Tulpar: Kanatlı Bir Küheylan

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak yeni köşe yazısında, geçtiğimiz günlerde ruhunun ufkuna yürüyen ve Hizmet Hareketi'nin tanınan isimlerinden biri olan Hüseyin Tulpar'ı yazdı.



Tulpar: Kanatlı Bir Küheylan

Kazak, Kırgız ve Altay mitolojilerinde beyaz kanatları olan ve Tanrı tarafından yiğitlere yardımcı olması için yaratılmış atlara “Tulpar” deniliyor.
Dünyanın en uzun destanı olan Kırgızların Manas Destanı’nda Manas‘ın yiğitlerinin bindiği, kanatlarını sadece büyük engelleri aşarken açan bu efsanevi atlara da “Tulpar” deniliyor.
Lakin bu atların kanatlarını hiç kimse göremezmiş.
 Tulparlar, kanatlarını yalnız karanlıkta, büyük engelleri ve mesafeleri aşarken açarmış. 
Eğer biri onun kanatlarını görürse, kaybolacağına inanılırmış.
 Tıpkı birkaç gün önce beyaz kanatlarını açarak aramızdan ayrılan ve sonsuz ufuklara doğru uçup giden Hüseyin Tulpar hocamız gibi.
 1979 yılıydı… 
O sene Hocafendi üniversiteyi bitiren arkadaşlarımızın her birine Anadolu’dan bir yer işaret etmişti.
Benim de nasibime “Mavi Rüyalar Ülkesi” Antalya düştü.
Antalya her mevsim güzel olsa da, onu asıl güzelleştiren içindeki insanlardı.
Bir avuç fedakâr insan bir vakıf kurarak Doğu Garajı mevkiinde birkaç daireden müteşekkil bir kompleksi yurt hâline getirmişlerdi.
Vakfın başkanı Hüseyin Tulpar Hocamızdı. 
“Tulpar” adını ilkin o zaman duymuştum.
Vakıf yönetimi, yurdun idaresini benim üstlenmemi istedi.
Antalya’nın güzel insanları sayesinde Hizmet kısa sürede merkezden muhite yayıldı. Önce Antalya’nın ilçelerinde, sonra da bütün bir bölgede öğrenci yurtları arka arkaya geldi.
Antalya hakikaten bir mektep gibiydi.
Bu mektebin öğrencileri de öğretmenleri de değerliydi. Ama bu mektebi değerli kılan muallimlerden başında hiç şüphesiz vakıf başkanımız Hüseyin Tulpar Hoca geliyordu.
Tüm Antalya kendisini çok seviyordu.  Türk mitolojilerindeki kanatlı atlar gibiydi. Eski bir bisikleti vardı. Ona binip Antalya’nın sokaklarında kanatsız atlar gibi süzülürdü. 
Bu kanatsız küheylanın geçtiği yollara sanki melekler kanatlarını sererdi.
Herkes ona insan değil melek gözüyle bakardı. 
İsteseydi özel şoförü, özel arabası olurdu.
Himmet ve burs mevsiminde her daim en yüksek miktarı verirdi.
Ama Sümerbank’tan aldığı ayakkabılarla idare ederdi. 
Varlıklı ve zengin bir insandı. Kardeşleriyle ortak plastik fabrikaları vardı.
İmam-Hatip okulunda müdürlük yaparken, elbise ve ayakkabıya ihtiyacı olan öğrencilerin tespitini istiyor. 
Gelen listenin en başında kimin olduğunu tahmin ediyorsunuz?
Kendi kızı.
Hazreti Ebû Bekir gibi cömert ve vefalıydı.
Cuma günleri Balıbey Camii’nde verdiği vaazlarda etrafında derin bir hürmet halkası oluşurmuştu.
Fethullah Gülen Hocaefendi, onu ve kardeşlerini daha ilk görüşte;
“Bu gençlerin babaları hoca mı?”diyor. 
“Hoca değil ama salih bir zat,” diyorlar.
“Ne güzel evlatlar yetiştirmiş.”
Hüseyin Hocamız sanki mahşere doğru yürüyor gibi atardı adımlarını. 
Gözleri güzeldi, samimiydi, mânâlıydı, derin bakardı.
