Türkler, Osmanlı’nın başlattığı ve tüm dünyaya duyurduğu aşı hamlesini başarıyla sürdüremedi.
İki yüz yıl önce ihraç ettiğimiz ülkelerden şimdi aşı ithal ediyoruz. Sağlık Bakanlığı, aşıda kamu-özel sektör yatırımı projesiyle üretim atağına geçecek.
Lale Devri’nde zamanın başkenti Edirne’de yaşayan İngiliz İmparatorluğu Sefiri Edward Montegue’nın eşi Lady Mary Wortley Montegue, 1718 yılında bavullarıyla Londra’ya döner. Britanya adası o yıllarda kıtaları dahi aşan ve toplu ölümlere neden olan çiçek hastalığı salgınıyla boğuşmaktadır. Lady Montegue, belki bütün Britanya İmparatorluğu’nu değil, ancak o an için Kraliyet Ailesi’nin nefes almasını sağlayacak bir formülle yurduna dönmüştür. Lady, eşinin sefaret görevi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tabiplerin çiçek hastalığına çare bulduğunu keşfetmiştir. Önce arkadaşı Sara’ya bir mektupla dönemin ölümcül hastalığı ‘çiçek’ten’ ölenleri sorar. Çaresinin Osmanlı’da bulunduğunu yazar. Dünya tıp tarihine aşı ile ilgili ilk kayıtlardan birini de bu mektupla düşmüş olur. Edirne’de saraylarda çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığına şahit olan Montegue, İngiltere’yi bu hastalıktan kurtaran formülü de götüren isimdir.
Hastalığı geçiren insanların kollarından sıvı alınıp güneşte kurutulduğunu, kuruyan sıvının da sulandırılarak iğneyle cildin çizilip üzerine damlatıldığını anlatır mektupta. Lady, eşinin görevi bittiğinde ise varilasyon adı verilen yöntemle yapılan aşıları ülkesi İngiltere’ye götürür. Aşının ilk defa Osmanlı’dan Batı’ya geçişi de bu şekilde olur.
Aşı ile tedaviyi geliştirenlerin Türkler olduğunu kanıtlayan ilk belge işte bu hikaye ile kayıtlara geçer.
Aradan bir asır geçer. Louise Pasteur, Fransa’nın ünlü kimyagerlerinden biridir. Kendine ait mütevazı laboratuarında çeşitli çalışmalar yapar. 1885’in Temmuz ayında Fransa’da Jupille isimli bir çocuk, kuduz köpek tarafından ısırılır. Pasteur, laboratuarında ürettiği kuduz aşısını ilk defa bu çocuğa uygular ve başarılı olur. Olay akademik çevreler tarafından duyulsa da, “Kuduz’un da aşısı mı olurmuş!” denilerek tıp otoriteleri tarafından hiçbir destek gelmez. Fransa hükümetinden de destek alamayan Pasteur’e sadece bir kişi el uzatır. O da zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit’ten başkası değildir. Abdülhamit gelişmelere seyirci kalmayıp Pasteur’u çalışmalarını geliştirmek için İstanbul’a davet eder. Pasteur, ihtiyar olduğunu öne sürerek davete icabet etmez. Fakat Abdülhamit’in, ‘Sana üç adamımı göndersem eğitebilir misin?” ricasını ‘Büyük bir şerefle!’ diyerek kabul eder. Tabii bu dönemlerde kuduz Osmanlı’da ölümlere yol açmakta ve insanlar ölmektedir.
Abdülhamit hiç vakit kaybetmeden Askeri Tıb Mektebi’nden Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey’i Pasteur’un yanına gönderir. Gitmeden önce Abdülhamit üç kişiyi yanına çağırarak devletin en yüksek liyakat madalyası olarak bilinen, “ilmiye ve askeriyede mümtaz kişilere” verilen ‘Mecidiye Nişanı’nı’ Pasteur’e vermelerini söyler. Ayrıca Pasteur’e Fransa’da insanların yararına bir ‘Aşı Hayırhanesi’ kurması için de 800 lira gönderir. (O gün o parayla İstanbul’un en gözde semti Bebek’te yaklaşık 160 orta halli ev alınabiliyordu.) Yaklaşık yedi aylık eğitimden sonra, 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. 1888’in Kasım ayında ise Pasteur, Abdülhamit’in de desteğiyle mütevazı laboratuarını genişleterek bir enstitü kurar.
