilik dışı yaşadığı ilişkiden hamile kalan 16 yaşındaki kız kardeşi Meryem’i sabaha karşı uyandırıp pompalı tüfekle öldürdü. Hem de karnındaki yedi aylık bebeğiyle birlikte… Gözaltına alınan Sezgen, “Törelerimize aykırı hareket ettiği için öldürdüm.” dedi. Bu nasıl bir psikolojiydi? İnsan, canından bir parça olan kardeşini kendi kafasına göre nasıl vurup öldürebilirdi? Bu noktada bireyi cinayete hazırlayan sosyal ve psikolojik âmilleri de hesaba katmak gerekiyor. ‘Ben’ değil, ‘biz’ kavramının çok daha baskın olduğu aşiretler, söz konusu psikolojik ve sosyal baskıyı daha da artırıyor.
CİNAYETE GÖTÜREN ORTAM
‘Töre’ isimli kitabında töre mağduru Sara’nın hayatını kaleme alan yazar Emine Güllüoğlu, bu kelimeyi kullanmaktan bile hoşlanmıyor. Yerine gelenek, örf, âdet demeyi tercih ediyor. Cinayet kelimesiyle Türk kültür ve geleneklerinin ‘eritildiğini’ düşünen Güllüoğlu’na göre, Güneydoğu insanı için namus çok önemli. Aileler kızlarının başına bir şey geldiğinde evden dışarı çıkamıyor, ticarî hayatı altüst oluyor. Aile, kızı öldürmek istemese bile aşiretteki erkekler “Kız öldürülmeli, aşiretimizin namusu temizlenmeli” türünden baskılar yapıyor. Çünkü toplumun bakışını değiştirecek tek şeyin ölüm olduğunu düşünüyor. Kendisi de bir aşiret çocuğu ve ağa eşi olan Güllüoğlu kadının namusunu başkası için değil, kendisi için koruması gerektiğini söylüyor.
Eski Şanlıurfa Baro Başkanı Ferda Güllüoğlu ise kentteki hemen hemen tüm töre suçlarını araştırıp dosyalarını incelemiş bir avukat. Ferda Hanım’ın Urfa Cezaevi’ndeki töre hükümlüleriyle ilgili bir çalışması olmuş. Avukat Güllüoğlu, cinayet işleyen mahkûmların genel profilini şöyle çiziyor: “İlkokul mezunu veya okula hiç gitmemiş, ekonomik seviyeleri en alt düzeyde, kendi topraklarından göç etmiş; fakat yaşadıkları yere bir türlü entegre olamamış ve feodal yapının güçlü olduğu ailelere mensup kişiler…” Ferda Hanım’a göre hepsinin yüzünde derin bir pişmanlık var. Kimi sevdiğine kaçan kız kardeşini öldürdüğü için kâbuslar görüyor, kimi hapse girdiği günden bu yana geceleri uyuyamıyor, kimi de hâlâ daha gözyaşlarını tutamıyor. Fakat hepsinin ortak noktası, “Aynı şartlar ortaya çıkarsa yine aynı tepkiyi verirdik.” şeklinde oluyor. Belki de bu sarsılmaz düşüncenin ardında yatan sosyolojik nedenleri irdelemek daha anlamlı…
POPÜLER KÜLTÜR VE YABANCILAŞMA
Uzmanlara göre, töre-namus cinayetlerini sosyolojik olarak değerlendirirken olaylara iki ayrı çerçeveden bakmak gerekiyor. Birincisi cinayeti işleyenlerin genel algıları, ikincisi bu olaylara sebebiyet veren kızların yaşadığı değişim süreci ve toplumun bunun üzerindeki etkisi. Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Mazhar Bağlı’ya göre Doğu toplumları mistik olanı, Batı toplumları da maddeyi önemser. Fakat iş namus meselesine gelince Batı namusu zihinde görür, Doğu toplumu ise bedende. Dolayısıyla bedene dışarıdan bir müdahale olduğunda bunu kaldıramaz. Kavmiyetçi yapıda bireysellik de gelişmediği için namus davası tüm aşiretin hayatını olumsuz etkiler.
Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yasin Aktay ise özünden uzaklaşan toplumun kız-erkek çocukları üzerindeki etkisine değinerek, cinayetlerin eskiye oranla arttığı görüşünde. Zira töre cinayetlerine konu olacak kural ihlalleri artık geleneksel toplumda daha sık görülüyor. Mevcut yapı çözülürken de ardında boşluklar bırakıyor; hatta çözülme bazen travmatik etki de meydana getirebiliyor. Bu travmayı bölgedeki kadınlar daha şiddetli yaşıyor. Aniden gelişen çözülmeye rağmen, eski bağlar kadını kısıtlıyor, erkekler ise yeni dünyanın şartlarına daha kolay ayak uydurabiliyor. Kadınlar aynı uyumu sağlamak için daha ağır bedeller ödüyor. Aktay’a göre modernleşmenin tabiatı da kötü çalışıyor. Aniden kente dolan kırsal kökenli, ‘töre’li insanların kızları, doğru dürüst bir eğitim sürecinden geçmeden pop kültürünün kışkırtıcı, kendilerine ait olmayan hayatlara karşı özendirici yayınlarına maruz kalıyor. Bu ‘yabancı’ hayatlarla kendi hayatları arasındaki mesafeyi kapatma teşebbüsleri ise şiddet uçurumuna yuvarlanmalarına sebep oluyor genellikle.
ALLAH RIZASI DEĞİL, AKRABA RIZASI
“Töre cinayetleri” konusundaki haberleri çarpıtmakla suçlanan medyaya karşı güvensizlik bölgede had safhada. Bu konuda Mazhar Bağlı, “Sosyologlar olarak töre-namus cinayetlerini gazetecilerin elinden kurtarmalıyız, yoksa her geçen gün Türk halkı için önemli değerler eriyip gidecek.” şeklinde değerlendiriyor. Ortada bir suç varsa ve yanlış da olsa bir cezalandırılmaya gidiliyorsa, bu suçun cezasını sadece kadınların çekmesi bile bu cinayetlerin yanlışlığını bir kez daha gösteriyor. Prof. Aktay, bu “yanlışlar yumağı” konusunda dinin alet edildiğini vurguluyor. Aktay’a göre din insanların cinayetlerini meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılıyorsa, bu yaşananlara ayrı bir vahamet katıyor.
Medyada yer alan birçok habere göre töre cinayetleri öncesinde şeyhlerden mutlaka cevaz alınıyor. Gerçekte bu cinayetlerin çoğunda böyle bir cevaz yok. Verilen sözde cevazlar ise tamamen cehalet eseri. Bölgede görüştüğümüz onlarca kişi arasından biri bile “İslam öldürmeyi emreder; şeyhe danıştık ve öldür dedi.” demedi. Ne aşiret liderleri, ne kanaat önderleri ne de cinayet işlemiş hükümlüler...
Ağrı’daki Zilan Aşireti’nin ileri gelenlerinden Mehmet Akbulut bizi görür görmez başlıyor anlatmaya: “Kızım bu cinayetlerin dinle ne alakası var? Buna çok kızıyorum. Cinayette Allah’ın rızası yoktur ki dinle bağlantısı olsun. Burada akrabaların rızası oluyor, Allah’ın değil.” diyor. Çikuri Aşireti’nin lideri Kemal Yıldırım da cinayetlerin bu şekilde takdim edilmesinden rahatsız. Okuduğu haberlerin günlerce zihninden çıkmadığını söylüyor: “Keşke bu kararları alırken dini dikkate alsalar. Töre-namus meseleleri olduğunda ben de şeyhlere gidiyorum. İlk sordukları, suçlunun teslim olup olmadığı oluyor. Eğer suçlu teslim olduysa geride kalanları bağlayacak nasihatlerde bulunuyor ki olay kan davasına dönüşmesin. Ben ölüm emri veren bir âlim hiç duymadım. Zaten ‘öldürün’ diyecek biri âlim değildir.”