Vakarıyla kavga ediyor sanırsınız siyah gözlerini. 
İslam’ın vakarını bir sorguç gibi taşırdı üzerinde.
Sizi çeken bir şeylerin olduğunu hemen hissederdiniz ikliminde.
Tam bir Osmanlı beyefendisiydi. 
Az konuşması, onurlu ve hüzünlü duruşuyla zarafet abidesiydi. 
Bediî zevkleri olan birisiydi.
Türkiye’nin en değerli üstadlarından hat dersleri almıştı. 
Huzur, bu insanın yüzünde her daim misafirdi. 
Onuru, vakarı, huzuru bir şahsiyet çizgisi hâline getirmişti.
Boyu, posu, endamı, siması, en tatlı ezgileri andıran sesindeki samimiyeti, oturuşu, duruşu, mahşere yürüyor hissi veren adımları, karanlık bir ormanın derinliklerinden bakıyor gibi güzel gözleri, ciddiyeti, cömertliği, helal-haramda kılı kırk yarışı, mütevazılığı, saygısı, şefkati, sadakati, ıstırabı, ilmi, irfanı, namazdaki ciddiyeti, vakarı gibi pek çok vasıflarıyla hep Hazreti Ebû Bekir’i hatırlatırdı.
Sanki ahir zamanda gelmiş bir sahabeydi.
Bu süreçte o da ülkesini terk etmek zorunda kaldı. 
On yıldan beri Kosova’da, Murad Hüdavendigar’ın komşuluğunda yaşıyordu.
Yaşantısıyla melekleri imrendiren bu insana bir Allah kulu, “Hocam senin gibi bir insan bu şehirde kalmalı, bu şehrin size ihtiyacı var,” demedi mi acaba?” diye sormuştum.
Aldığım cevap ibret vericiydi.
Dönemin AK Partili belediye başkanı, “Hocam git buralardan biz seni koruyamayız” demiş.
Halkın gönlünde taht kurmuş insanlar bir şehri terk ediyorsa, bu işte bir yanlışlık olmalıydı.
Şehirleri canlı kılan, içlerindeki erdemli insanlardır?
Birler değil on binler yolunu kesip, “Sen bu şehirden gidemezsin!” demeliydi. 
O, garip, gurebaya yardım eder, misafire ikram eder ve akrabalarını gözetirdi.

Bir keresinde, kendisiyle ilgili yazdığım bir yazıda Hazreti Ebû Bekir’e benzediğini ifade etmiştim.
Bana uzunca bir mektup göndermişti.
Mektup, “Kıymetli Harun Hocam!” diye başlıyordu:
“Hakkımda yazdıklarınız ise, hayatımın son demlerini yaşamakta olduğumu hissettiğim, günahlarımın dehşetinden mağfiret-i ilahiyeye iltica için çırpındığım şu günlerde hicabımı, hicranımı daha çok hissettirdi.
Efendimiz’e (s.a.v) iman ve ittiba hususunda sahâbe efendilerimiz, bilhassa Hazreti Ebû Bekir (r.a) efendimiz, hedeftir, ufuktur.  
Fakat bilhassa benim için onların çizgisine yaklaşmak, seviyelerine yol bulmak, benzer vasıflara sahip olmak, topuklarına yetişmek muhal üstü muhaldir.
Benim için hicaba, sizin için mesuliyete sebep olur diye korkuyorum. Yazdıklarınızı dua olarak kabul ediyorum.
Hâfızam beni yanıltmıyorsa, Hazreti Ömer Efendimiz, Hazreti Ebû Bekir Efendimizin vefatı üzerine, “Kendinden sonrakilere yaşanmaz bir hayat bıraktın.” demiştir.
Hasan Basrî hazretleri de sahâbe-i kirâm efendilerimiz için, “Siz onları görseydiniz deli derdiniz. Onlar da sizi görseydi bunlar Müslüman değil derlerdi,’’ demiştir.
Rahmetli Necip Fazıl’ın, evliyâ-yı kirâmdan mübarek bir zattan aldığı mânâ ile şu kıtada ifade ettiği, “üç ayakla seken” varlık olabilmeyi bahtiyarlık addederim:
“Sonsuzluk kervanı peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim.
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden,
Sonsuzluk kervanı peşinizde ben.”