DÜNYA DEVLERİ TÜRKİYE’YE GELİYOR
Bugün Sanofi Pasteur, bir asırlık tıp kurumu ve aşı alanında lider. Şirket sadece 2005 yılında yaklaşık bir milyar doz aşı sattı. Dünya genelinde günde 1.5 milyon, yılda 500 milyondan fazla insanın belli hastalıklara karşı bağışıklık kazanmasını sağlayan ‘aşıları’ üretiyor. 1800’lü yıllarda Abdülhamit’in desteğiyle kurulan enstitü, Türkiye’de üretim tesisi kurmak için anlaşma yapma noktasına geldi. Peki bir zamanlar aşıyı Batı’ya duyuran ve Pasteur’e yardım eden Türkiye, dünyada aşı üretiminin neresinde? Sorunun cevabı geçmişin tecrübe ve başarılarına nazaran şimdilik çok da olumlu değil. Çünkü Türkiye aşı alanında iki yüzyıl önce yakaladığı başarısını takip edemedi.
Sağlık Bakanlığı, şimdilerde yabancı sermaye iş birliği ile aşı üretimine tekrar geçmeye hazırlanıyor. İlaç alanında dünya devi Pasteur, Merk, GlaxoSmithKline (GSK) gibi yedi firmadan biri Türkiye’ye aşı üretim tesisi kuracak. Bakanlık, alım garantisi vererek yabancı şirketlerin Türkiye’de aşı üretmesine izin verecek. Anlaşma üç yıl için geçerli olacak. Türkiye üretim üssü haline getirmeyi hedeflediği projeyi hayata geçirirse aşı alanında çok önemli adımlar atılmış olacak.
‘Kamu-özel ortaklığı’ modeli ile hayata geçirilecek projenin yasal hazırlıkları tamamlandı ve ihale aşamasına gelindi. Bakanlığın görüştüğü aşı üreticileri arasında bir zamanlar kurulması için yardım ettiğimiz Fransız Pasteur Enstitüsü ve dünya ilaç pazarının yüzde yedisini elinde bulunduran İngiliz firması GSK’da bulunuyor. Aşı fiyatları konusunda da Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) ‘dünyada aşı ortalaması’ dikkate alınacak. Yani Türkiye tesisleri kurdururken, ekstra bir ödeme yapmayacak. Şartnameye göre, şirketler son iki yıldır Türkiye’nin başını ağrıtan Kuş Gribi, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) gibi ölümcül hastalıklarına Ar-Ge çalışması yapacak. Aşılar Türkiye’nin aşı ihtiyacına göre belirlenecek. İlk etapta beşli aşı denilen difteri, boğmaca, tetanoz, çocuk felci ve Hib aşısı tek enjektörde hazır halde üretilecek. Diğer aşılar da bunun üzerine bina edilmeye çalışılacak. Paketleme ise Hıfzıssıhha ve Sağlık Bakanlığı adına olacak. Henüz tesislerin nereye kurulacağı belli değil, fakat merkezî olmasından dolayı Ankara düşünülüyor. Eylül ayına kadar sonuçlanması beklenen ihalede en uygun fiyatı veren firma ya da firmalarla anlaşma yapılacak. Aşı üretmek için yabancı firmalarla görüşen ve işi son noktaya getiren Sağlık Bakanlığı, Dr. Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi bünyesinde uzun yıllar kapalı kalan aşı üretim tesislerinin yeniden faaliyete geçirilmesi için de çalışma başlattı. Çalışmaların tamamlanmasının ardından yaklaşık sekiz yıldır ara verilen aşı üretimine yeniden başlanacak. Firmalar kontrol laboratuarlarını Hıfzıssıhha içerisine kurarak aşıların kalite ve kontrolleri yapılacak. Böylece Refik Saydam tüm ürünlerin denetlendiği ‘referans laboratuar’ haline gelecek.