KANAAT ÖNDERLERİ, BARIŞ KAHRAMANLARI GİBİ
Şırnak Cizre’deki Cabbar Uca ise toplum psikolojisi açısından olaya yaklaşıyor: “Burada İslamiyet Batı illerine göre daha iyi yaşanıyor; fakat iş kan davasına, namus cinayetlerine gelince durum değişiyor. Bir olay yaşandığında karşı taraf sana o kadar düşman gösteriliyor ve çevre seni o kadar fazla öldürmeye teşvik ediyor ki insan dinen de bunun doğru olduğuna inanmaya başlıyor. Allah da bunu uygun görür, ister gibi geliyor. Biri sorunca da ‘İslam, Allah böyle istiyor’ diyor.” Kikan Aşireti’nin İsmailağa kolunun lideri ve aynı zamanda kanaat önderi olan Şeref Karahan, dinin bölge için önemli bir kavram olduğunu; fakat günümüzde cinayetlerle yıpratılmak istendiğini iddia ediyor. Toplumdaki din bilgisini de eksik gören Şeref Hoca, “Eğer gerçekten din yaşanmış ve kaideleri uygulanıyor olsa, bölgede ne cinayet ne de terör olurdu.” diyor. Yazar İbrahim Bozkurt da töre kanunlarıyla dinin alakası olmadığını hatırlatarak, “Aşiret geleneklerinde din aranmaz. Törelerle dinin hiçbir bağlantısı yoktur. İslam’da ferdî infaz yasaklanmıştır. Cinayetler aile kararıdır.”
Aşiret sistemi aslında abartılıp ‘ısrarla’ lanse edildiği gibi tamamen olumsuz bir yapı değil. Ama sisteme nereden baktığınız önemli. Kendi içinde kurgulu, tutarlı ve sabit kuralları var. Aşiret içinde herkes birbirinin yanında. Yaşadıkları her soruna kendilerince çözüm bulmaya alışmışlar yüzyıllardır. Töre-namus cinayetlerini, bu sistemin ‘kötü yüzü’ olarak değerlendirmek mümkün. Aşiretlerdeki yardımlaşma duygusu ise çok gelişmiş. Mesela aşiretten biri tüm mal varlığını kaybetse herkes maddî gücüne göre ona katkıda bulunuyor. Aynı aşiret içinde sorun çıktığında ise ailelerin ileri gelenleri toplanıyor ve barış yapılıyor. Eğer bir kız kaçırıldıysa ya da bir kan davası varsa bu sefer de kanaat önderleri devreye giriyor.
Kanaat önderlerinin toplum üzerindeki etkisi çok fazla. Onlar hayatlarını barıştırmaya adamış insanlar. Bulundukları il, ilçede bir kavga, yaralama, vurma, öldürme olduğunda ilk duyanlar onlar. Vazifeleri ise sıcağı sıcağına insanların arasını yapmak, işi kan davasına götürmeden halletmek ve kan parası istendiğinde eğer ailenin verecek gücü yoksa şehrin ileri gelenlerinden bu parayı temin etmek. Dolayısıyla önce mağdur olan ailenin sonra da karşı tarafın yanına gidiyorlar. Sorunu dinliyor, mümkün olduğunca ortalığı sakinleştirmeye, tarafları ikna etmeye çalışıyorlar. İkna turları bazen günlerce bazen aylarca sürebiliyor. Eğer kavgada birilerinin vefatı söz konusuysa işler biraz daha zorlaşıyor. İkna sürecinde olmadık laflar duysalar da hedefe kilitlenmiş olmaları olumsuzluklara aldırış etmemelerini sağlıyor.
Kanaat önderlerine göre, geçmişteki insanlar çok daha inatçıymış. Fakat günümüzde birçok olay, kötü sonuçlara yol açmadan kapanıyor. Yıllarca barıştırılamayanların çocukları, bugün 2-3 saatte ikna oluyor. Yalnız kanaat önderlerinin bazıları, namus meselesi olduğunda araya girmek istemiyor. Çünkü toplumun gözündeki saygınlığını yitireceğine inanıyor. Kanaat önderi, tarafları barıştırsa da ortamın kolay alevleneceğini düşünüyorsa problemi kökten halletmek için kız alıp verme yapıyor. Böylece iki aile de birbirine zarar vermek istemiyor. Hele bir de torun dünyaya gelirse kavga ve cinayetlerin bahsi bile geçmiyor.
KANAAT ÖNDERLERİNE NİÇİN İHTİYAÇ DUYULUYOR?
