Türkiye’nin salgın mücadelesini değerlendiren uzmanlara göre, pandemi bilimsel verilere dayalı olarak yönetilmedi. Salgın yönetiminde toplumsal ve siyasi yanıtlara göre hamleler yapıldı.
2 milyon 800 bini aşkın hasta. 29 binden fazla ölü. Türkiye’de salgının bir yıllık bilançosu özetle bu.
DW'den Deniz Barış Narlı'Nın haberine göre, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ilk vakayı açıkladığı 11 Mart 2020 tarihinden bu yana, Türkiye’de gündemi salgın belirliyor. Geride kalan bir yılda Türkiye’de vaka ve ölüm sayıları, hastanelerdeki yoğun bakım doluluk oranları kadar tartışılan bir konu daha vardı: salgının nasıl yönetildiği…
Peki, geriye dönüp bakıldığında Türkiye, salgının ilk yılında nasıl bir sınav verdi? DW Türkçe, pandemi ile geçirilen bir yılda salgına karşı verilen mücadeleyi uzmanlarla değerlendirdi.
Başarı öyküsü mü?
11 Mart 2020 öncesine bakıldığında, Türkiye’nin, salgını ülkeye taşımamak için aylar öncesinde aldığı önlemleri görmek mümkün. Çin’de ilk vakaların ortaya çıkmasından sadece günler sonra, 10 Ocak 2020’de, uzman hekimlerden oluşan Bilim Kurulu’nun kurulması, bu kurulun tavsiyeleri doğrultusunda havaalanında termal kameralar yerleştirilmesi, vakaların görüldüğü ülkelerden gelen yolcuların taramaya tabi tutulması ve bazı ülkelere kısmi uçuş yasakları gibi önlemler 11 Mart’taki ilk vakanın ortaya çıkışından çok önce alındı.
Ancak DW Türkçe’ye konuşan Türk Tabipleri Birliği COVID-19 İzleme Kurulu Üyesi olan Doç. Dr. Osman Elbek’e göre bu uygulamalar yeterli değildi. Tüm dünyayı saran bir salgında Türkiye’de vaka olmamasının neredeyse imkansız olduğuna dikkat çeken Elbek, "Söylenen şey şuydu: Biz çok başarılıyız. Vakamız yok. Bu, en başından beri problemli bir bakış açısıydı. Bu bakış açısı, yani vaka olmayışını bir başarı olarak tariflemek, bizim erken dönemde hastalarımızı korumamızı engellendi. Toplumun, olabilecek pandemiden en az hastalık ve ölümle kurtulması değil, bir başarı öyküsünün yazılması hedeflendi" görüşünü savunuyor.
Hastalığın adını koymak
Türkiye’de ilk vakanın çıkış tarihi olan 11 Mart ile Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) koronavirüs salgınını bir "pandemi" olarak ilan ettiği tarihin aynı güne denk gelmesine dikkat çeken Elbek’e göre, salgını yönetenler hastalığın adını koymak istemedi; bu yüzden de sıkı önleyici tedbirleri almakta geciktiler. Elbek, "Kısaca izlenen politika şuydu: Hastalığın adının konulması bir başarısızlık göstergesidir, o zaman hastalığın adını koymayalım. Bu bakış açısı teste ulaşmayı da geciktirdi, hastaların tanılarının, PCR sonuçlarının 'yüksek riskli' gibi dünyada olmayan kategorilerde sonuçlarla verilmesine de sebep oldu" yorumunu yaptı.
"Önlemler zamanında alınmadı"
Salgının Türkiye’ye ulaştığı yetkililer tarafından doğrulandıktan hemen sonra ilk kısıtlama önlemleri alınmaya başlandı. Seyahat kısıtlamaları, eğitim-öğretimin ertelenmesi, kapalı alanda maske uygulaması, sokağa çıkma yasakları gibi önlemler kademeli bir şekilde hayata geçirildi.
Ancak Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nden Prof. Dr. Sarp Üner’e göre bu önlemlerin çoğu, zamanında alınan önlemler değildi. Yani, Türkiye’de yapılması gerekenlerin büyük bir kısmı yapıldı; ancak zamanında değil.
DW Türkçe’ye konuşan Prof. Dr. Üner, pandemiyle mücadelede önemli olanının zaman olduğuna dikkat çekerek, "Sonuçta önlemler belli. Kağıt üzerinde yapılması gereken şeyler yapılmış gibi gözükse bunların zamanlaması konusunda genel olarak bir gecikme olduğunu düşünüyorum. Bir kamuoyu baskısı oluştuktan sonra önlemler alındı salgın mücadelesinde. Salgından bir adım önde olmak gerekirken virüsten daha hızlı davranmak gerekirken, daha geç ve salgını takip eden bir davranış gösterildiğini düşünüyorum" dedi.