AŞIYA 8 YILDA 220 TRİLYON HARCADIK
Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü Doç. Dr. Turan Buzgan, Türkiye’de birçok insanın bu sayede eğitim alarak zor durumlarda aşı üretimi konusunda yetkin olacağını belirtiyor. Buzgan, aşı tedarik etmede sıkıntı yaşadıklarını belirterek gelişmiş ülkelerdeki aşılama sistemine geçeceğimizin de işaretlerini veriyor: “Bizim adımıza önce kendi ülkelerinde üretim yapacaklar. Daha sonra hammaddesi ile Türkiye’de üretime geçecekler. 2006 hedefimiz aşıyı ülkemizde üretilebilir hale gelmek. Ve bunu en modern tesislerde en son teknolojiyle yapabilmek.”
Türkiye’de bağışıklamada kullanılan aşıların yaklaşık yüzde 60’ı Sağlık Bakanlığı, yüzde 30’u özel sektör tarafından ithal ediliyor. Yüzde 10’u ise bağış olarak sağlanıyor. Türkiye, aşı için her yıl ortalama 18 milyon dolar harcama yapıyor. Turan Buzgan, aşıya 2005 yılında 51 milyon YTL bütçe ayrıldığını, 2006’da ise bu rakamın 113 milyon YTL’ye çıkarıldığını söylüyor. Nedeni ise kabakulak ve menenjit gibi yeni aşıların bağışıklama programına alınarak ithalat listesine eklenmesi. Zaman zaman aşı tedarikinde sıkıntı yaşayan Türkiye daha çok Japonya, Kore, Hindistan, İsviçre, Almanya, Hırvatistan, Fransa ve Danimarka’dan aşı ithal ediyor. Türkiye bu ülkelere difteri, boğmaca, tetanos, verem, hepatit, kızamık ve çocuk felci gibi 7 tip viral aşı için yıllık ortalama 18 milyon dolar ödüyor. Sadece bu aşılar için Türkiye’nin üretimi durdurduğu sekiz yılda 220 trilyon lira ödediği anlamına geliyor. Aşılar ihale sistemi ile ithal ediliyor. Şu anda ise Türkiye’nin 2007 yılına kadar ihtiyacı olan aşıların tamamı stok halinde.
Özellikle yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapmak istediğini belirten Buzgan, birçok aşı üreticisi ile görüştüklerini dile getiriyor. 2006 yılının Bütçe Kanunu’na Sağlık Bakanlığı’na “Aşı siparişi verebilir ve özel sektörle aşı üretebilir” diye bir madde eklendiğini hatırlatan Buzgan, yapılacak anlaşmanın üç yılla sınırlandırıldığını ifade ediyor. Ancak aşı firmaları anlaşmanın bu maddesine itiraz ediyor. Aşı üreticileri 10 yıllık anlaşma olursa yatırım yapabileceklerini söylüyor. Buzgan, Türkiye’nin ihtiyacından fazla aşı üretmeyi hedeflediklerini ve komşu ülkelere, özellikle Asya ülkelerine aşı satmayı planladıklarına dikkat çekiyor.
VEREM’DEKİ BEŞ MERKEZ
Sağlık Bakanlığı’na bağlı Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü 1928’de kurulur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren (1930) aşı üretimi başlar ve neredeyse bütün ülkelerin aşı ihtiyacı karşılanır. Hatta 20. yüzyılda Çin’de ortaya çıkan kolera salgını için ihtiyaç duyulan aşıların çoğu Hıfzıssıhha’dan gönderilir. Tifo, Dizanteri, Kolera, Veba, Menengokok, Stafilokok, Boğmaca, Brucella, Nezle, Kuduz, Verem, Tetanoz, Difteri, Kızıl, Karma aşı, Tifüs, Çiçek, Grip aşısı gibi birçok aşının üretimi yapılır. Merkez, çağın teknolojilerine ayak uyduramama ve mevcut teknolojileri güncelleme konusunda yaşanılan sıkıntıdan dolayı 1998’de aşı üretimini durdurmak zorunda kalır. Bugün birçok kişi Hıfzıssıhha’yı kapatmak yerine yatırım yapılıp yenileme yoluna gidilseydi dünyada (BCG) verem aşısı üreten beş merkezden birinin Türkiye’de olacağını ileri sürüyor. Bütün bunlara rağmen merkezde halen akrep, difteri ve tetanoz serumu üretiliyor. Türkiye’ye gelen ithal aşıların tamamının kontrolü yine laboratuarlarında gerçekleştiriliyor.