Sosyolog Mazhar Bağlı’ya göre medeni hukuktan önce insanlar töre, mecelle ve gelenek göreneklerle toplum âdaletini sağlardı. Modern hukuka geçilirken Türk insanının yaşantısı, yazılı olmayan kanun ve gelenekleri dikkate alınmadı. Tüm bunların bir sonucu olarak da; toplum kendi içinde barındırdığı yazısız kanunları devam ettirdi. Çünkü onlar mahkemelerin verdiği veya vereceği cezayı yeterli görmedi. Mardin Anavatan İl Başkanı Süleyman Çelik, barış önderlerini toplumu ayakta tutan sütunlara benzetiyor. Süleyman Bey’e göre hukuk her zaman insanları bir araya getirmeye, sorunları çözmeye yetmiyor. Suçlu hapse girse de ailelerin öfkesini dindirecek birilerinin olması şart. Yoksa yaşanan her olay kan davasına döner ve karşılıklı ölümler nesiller boyu devam eder.
Güneydoğu’nun Kofi Annan’ı olarak tanınan Sait Şanlı Diyarbakır’da yaşıyor. Dededen kalma mesleği kasaplık. Hacı Sait de bir töre mağduru. Sırf bunun için kendini barıştırma işlerine adamış. En önemli özelliği yıllarca barıştırılamayan aileleri bile 3-4 saat içinde ikna edebilmesi. Barış için Türkiye’nin her yerine gidiyor. Kız kaçıranlar, kendi aşiretinden kaçanlar, kan davası mağdurları arayıp kendisinden yardım istiyor. Tarafların, sorunların, iddiaların ve sonucun yazıldığı bir ‘Barış defteri’ de var. Kendisini ziyaret ettiğimizde ‘Barış 417’ başlıklı sayfanın bilgilerini dolduruyordu. Barış merasimleri için kullandığı genişçe bir mekânı var. Karşılıklı dizilmiş onlarca koltuk, önlerinde sehpa ve üstünde birer şeker kâsesi… Töre ve namus vakalarının sebep olduğu uyuşmazlıkların, bölge insanını psikolojik olarak ‘mahvettiğini’ vurguluyor Sait Şanlı.
GÜNEYDOĞU’DA BİR BARIŞ ELÇİSİ
90 yaşındaki Nusret Kocabay, Ağrı’da yaşayan emekli bir imam. “Barıştırmak bizim vazifemiz, insanlar arasında husumet olmamalı, sulh her zaman faydalıdır, intikam müdahale edilmezse ilerler.” diyor. Ağrı’da doğup büyüyen Nusret Hoca, Doğu insanını çok iyi tanıyor. Töre-namus cinayetlerinin bölgede fazla olmasını ise şöyle açıklıyor: “İnsanın ruh hali yaşadığı ortamdan etkileniyor. Buradaki soğuk hava insanların mizaçlarını sertleştiriyor. Kavmiyetçilik ve insanların ilimsiz olması da olayları tetikliyor. Doğu çok âlim yetiştirmiş. Bu toprakların insanı âlimlere çok saygı duymuş; ama onların ilimlerinden istifade edememiş. Bu millet her zaman bir bütündür. Şark ve garbın arasında celal cemal farkı vardır. Şarkta celal ismi daha belirgin.” Nusret Hoca’yı birçok kanaat önderinden farklı kılan, aileleri ikna sürecinde Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden faydalanması. Nusret Kocabay, Risale-i Nur’daki mantık kurgusunun insanları derinden etkilediğini vurguluyor. Bediüzzaman’ın Şark kültürünü iyi bilmesinin ve Kürt olmasının da toplum üzerindeki etkiyi artırdığını düşünüyor.