Muhterem Hocamız’ın (Fethullah Gülen) nasihatleri ve rehberliği, sizlerin aşk ve heyecanınız, hizmet sunulan kitlenin memnuniyet ve duaları vesile oldu; Cenab-ı Mevlâ’nın inâyet ve lütfu gerçekleşti.
Küçüklüğümüz sebebiyle kendi küçük çevremizde başlayan, kısa bir zaman sonra bütün insanlığı kucaklayan iyilikler, nimetler, hayırlar ve güzellikler külliyen Allah (c.c)’ındır.
Perdede görünen bir gölge kadar bile hissemiz yoktur.
Ben ki nefsime çok zulmetmiş bir kulum. 
Şimdiye kadar işlediğim, bundan sonra işleyeceğim, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı, irtikâp eylediğim israflarımı benden daha iyi bilen Gaffâr-ı Zünûb, Settâr-ı Uyûb olan Rabb’ime sığınıyorum.
Güzel gönlünüzde hüsnüzan ve niyetinize göre biçtiğiniz son derece güzel bir elbiseyi bana giydirdiniz. 
Bunun makbul ve müstecâb bir dua olmasını niyaz ediyorum.
Her vesileyle siz ve bütün ehl-i imâna dua ediyorum. 
Sizden de dua ümit ediyorum. 
Sizleri Cenab-ı Mevlâ’nın hıfz-ı emânına emanet ediyorum.”
Bu güzel insan, iki hafta kadar önce kısmi bir felç geçirdi. Buna çok üzülüyordu.
Saim Yuva Bey, “Biliyorsunuz felç geçiren İmam Busayrî, Peygamberimiz’e yazdığı Kaside-i Bürde sayesinde şifa bulmuş,”dedi, “Hüseyin Hocam Kaside-i Bürde’yi çok sever, çok okurdu. Ama şimdi konuşamıyor, okuyup gönderseniz dinler, memnun olur, sizin sesinizi tanır.”
Okudum ve gönderdim. 
Kızı, “Babama dinlettim. Babam bize de çok okurdu Kasîde-i Bürde’yi,” dedi ve bazı beyitleri başladı okumaya. 
O melek gibi evlatlar babasıydı.
Ne dualarımız ne de Kaside-i Bürde’ler onu çıktığı yolculuktan geri döndüremedi. 
Kasîde-i Bürde’yi gönderdikten bir gün sonra vefat etti.
Gurbet diyarlarında bir çınar daha devrildi.
Gök kubbeyi tutan bir direk daha yıkıldı.
Tulpar’ımız, kanatlı küheylanımız yok artık.
 Murad Hüdavendigar’ın medfûn bulunduğu topraklarda, yine Antalya’nın güzel insanlarından Hasan Şahin’in ve Fatma Şahin’in komşusu oldu.
Toprağa verileceği günün sabahı, vakt-i seherde balkonda eşimle oturuyordum.
Kuşlar, kavisler çizerek, bir uçarak, bir konarak, birbirlerine seslenerek yani bir günü müjdeliyordu.
Büyükçe bir kuş kanatlarını açarak, çığlıklar atarak  defalarca üzerimizde döndü durdu.
Eşime, “Kanatlı küheylanımız vedaya geldi,” dedim.
Hüseyin Tulpar Hocam, Türk mitolojilerindeki yiğitlere yardımcı olmak için yaratılmış kanatlı atlar gibiydi.
 Kanatları görünmezdi. 
Sadece karanlıklarda ve büyük engelleri aşarken kanatlarını açan “Tulparlar” gibiydi.
Sürecin zifiri karanlığında kanatlarını açarak, eskiden atalarının at koşturduğu Balkan Topraklarına doğru kanatlanmıştı.
Kanatlarını açması aramızdan ayrılacağının işaretiydi.
Ve bir haziran günü nazlı bir kuğu gibi sonsuz ufuklara doğru uçtu gitti.
 Seni çok sevdiğin Ebû Bekir’ler, Ömerler karşılaşın Tulpar Hocam!
Yaşanmaz bir hayat bıraktın.
Yerin doldurulamaz.
Makamın Firdevs olsun!
29 Haziran 2025 10:12
DİĞER HABERLER