Türkiye sahip olduğu genç nüfusu göz önünde bulundurarak kızamık, difteri, boğmaca, tetanoz gibi aşıları bulmak veya üretmek zorunda. Çünkü her yeni birey aşılama takvimine girecek, koruyucu sağlık hizmetler kapsamında da aşılanmak zorunda. Yılda 1.3 milyon bebeğin dünyaya geldiğine dikkat çeken Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, aşılama yapılmaması halinde her yıl 100 bin bebeğin ölebileceğine işaret ediyor.
HIFZISIHHA NEDEN DURDU?
Sağlık-Sen Başkanı Dr. Ahmet Aksu, Türkiye’nin aşısını kendisinin üretebilecek kapasitede olduğuna inanıyor. 1930’lu yıllarda 104 kalem aşı ve serum üreten Hıfzıssıhha’nın bu faaliyetini 70 yıl sonra neden devam ettiremediği sorusunu soruyor. Ahmet Aksu, Türkiye’de ve dünyada bir aşı mafyasının olduğunu iddia ederek, “Üç beş firma aşı piyasasını elinde bulunduruyor.” diyor. Ona göre Türkiye’de yerli ilaç sanayii giderek azalıyor. Bunun nedeni ise aşı üretimini gerçekleştirecek kişilerin yabancı sermayeye bağlı kalması. Bakanlığın uygulamaya koymak istediği projeyi doğru bulmadığını söyleyen Aksu, “Gelecekte ne olacağını bilmiyoruz. Türkiye kendi ilacını da, aşısını da üretmeli. Üretenler yabancı sermaye. Yarın bir gün ilaçsız ve aşısız kalırsak ne yapacağız?” diyerek endişesini dile getiriyor. Aksu, ilaç ve aşı sanayiinin tamamen yabancı sermayeye devredilmesine karşı çıkıyor.
Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci de aşı piyasasının yabancı tekelinde bulunduğunu iddia ediyor. Türkiye’de aşı üretimi için devletin etkin bir rol oynamasını isteyen Kahveci, bunun için bir an önce Hıfzıssıhha’nın eskiden olduğu gibi aşı üretimine geçmesini istiyor. Kahveci’ye göre Türkiye kendi aşısını üretmek zorunda, çünkü aşı gibi stratejik bir madde dışa bağımlı olamaz: “Ülkeler ilerde ortaya çıkabilecek herhangi bir savaş veya salgın için ilaç ve aşı depoluyor. Biz dışa bağımlı olduğumuz için aşı ve ilacı bu tür olaylarda nereden bulacağız? Kimse bize ne ilaç verir ne de aşı. Bu yüzden Türkiye acilen kendi aşısını kendi üretmeli.”
Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanı Mustafa Ertek ise kamunun aşı üretmemesinden yana. Ona göre devlet teşvik etmeli, üretici özel sektör olmalı. Ertek, özel sektörün dinamik ve teknolojiye daha çabuk ayak uydurduğunu belirterek özel sektör refleksleriyle verimliliğin artacağını, yeni teknolojilerin ve son bilimsel gelişmelerin kolay takip edilebileceğini söylüyor. Sağlık Bakanlığı Bağışıklama Bilim Kurulu üyesi olan Ertek, aşı üretiminin paketleme, laboratuar kuruluşu, üretim ve Ar-Ge aşaması şeklinde ilerleyeceğini naklediyor.