Ekonomiyi önceleyen bir yaklaşım
Üner, benzer bir yaklaşımın kısıtlamaları gevşetirken de sürdüğünü savunuyor. Bilimsel parametreler yerine, ekonomiyi önceleyen bir yaklaşımın salgın yönetiminde öne çıktığını söyleyen Prof. Dr. Üner, "Önlem alırken büyük grupların bir araya gelmesini engellersiniz, stadyum gibi, konser gibi. Sonra biraz daha etkisizse bu önlem, daha orta büyüklükteki düğün, cenaze gibi. En son halen devam ederse 10’lu kişilerin bir araya gelmesini engelleyici tedbirler alırsınız. Önlemler gevşetilirken de bunun tam tersi olur. Bizde ilk gevşetilen, binlerce kişinin bir araya gelebildiği AVM’ler oldu bu süreçte. Bu da kararların ekonomik olarak atıldığının en büyük kanıtı."
"Birinci dalgadan kurtulamadık"
DW Türkçe’ye konuşan iki uzman da Türkiye’de, salgını kontrol altına almak için gerekli olan, en az iki haftalık tam kapanmanın hiçbir zaman gerçekleşmediğine dikkat çekiyor. Türkiye’de üretim sürecinin pandemi boyunca hiç durmadığına vurgu yapan Doç. Dr Elbek, "Tam kapanmanın kritik noktası temel ihtiyaç dışındaki üretimin durdurulmasıdır. Türkiye, üretim üzerinden kârını hiç sekteye uğratmadı. Kapanma dediğimiz günlerin hepsi dikkat ederseniz bayram, hafta sonu gibi üretimin doğal olarak yavaşladığı süreçlerde gerçekleşti" vurgusu yapıyor. Hem Elbek hem de Prof. Dr Üner’e göre Türkiye tüm bu kararların bir sonucu olarak salgının ilk dalgasından bir türlü kurtulamadı ve halen birinci dalganın piklerini yaşıyor.
Salgın yönetiminde kurumların eksikliği
Peki, tüm bu kararların arkasında yatan gerekçe neydi? Kiminin ekonomik, kiminin siyasi gerekçelere bağlığı salgın yönetiminde yapılan bu hatalar, tıp tarihçisi Doç. Dr. Fatih Artvinli’ye göre Türkiye’de kurumsal bir salgın yönetim kültürünün olmamasının ürünü.
DW Türkçe’ye konuşan Artvinli’ye göre bu eksiklik kendini en çok verilerin paylaşılması konusunda gösterdi. Öyle ki salgın boyunca meslek odalarından yapılan açıklamalar ile bakanlıktan gelen açıklamaların çeliştiği ve verilerin saklandığına ilişkin toplumda bir güvensizlik oluştu. Artvinli bunu şöyle yorumluyor: "Salgın aynı zamanda bir toplumun tartışma ve bir öğrenme süreci. Hafıza açısından önemli. Ancak salgın, yukarıdan aşağıya doğru bir yönetimle ve sınırlı şekilde toplum bilgilendirilerek sürdürüldü. Almanya örneğine bakacak olursak, siyasiler tüm rakamları ve salgın algoritmasını Robert Koch Enstitüsü’ne göre yorumladı. Bunun dışında kafa karıştırıcı bir veri, başka bir kurumdan bir veri dolaşımda olmadı. Ama bizim örneğimize baktığımızda böyle değil."
Türkiye’de tam anlamıyla özerk, bilime kurumsal güven duyulabilecek bir merkezin veya kurumun olmadığına dikkat çeken Artvinli’ye göre Bilim Kurulu gibi geçici kurullar da bu güveni tesis etmekte eksik kaldı; sonuç olarak yöneticilerle toplum arasındaki işbirliğine dayanan salgın süreci iyi idare edilemedi.
"Salgınlardan başarı öyküsü çıkmaz"
DW Türkçe’nin konuştuğu uzmanlar, salgının bilimsel verilere dayalı olarak yönetildiğini düşünmezken salgın yönetiminde toplumsal ve siyasi yanıtlara göre hamleler yapıldığını savunuyor.
Tıp tarihçisi Doç. Dr. Fatih Artvinli önümüzdeki süreçte, salgın yönetimiyle ilgili, güven duyulabilecek, bağımsız ve şeffaf kurulların acilen oluşturulması gerektiğine dikkat çekiyor. Doç. Dr. Osman Elbek ise "Hâlâ bir başarı veya bir başarısızlık hikayesi verilmek isteniyor. Bu olmamalı. Bunun dışında bir dil aramak lazım. Pandemi mücadelesi, bilimsel kriterlere uygun, açık şeffaf, hesap verilebilir ilkelere uygun yapılır. Önümüzdeki bir yıl bunu yapmaya çalışalım. Buna ne kadar yaklaşabilirsek bu ülke insanının o kadar hayatta kalacağını biliyoruz" çağrısında bulunuyor.