Nurettin Atmaca (78) da Ağrı’daki kanaat önderlerinden biri. Büro mobilyaları satan bir mağazası var. 25 yıldır barıştırma işlerine bakıyor. Aslen Bekirhan Aşireti’ne mensup. Bu işi sadece sevap kazanmak için yapıyor. Fakat, namus cinayetlerinde araya girmiyor. Nurettin Hoca’nın aksine Sait Şanlı, namus meseleleriyle daha çok ilgileniyor. Kız kaçıranlar onun müdavimleri arasında. Pembe dizileri aratmayacak tarzda bir aşk ve ardından yaşanan barıştırma hikâyesi ise bugün gibi aklında. Büyük bir aşiretin mensubu Ömer ile Nazmiye, yıllar süren bir aşkın ardından yıldırım nikâhıyla evlenir. Doğum yaptıktan sonra bebeğiyle annesinin evine ziyarete gelen Nazmiye’nin kardeşleri, soluğu Ömer’in evinde alır. Ellerinde tüfekler, dışarı çıkmasını beklerken Ömer’in babası, Sait Hoca’yı arar: “Kan davası çıkmadan yetiş hocam.” Sait Hoca kendine has metotlarıyla önce kız tarafına sonra da erkek tarafına giderek ikna turlarını tamamlar. Ve iki aileyi barış odasında barıştırır; Kur’an okunur, yemekler yenir barış töreninde…
TEDAVİ DE BİZİM ELİMİZDE
Gittiğimiz her yerde töre-namus cinayetlerinin tedavisini de konuştuk. Görüşlerini dillendirenlerin ilk durakları eğitimdi. Özellikle kız çocuklarının eğitimi. Çünkü ancak onlar yetiştirecekleri nesillere “töre-namus cinayetlerinin din, kültür ve insanlıkla alakası olmadığını” öğretebilecekti. Yani tedavi bizim elimizdeydi…
En ilginç çözüm önerilerinden biri İbrahim Bozkurt’tan geldi. Bozkurt, sorunun kanunlarla değil, alternatiflerle çözüleceğini düşünüyor ve geçmişte olduğu gibi evlenme vakıflarının kurulmasını öneriyor. Sistem şöyle işliyor: Erkek, bir kızı sevdiğinde vakfa gelip anlatıyor, araya şeyh giriyor ve kız isteniyor. Ya da zorla evlendirilmek istenen kız yine bu vakfa sığınabiliyor. Evlenmek isteyen fakirlere de yine maddî yardım yapılıyor. Böylece seven sevdiğine rahatlıkla kavuşuyor, kimse evden kaçmıyor, kötü yola düşmüyor, cinayetler işlenmiyor.
İPEKYOLU’NUN EĞİTİM HÂLESİ
Nusret Kocabay Hocaefendi ise namus cinayetlerinin önüne set çekecek tek şeyin iman olduğu kanaatinde. Çünkü kalplerdeki ‘intikam sevdası’ nefisleri besliyor; intikam tatlı geliyor. Gerçek imanla nefret, intikam gidiyor. İman eden adavet (düşmanlık) edemiyor, kalplerdeki nefis ölünce kararlar imana ve sevgiye göre veriliyor.
Mardin Kızıltepe’deki Dırbas Aşireti lideri Mehmet Ali Yiğit ve kardeşi Mehmet Şirin Yiğit’le Yayıklı’daki köy odasında görüşüyoruz. İki kardeş de töre-namus cinayetlerine tepkili. Fakat onlar çözüme yönelik taşın altına elini koyanlar arasında. İpekyolu Okutma ve Yaşatma Derneği’nin çalışmalarına katkıda bulunup maddi-manevi yardımlarını esirgemiyorlar. Dernek sadece eğitimle ilgileniyor. Yiğit kardeşlerin namus-töre cinayetlerinin önüne eğitimle geçileceğine inançları ise tam. Dernek kız ve erkeklere iki ayrı koldan eğitim veriyor, projeler üretiyor. Öncelikle, köyde yaşadığı için eğitimlerine devam edemeyen erkek öğrencilere bir yurt inşa etmişler. Burada öğrenciler hem ücretsiz kalıyor hem de üniversitede okuyan belletmenlerinden okul derslerine yardım alıyor.
DİYARBAKIR’DA ‘GÜLPEMBE’ MODELİ
Mehmet Şirin Yiğit’e göre, bölgedeki en büyük eksikliğin kızların okutulmaması. Gerçi son yıllarda bu tabunun yıkıldığını söylüyor. En önemli sorun ise kız çocukları okula gidip gelirken yaşanıyor. Çünkü kız çocukları bir erkek arkadaşıyla okuldan çıkarken görülse hemen dedikodular başlıyor, sonra aile öğrenciyi okuldan alıyor. Bunun önüne geçeceğine inandıkları kız yurdunun inşası ise bitmek üzere. Yiğit Kardeşler, “Kızlarımız eğitilirse namus cinayetleri için bir sebep kalmayacak.” diyor.
İpekyolu Okutma ve Yaşatma Derneği, okula gitmeyen hanımlarla da ilgileniyor. Dernekte gönüllü olarak çalışan hemen her meslekten hanım bulunuyor. Kızıltepe’deki kadınlara okuma-yazma öğretiyor, kitap okumalarını teşvik ediyor ve kadın haklarını anlatıyorlar. Mehmet Ali Yiğit, yaklaşık 2 yıllık geçmişi olan derneğin hanımlar arasında tanındığını ve her geçen gün takipçisinin arttığını dile getiriyor.