YERLİ SERMAYE AŞI ÜRETMEYE YANAŞMIYOR
Aşının en büyük alıcısı olarak devlet gösteriliyor. Devlet uzun süreli alım garantisi vermediği müddetçe yerli sermaye bu işe yanaşmıyor. Ayrıca aşı sanayiinde belli bir dönem satış yapılmadığında iflas söz konusu olabiliyor. Aşı üretimi için alt yapının olmaması da halen üretim yapan Türk ilaç sanayiindeki yerli sermayenin bu işe girmeme nedenleri arasında. Çünkü aşı alt yapısını, üretim tesislerini kurmak aşı üretmekten daha zor. Türk Sağlık-Sen Başkanı Kahveci’ye göre Türk müteşebbisin bu işe girmemesinin asıl nedeni sektörün tamamının yabancıların elinde bulunması. Kahveci, yabancı tekelinin oluşmasını yerli girişimcilerin rekabet edememesine bağlıyor.
Peki yerli üreticiler ilaç sanayiinden ciddi paylar alırken, bugüne kadar aşı işine neden girmedi? Sorunun cevabını özel sektör temsilcileri veriyor. Mustafa Nevzat İlaç Sanayii Anonim Şirketi Genel Koordinatörü Levent Selamoğlu, aşı üretiminin özel teknoloji gerektirdiğini kaydediyor. Türkiye’de ticari boyutta aşı üretimi yapabilecek teknolojik alt yapının olmadığını vurguluyor. Selamoğlu, böyle bir üretime başlamak için de firmaların ciddi yatırımlar yapması gerektiğinin altını çiziyor. Projede yabancı firmaların tercih edilmesinin doğal olduğunu belirten Selamoğlu, ülkemizde ilaç üretimine katkı sağlayacak her türlü yatırımın olumlu değerlendirilmesi gerektiği inancında. Fakat bir ülkenin sadece aşılarını değil stratejik tüm ilaçlarını kendisinin üretmesinden yana olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor. Abdi İbrahim İlaç A.Ş Genel Müdürü Erman Atasoy da aşı üretimi için uygun teknolojinin Türkiye’de bulunmadığı tespitine katılıyor. Dolayısıyla bu şartlarda yerli bir firmanın aşı üretmesinin mümkün olmadığını, yabancı sermaye üretse de ülke için faydalı olacağı görüşünde.
AŞI PAZARI BEŞ YIL SONRA BÜYÜYECEK
Dünyanın birçok ülkesinde aşı üretimi yapılıyor. Devletlerin fiyatlandırma politikaları, merkezi sistemli satın almalar ve geri ödeme sistemindeki ağır şartlar nedeniyle aşı araştırma ve üretim merkezlerinin sayısı azalmış. Örneğin 10 yıl önce 25 aşı araştırma ve üretim merkezi varken bu sayı altıya düşmüş. Bugün çoğu aşının keşfi ve üretimi de bu yedi firmanın elinde. Pasteur, Chiron, GSK, Sanofi-Aventis, Merck, Sharp&Dohme (MSD) Solvay ve Wyeth. Ayrıca birçok ülkenin de aşı ihtiyacını bu firmalar karşılıyor. Firmalar insan hayatına katkıda bulunacak birçok aşı için yüksek miktarda yatırım yapıyor. Hatta birkaç hafta önce Amerika FDA (Food&Drug Administration) tarafından rahim kanserini önleyici yeni bir aşıya onay verildi. AIDS ve sıtma gibi milyonlarca insanın hayatının söz konusu olduğu alanlarda onay almayı bekleyen aşılar var. Bu da aşı pazarında beş yıl içerisinde ciddi bir büyüme gerçekleşeceğinin göstergesi. Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD) Genel Sekreteri Engin Güner, Türkiye’nin aşı üretiminde küresel pazarlarla rekabet edebileceğini söylüyor. Bunun nedenini, alt yapısı iyi hastaneler ve yetişmiş bir iş gücünün bulunmasına bağlıyor. İstikrarlı ve kararlı bir devlet politikası izlenirse tekrar aşı üretimine geçebilecek kapasitede olduğumuza değiniyor. Örnek olarak ise İrlanda ve Singapur’u gösteriyor. Güner, İstanbul’dan küçük ülkelerin akıllıca uyguladıkları yatırımları sayesinde bunu başardığını belirtiyor.
