Başbakan Tayyip Erdoğan ile Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker arasındaki ‘yürütme mi yargıyı kuşatıyor?’ yoksa ‘yargı mı hem yasamayı hem de yürütmeyi kuşatıyor’ polemiği bir olguyu olanca açıklığıyla dışa vuruyor: Türkiye’de sistem kilitlenmiştir ve bu hali ile bu kilidi açacak olan sadece halk oyudur, seçmen iradesidir.
Kimin kimi kuşattığı bir yana, Türkiye’de seçmen iradesinin yansıma yeri olan, üzerinde ‘Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir’ yazılı TBMM çalışmıyor. Anayasa Mahkemesi, anayasa koyucu; Yargıtay ise yasa koyucu haline dönüştü. TBMM, bir ‘siyasi kutuplaşma laboratuarı’ görüntüsünde, bir yasama organından başka her şey.
Kilitlenme hali bu.
Genellikle benzer durumlarda Türkiye’de ‘Gordion Düğümü’nü askeri müdahale veya askeri darbe çözerdi. Düğümü uzaktan kumandayla atan, aynı zamanda düğümü de çözerdi.
Ancak, ‘askeri darbe’ ihtimalinin 2010 Türkiye’sinde gözden düşmüşlüğü, böyle bir ‘adımı’ atacakların güçsüzlüğü ve isteksizliği, askeri darbe yandaşlarının sayısında ve konumlarında bir değişiklik olmamasına rağmen, mümkün değil.
Öyleyse?
Öyleyse, ‘sistem tıkanıklığı’ ya da bir başka deyimle ‘Gordion Düğümü’nün çözülmesi için halk oyu veya seçmen iradesi gerekiyor.
İster yargı reformu ve bir dizi anayasa değişikliği paketi nedeniyle referandumun gündeme gelmesi, ister bir erken seçim ve ister takvimine uygun seçim olsun, gelinen nokta, Türkiye’de halka seslenme dönemine girilmiş olduğunu gösteriyor. Bu anlamda ‘kampanya’ başlamıştır.
Kampanya başladığı vakit, dramatik siyasi adımlar askıya alınır. Bu anlamda, ne Ermenistan ile ‘normalleşme’nin ve ne de özünde ‘Kürt açılımı’ olan ‘Demokratik Açılım’ ya da ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’nin gibi Türkiye’nin dünyadaki çehresine değiştirecek çapta dramatik-radikal gelişmelerin seçmen iradesi şekillenmeden ve Türkiye’deki güçler dengesini yeniden yansıtmadan gerçekleşmesi ve yol alması beklenmemeli.
***
Bu tür zaman dilimlerinde dış politika ve Kürt sorunu gibi ülkenin sürekli bir numaralı sorununa ilişkin konulara yaklaşımda ‘seçim freni’ devreye giriyor. Klişe devlet söylemi özellikle dış politika alanında tekrar dolaşıma sokuluyor.
Amerikan Temsilciler Meclisi’ndeki 23-22’lik altı ucu bir komisyon oylamasının sonucu bile ‘sağduyu’yu dumura uğratabiliyor. ‘Sağduyu’ Türkiye’de ne zaman kaybolsa, onun yerine derhal ‘devlet aklı’ ile dolduruluveriyor. Nitekim önce Dışişleri Bakanı ardından Başbakan da 1970’lerden kalma bir söylemle konuşmaya başladılar.
Arşivlere göz atın, Başbakan veya Dışişleri Bakanı vs. sıfatlarını taşıyan yetkililerin adını değiştirin, konuşma metinleri aynı sözcüklerle yerli yerinde duruyor. Devlet büyüklerinin adı değişiyor, cümleler değişmiyor.
Unutmadan; Türkiye’nin itirazlarına rağmen ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyan ülke parlamentolarının sayısı 19. Bazıları bunu birkaç kez yapmış:
Rusya (1995, 2005), Almanya (2005), Fransa (2001), İtalya (2000), Kanada (1996, 2000, 2004), Belçika (1998), Hollanda (2004), Polonya (2005), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Litvanya (2005), Yunanistan (1996), Kıbrıs Rum Yönetimi (1982), Venezuela (2005)), Şili (2007), Lübnan (1997, 2000), Uruguay (1965, 2004, 2005), Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005, 2006, 2007), Vatikan (2000).
Bu ülkelerin içine Bulgaristan ve İsveç de katıldı. 21 ülkenin 12’si Türkiye’nin NATO müttefiki. 12 ise AB üyesi. Şu sıralar, yakın dostumuz NATO ve AB üyesi, İspanya parlamentosu da Amerikan Kongresi’ndekine benzer tasarıyı el alacak.