Diyarbakır, en çok göç alan şehirlerden biri. “Tüm sorunların üstesinden kadınları eğiterek geleceğiz.” diyen üniversite mezunu, yabancı dil bilen hanımların kurduğu Gülpembe Derneği, üç katlı, modern yapının hâkim olduğu, hanımların hem sosyalleşerek günlük tasasını, yorgunluğunu atabileceği hem de eğitim alabileceği bir yer.
MEDYA, SORUNU DEĞİL, ÇÖZÜMÜ LANSE ETMELİ
Gülpembe’nin kapısı tüm hanımlara açık. Bina içinde hanımların elleriyle yaptıkları yiyecekleri satabileceği kafeterya, bilgisayar sınıfı, derslikler, kitap okuma ve konferans salonu mevcut. Gerek mimari yapısı gerekse eğitim anlayışı itibariyle de Diyarbakır’da bir ilk. Dernek, Bağlar, Saraykapı, Alipaşa, Balıkçılar ve Mardin Kapı gibi nüfusun fazla, eğitim seviyesinin düşük olduğu bölgeleri hedef alıyor. Hizmette önceliği kadınlara ve çocuklara veriyorlar. Hatta bu semtler için özel bir servis de tahsis edilmiş.
Başkan Kezban Ekinci (32), hayata geçirdikleri projelerini anlatıyor: “Amacımız, kadın ve çocukları eğiterek sağlıklı nesillerin yetişmesine katkı sağlamak. Bölgenin tüm sorunlarına tek çözümün eğitim olacağına inanıyoruz. Faaliyetlerimiz 7 yaşından başlıyor. 450 kız çocuğunu OKS’ye hazırlıyoruz. Dicle Üniversitesi’nden gelen gönüllü öğrenciler ders veriyor. Anne Çocuk Eğitim Programı (AÇEP) başlattık. Haftada bir gün sağlık, çocuk psikolojisi, çocuk eğitimi hakkındaki bilgiler yine gönüllü doktorlarca anlatılıyor. Şubat ayından sonra dikiş-nakış, İngilizce ve bilgisayar kursları başlayacak. Böylece kızlarımızın iş bulma şansı artacak. Yalnız kalan, yaşadıkları büyük şehre ayak uyduramayan, içlerindeki boşluğu dolduramadığı için farklı arayışlar içine giren kızlarımıza bu eğitimlerle destek olup bambaşka bir hayatı görmelerine vesile olmak istiyoruz. Bu metotla töre-namus cinayetlerinin de önlenebileceğini düşünüyoruz.”
Şanlıurfa’da yaşayan yazar Emine Güllüoğlu televizyon programlarından dert yanıyor. Bölgedeki bazı genç kızların kötü yola düşmesinin sebebi olarak gerçekle alakası olmayan dizileri ve magazin programlarını gösteriyor: “17 yaşında bir kızımız vardı. Kayınvalidesiyle sorun yaşamış, kendini bir odaya kapatmış. Annesi, kızını ikna etmem için beni çağırdı. ‘Benim televizyondaki kızlardan ne eksiğim var abla?’ diye söze başlıyor, İstanbul’a kaçacağını ve kendine yepyeni bir hayat kuracağını söylüyordu. Saatlerce konuşarak ikna ettim. Yoksa kaçacak, ardından da belki namus cinayeti işlenecekti.” Emine Hanım’ın önerisi kadınları bilinçlendirecek, onların hayatına olumlu katkı sağlayacak televizyon programlarının yapılması. Çünkü görsel medya bölge halkı üzerinde çok etkili. Bunu olumlu ya da olumsuz yönde kullanmak mümkün.
BÖLGEYE ORYANTALİST YAKLAŞMAYIN
Prof. Yasin Aktay’a göre cinayetleri önlemenin tek yolu eğitimden, özellikle güçlü bir din eğitiminden geçiyor. Ona göre ilahiyat okumuş psikolog ve sosyologlar bu sorunu çözebilir: “Bölge insanına oryantalist yaklaşmaktan vazgeçmek gerekiyor. Güneydoğu’da görülen her o