Kızılay da Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tüm sağlık ürünlerinin kendisinin üretmesi gerektiği inancında. Aşı veya serum üretmek gibi bir çalışmalarının olmadığını belirterek 1950’li yıllarda Sağlık Bakanlığı, Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) ve Genel Kurmay Başkanlığı öncülüğünde kurulan Kan Sanayii Anonim Şirketi’nin (Kansaş) de çeşitli nedenlerden dolayı sona erdiği söyleniyor. Ülkemizde kan ürünlerinin üretilmesi için Bakanlık ve Genel Kurmay Başkanlığı ile görüşmeleri devam ettiyor. Olumlu sonuçlanırsa kendi kan ürünlerini üreten hatta ihraç eden bir ülke konumuna gelmemiz içten bile değil.
AŞILARIN DENETİMİ NASIL YAPILIYOR?
Sağlık Bakanlığı, aşı üretimine teknik yetersizliklerden dolayı ara verdiği için bütün aşıları dışardan ithal ediyor. Peki dışardan aldığımız aşılar ne kadar güvenli? Denetimleri nasıl yapılıyor? Dünya Sağlık Örgütü az gelişmiş ülkelere aşıların korunması, saklanması, dağıtımı ve kullanımına yönelik pratik bilgilerin verilmesi için geçen yıl Türkiye’yi üs olarak seçti. Nedeni ise diğer ülkelere örnek olabilecek bir aşı zincirinin Türkiye’de bulunması. Ankara’daki aşı deposundan başlayarak sağlık ocağına kadar ulaşan ‘soğuk zincir’ uygulaması başka ülkelere de örnek teşkil ediyor. Türkiye’nin aşı pratik eğitimi vermesini sağlayan sertifika 2007 yılına kadar geçerli. Aşılar için oluşturulan soğuk zincir şu şekilde işliyor:
Aldığımız aşıların çoğu WHO tarafından iyi üretim koşullarına (GMP) göre belgelenmiş aşılar. Hava yoluyla geliyor ve Ankara Esenboğa’daki Serum Çiftliği’nde bulunan dev aşı deposuna soğutucu tırlarla taşınıyor. Depo 861 metreküpü soğuk, 338 metreküpü derin donduruculu olmak üzere bin 200 metreküp alana sahip. Herhangi bir tehlikeye karşı aynı büyüklük ve özellikte yedek depo da mevcut. Fiziksel kontrolden geçirildikten sonra, Hıfzıssıhha’ya getirilerek biyolojik yönden inceleniyor. Yolda hasar gören bütün aşılar geri iade ediliyor. Üç aylık periyotla yılda dört kez soğutucu kamyonlarla 81 ile aşı gönderiliyor. Her ilin Sağlık Müdürlüğü’nde bir soğuk hava deposu ve buranın sorumlusu var. Sağlık ocakları, ihtiyaçları olan aşıları aylık periyotlar halinde İl Sağlık Müdürlükleri’nden alıyor. Sağlık ocaklarında soğuk hava deposu yok ama aşı buzdolabında muhafaza ediliyor. Elektrik kesintisi olduğu takdirde şüpheli aşılar imha ediliyor.
Türkiye’nin aşı takvimi geçmişi kadar parlak değil. Bir zamanlar büyük emekler sonucu her yıl aşı üretimini gerçekleştiren laboratuarlar sekiz yıldır kapalı. Yabancı sermaye sayesinde üretime tekrar geçileceği söylense de çoğu kişi projeye sıcak bakmıyor. Bugün ‘Türkiye kendi aşısını üretebilir mi?’ sorusu sorulduğunda aslında her şeyi tarih anlatıyor.
İLK AŞI ÜRETİMİ NASIL BAŞLADI?