ABD’nin 50 eyaletinden 41’i ‘Ermeni Soykırımı’nı resmen yasa yoluyla veya bildiri yayımlayarak tanımış durumdalar. Tam üyelik müzakeresi yürüttüğümüz Avrupa Birliği’nin Avrupa Parlamentosu ve üyesi olduğumuz BM’nin Azınlıklara karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komitesi gibi uluslararası kuruluşlar da kabul edenler arasında.
Tasarının Temsilciler Meclisi’nde oya konulmamasına, konulursa da geçmemesine çalışacak olan Amerikan Yönetimi’nin üç önde gelen üyesi Başkan Obama, Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ‘Soykırım’ olduğuna kuşkuları yok.
Obama’nın ne dediğini daha önce yazdık. Biden ise, ‘Ermeni Soykırımı’nın ABD tarafından tanınması nihai amaç değildir. Asıl amaç Türkiye’nin -Türk hükümetinin- bunu tanıması ve meydana gelen olaylar ve trajediye ilişkin Türk-Ermeni ortak anlayışının oluşturulmasıdır’ demişti. Hillary Clinton ise “Ermenilere karşı Osmanlı İmparatorluğu tarafından yürütülen korkunç olayların açık bir soykırım hali olduğuna inanıyorum. Ortak ahlâkımız ve ulusumuzun insan haklarının savunan bir ses olarak saygınlığı, Kongre ve Amerika Başkanı tarafından Ermeni Soykırımı’nın tanınması ve hatırlanmasını mecbur kalıyor” diye konuşmuştu.
Şimdi ‘Realpolitik’ bu kişilerin kanaatlerini değiştirmemiş olsa da, siyasi pozisyonlarını değiştirmişe benziyor.
Ne olursa olsun, yukarıdaki tabloya bakıldığında, uluslararası vicdan zemininde yürütülmeye çalışılan ‘soykırımdır-değildir savaşı’ kaybedilmiştir.
Zaten Türkiye olarak temel pozisyonumuz da pek açık değil. ‘Atalarımıza soykırım yaptı dedirtmeyiz, Türk ulusu soykırım yapmıştır denemez’den ‘kabul edersek tazminat talepleri gündeme gelir, bunun altında kalırız’ gibisinden hiçbir ahlâki ölçüsü olmayan pragmatist-oportünist bir savunmacı söyleme savruluyoruz.
Atalarımız ya da ‘Türk ulusu soykırım yaptı’ diyen zaten yok. Tam tersine, Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonunu getiren İttihat Terakki hükümetinin yüz kızartıcı bir uygulamasıyla gerçekleşmiş olan trajediyle ‘Türk ulusu’nu özleştirmek ancak basmakalıp bir ‘devlet söylemi’ ile mümkün.
Şu andaki sıkıntı da burada, ‘Soykırım’ tartışmasına girildiğinde ‘sağduyu’ yitiriliyor. ‘Sağduyu’nun da yitirildiği noktada, ilerden geriye bakıldığı vakit pekalâ bir ‘geri zekâlılık’ hali gibi gözükecek ve dünyada kimseyi ikna etmesi mümkün olmayan, hiçbir ‘vicdan’a hitap etmeyen bir ‘devlet söylemi’ devreye giriyor.
***
Seçim tarihi daha ne kadar uzakta olursa olsun, ‘seçim ortamı’na girildiğinde bu durum değişemez. Aynı şey, Kürt sorununa çözüm girişimleri açısından da geçerli. Yaz sonu başlayan ‘sivil toplum bahar havası’, ‘Açılım’ı şimdilerde ‘devlet söylem’li ve bildik yöntemlerle sürdürülen bir politikaya dönüştürdü.
Başbakan’a bakın anlayın; şarkıcılar ile sinemacılar arasında ‘Açılım lobisi’ yürütüyor. Adres yanlış değil, hatta tam tersine, çok doğru. Ama ‘Açılım’ sözcüğünün kendisinden başka, destek elde etmek için sunduğu bir ‘çözüm içeriği’ yok.
Gerçekçi olursak, olamaz da.
2010-2011 açısından ‘zarar-ziyan kontrolü’, başarılı bir ‘kriz yönetimi’ ve varılan mevzileri yitirmemek, Türkiye açısından en optimal yararı ifade edecektir.
Ankara’da yasama-yürütme ile yargı arasındaki, bir başka deyimle halk iradesiyle bürokratik yönetici elit arasındaki ‘Türkiye’de hükümranlık kime aittir’ sorunu çözülmeden hiçbir şey çözülemez.
Çünkü o sorun, tüm ‘sorunların anası’dır...