1890’da, Türkiye’nin ilk mikrobiyoloğu olan Dr. Hüseyin Remzi Bey’e çiçek aşısı üretim yeri kurması için görev verilir. Temmuz 1892’de çiçek aşısını Mekteb-i Tıbbiye Askeri Şahane’nin bahçesinde üretmeye başlar. 1893’te difteri serumu, 1897’de de dünyada ilk defa sığır vebası serumu hazırlanır. 1911’de tifo, 1913’te kolera ve dizanteri aşıları üretilmeye başlanır. 1928’de halk sağlığı alanında hizmet veren en yetkili kurum ‘sağlığın korunması’ anlamına gelen ‘Hıfzıssıhha’ kurulur. Dünyada ilk defa tifüs aşısını Dr. Reşat Rıza bulur, ilk üretip uygulayan kişi de Tevfik Sağlam’dır. 1936’da 17 tip aşı üretilir ve başka ülkelere de ihraç edilir. 1953’te verem ve influenza aşıları üretim laboratuarları Dünya Sağlık Örgütü tarafından kabul edilir ve örnek iki tesis olarak gösterilir. Türkiye’de ilk defa aşı üretimini gerçekleştiren Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi 1998 yılına geldiğinde sahip olduğu tesis ve laboratuarları kapatmak zorunda kalır. Sebepse gelişen teknolojiye ayak uyduramamadır.
TÜRKİYE’DE AŞI ÜRETİMİ NEDEN DURDU?
Tarih 1998… Ramazan Bayramına bir gün kala. Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü çalışanları 9 günlük bayram tatiline çıkar. Bir personel, gerekli kontrolleri yaptıktan sonra 9 günlük bayram tatili süresince elektrik tasarrufu yapmak amacıyla buzdolabının fişini çeker. İçinde, Türkiye'nin belki de 'son' ürettiği aşıları unutarak. Aslında, o personel o gün sadece buzdolabının fişini değil, farkında olmadan Türkiye'nin aşı fişini de çekmiştir. Tatil dönüşü, buzdolabındaki aşıların bozulup bozulmadığını anlamak üzere, numuneler Hıfzıssıhha’ya gönderilir. Yapılan incelemede, bu serideki aşıya "artık nem miktarı fazla" gerekçesiyle izin verilmediği anlaşılır. WHO direktifleri gereği, bir aşı ile ilgili olarak son söz sahibi üretimi gerçekleştiren laboratuardır. Fazla olan nemin, aşının raf ömrünü etkilediğini bilen üretici laboratuar da son kullanma tarihi olarak altı ay vermiştir. Bu durum medyada "Hıfzıssıhha'nın bozuk aşıları Kürtler üzerinde deneniyor!" gibi birçok asılsız habere yol açar. Yaşanan bu olay üzerine, laboratuarlar kapatılır ve aşılar imha edilir.
TÜRKİYE’DE AŞININ TARİHÇESİ
1801 yılında Jenner metoduna göre Çiçek aşısı uygulaması başladı.
1885’te dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için Osmanlı’da kanun çıkarılıyor.
1885’te Kuduz aşısı bulundu.
1886 yılında kuduz aşısının üretilip uygulanması için Pasteur’un laboratuarına eğitime gidildi.
1887 Ocak ayı başında Kuduz aşısı Osmanlı’ya getirildi. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’de ilk kuduz aşısı üretildi.
1887’de Kuduz Tedavi Müessesesi kuruldu.
1892’de ilk çiçek aşısı üretim evi kuruldu.
1927’de verem aşısı üretimi başladı.
1937’de kuduz serumu üretilmeye başladı.
1940’ta Çin’deki kolera salgını için Çin’de kolera aşısı gönderildi.
1942’de Tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.
1947’de Biyolojik Kontrol Laboratuarı kuruldu. BCG aşısı üretimine geçildi.
1948’de Boğmaca aşısı üretimi başladı.
1950’de İnflüenza laboratuarı WHO tarafından Uluslararası Bölgesel İnflüenza Merkezi olarak tanındı ve influenza aşısı üretimine geçildi.
1965’te ilk kez kuru çiçek aşısı üretimi yapıldı.
1976’da Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başladı.
1983’te kuru BCG aşısı üretimine geçildi.
1991’de üretilen aşı ve serumların kalitesinin artırılması ve üretilemeyen aşılarla birlikte ihraç edilmesi DPT yatırım programına girdi.
1998 yılında teknolojiyi takip edememe nedeniyle BCG aşı üretim laboratuarlarında üretime son verilir.
AŞI 80 YIL, İLAÇ ÜÇ YIL ÖMÜR UZATIYOR!
Her yıl beş yaşın altında 1,4 milyon çocuk önlenebilir hastalık yüzünden hayatını kaybediyor. Kızamık, kızamıkçık, kabakulak, difteri, tetanoz, boğmaca, hepatit, çocuk felci ve daha birçok hastalık hayata yeni adım atan çocukların sağlığını tehdit ediyor, sakat bırakıyor. Hastalığın bir kişiden diğerine yayılımını önleyerek toplum sağlığını koruyan aşı her yıl dünyada üç milyon kişinin hayatını kurtarıyor. Aşılanmadığı için aşı ile korunabilir hastalığa yakalanan kişinin ilaçla tedavi edilmesinin maliyeti çoğu zaman aşı maliyetini binlerce kat aşıyor. Çocuklara uygulanan aşı sayesinde bir hastalığı önlemek bir kişiye 70-80 yıl sağlıklı yaşama imkanı verirken aşılara göre çok daha pahalı olan ilaçlarla insanların ömrü 3-5 yıl uzayabiliyor.
Bakanlığın 2003’te başlattığı “Kızamık Aşı Günleri” kampanyası ile üç yılda 18 milyon 217 bin çocuk aşılandı. Böylece üç yılda kızamık aşılama oranı yüzde 96’ya ulaştı. 2002’de kızamık sayısı 7 bin 804 iken 2005 yılında bu sayı bin 119’a kadar düştü. 2006 yılı ilk dört aylık vaka sayısı ise sadece 12. Bakanlık kızamık geçirildikten yıllar sonra ortaya çıkan nadir ama ağır bir beyin iltihabı hastalığı olan Subakut Sklerozan Panensefalit (SSPE) hastalığını geçmiş yıllarda kızamık hastalığının çok görülmesine bağlıyor. Kızamık aşı oranları düşük olduğu için de böyle bir durumun ortaya çıktığı görüşünde. SSPE hastalığının en fazla görüldüğü Şanlıurfa’da altı yıl önceki aşılama oranı yüzde 48 iken, geçen yıl yüzde 93’e çıkarıldığını belirtiyor. Turan Buzgan, geçmiş yıllara göre aşılama oranında yüzde 90’a ulaştıklarını belirterek bu sayede çocuk ölümlerinin büyük oranda önüne geçildiğini belirtiyor.
Türkiye’nin aşı takvimi geçmişi kadar parlak değil. Bir zamanlar büyük emekler sonucu her yıl aşı üretimini gerçekleştiren laboratuarlar sekiz yıldır kapalı. Yabancı sermaye sayesinde üretime tekrar geçileceği söylense de çoğu kişi projeye sıcak bakmıyor. “Bugün Türkiye kendi aşısını üretebilir mi? sorusu sorulduğunda aslında her şeyi tarih anlatıyor.”
ABDÜLHAMİT’İN PASTEUR’A GÖNDERDİĞİ 800 LİRANIN HİKAYESİ NASIL ORTAYA ÇIKTI?
2002 yılında Hıfzıssıhha Başkanı Dr. Mustafa Aydın Çevik, enstitünün tarihiyle ilgili bir çalışma yapılması için Hıfzıssıhha çalışanlarından birine görev verir. Görevi büyük bir memnuniyetle kabul eden kişi için bundan sonra her bilgi kafasında oluşacak bir fotoğraf demektir. Önce araştırmaya başlar, sonra da belgeleri bulmak için yola koyulur. Tabii bunların hepsini kendi bütçesinden harcayarak… Önce Almanya'daki Emil Adolf Von Behring Enstitüsü temsilcileri ile görüşerek, Alman Bilim adamı Behring ile ilgili dokümanları alır. Fransa'ya giden bir arkadaşının vasıtasıyla da Pasteur Enstitüsü'ndeki belgelere ulaşır. Osmanlı'nın dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için çıkardığı nizamname ve Abdülhamit'in Pasteur'e gönderdiği 800 liranın belgesi. 24-27 Mayıs 2006 tarihlerinde, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesince düzenlenen 9. Tıp Tarihi Kongresinde "Türkiye'de Aşı-Serum Üretiminin Tarihçesi" adlı posterle başarı ödülü kazanmıştır.
AKSİYON DERGİSİ