Türkiye tarihinin en karanlık yılı

Türkiye tarihinin en karanlık yılı
1993, sadece Özal'ın kalp krizi, Mumcu'nun suikast, Eşref Bitlis'in 'kaza' ile öldüğü; 33 er'in katledildiği, Sivas'ta 37 'can'ın yandığı bir yıl değil. Toplumu un ufak etmeye niyetlenmiş bir darbenin yılı...
Oysa ne güzel başlamıştı. 1 Ocak tarihli gazetelerin manşetlerini, "1993, reformlar yılı olacak" haberleri süslüyordu. Söz, dönemin başbakanı Süleyman Demirel'e aitti ve şüphesiz bir karşılığı vardı. Türkiye, tarihinin en demokratik birkaç yılını idrak etmiş, sabahlara kadar süren tartışma programlarında tabular yıkılmış, her şey konuşulur olmuştu. Cumhurbaşkanı Özal, bir panel bile yönetmişti. "İşimiz demokratikleşme" diyen bir koalisyon, Demirel-İnönü birlikteliği sürüyordu. İç sıkıntılarını çözebilirse Türkiye, uluslararası arenada at koşturabilirdi. Tıpkı bugün olduğu gibi Kürt meselesinin çözümü, uluslararası sistemde Türk devletinin alacağı rolde anahtar mahiyetindeydi. 1993'te neler olduğu biliniyor. 10 Ocak tarihli gazetelerde Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in ölüm tehdidi aldığını söylediği yazıyor. 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcu öldürülüyor. İkinci gün, Baki Tuğ'a dayandırılan "Mumcu, MİT'le PKK ilişkisini araştırıyordu" manşetiyle çıkan Milliyet'ten olayları takip edersek eğer, başlıklardaki muhtevanın büsbütün değiştiği görülüyor. Bir hafta sonra 4 gün boyunca "Suikastler İran işi", "İran'daki perde arkası", "Türkiye'de İran dosyası", "Katiller İran yapımı" başlıkları ile çıkıyor gazete. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Mumcu suikastının ardından Özden'i makamında ziyaret ediyor, "Bu bir nezaket ziyareti değildir. Çünkü buraya çok saldırı oldu." diyerek... 28 Ocak'ta Jack Kamhi, 'hazırlıklıydım' dediği suikast girişiminden yara almadan kurtuluyor. İslami Hareket Örgütü'ne üye oldukları iddia edilen iki kişi, 12 yıl sonra müebbet hapse mahkûm olduklarında bile, 'devlet biliyor bizim geçmişimizi, biz yapmadık' demeye devam edecekti. Özal'ın yeniden siyasete dönme stratejisinin en önemli ismi meşhur Kürt raporunun yazarı Adnan Kahveci, 5 Şubat'ta Bolu-Gerede'de şüpheli bir kaza sonucu hayatını kaybediyor. 17 Şubat 1993'te Kürt realitesinin çözümünün mimarlarından Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, suikast iddialarının neredeyse kaziye haline geldiği bir uçak kazasında ölüyor. 17 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanı Turgut Özal vefat ediyor. Mahir Kaynak gibi istihbarat uzmanlarının 'siyasi şartlar gereği Özal'ın ölmesi gerekiyordu' dediği olay, resmî kayıtlara 'kalp krizi' diye geçiyor. Bu beklenmedik ölüm sonrasında, ülkede hem cumhurbaşkanı hem de başbakan değişiyor. Özal ve Eşref Bitlis'in pişirdiği dağdakilere kısmi affa MGK'da son şekli verilmişken; ertesi gün (25 Mayıs) Bingöl'de 33 er şehit ediliyor. Af kararı inmemek üzere rafa kalkıyor. Eylemi yaptığı söylenen dönemin PKK yöneticisi Şemdin Sakık, 'Ben bu işte yoktum' diyor ısrarla. 33 erin silahsız şekilde örgütün kucağına itilmesi hâlâ tartışma konusu. 2 Temmuz'da Sivas katliamında 37 kişi can veriyor, devlet seyrediyor. Pek çokları için büyük bir siyaset ve senaryodan söz ediyorsak, son ve en önemli hamle bu. Hâlâ ne travması bitti ne de binbir komploya rağmen aydınlatılabildi. Bu olay pek çok yorumcuya göre 'güvenlik zaafını' yönetemeyen tecrübesiz yeni başbakanın güvenlik bürokrasisine tabi olduğu andı. Sonraki yıllarda iki kişilik Çiller kabinesi retoriği oluşacak ya da oluşturulacaktı. Bu arada olaylar sürüyor. Madımak katliamından üç gün sonra 5 Temmuz'da Başbağlar'da 33 kişi, eylülde HEP kurucularından Mardin Milletvekili Mehmet Sincar, 22 Ekim 1993'te Jandarma Tugay Komutanı Bahtiyar Aydın ve Ekim 1993'te JİTEM'in karakutusu Cem Ersever öldürülüyor. Güneydoğu şehirlerinde faili meçhul listeleri kabarıyor, terör azıyor, köyler boşaltılıyor, ipler giderek güvenlik bürokrasisinin eline geçiyor. Tansu Çiller, başbakanlığının ilk günlerinde Bask modeli nevinden sıra dışı teklifleri seslendirdiğinde, ana muhalefet lideri Mesut Yılmaz, "Kırmızı Kitap'ı önüne koyduklarında düzelir, merak etmeyin" minvalinde bir söz söylüyor. Bunun bir kehanet olmadığı çok geçmeden anlaşılıyor. Bu arada Demirel'i Köşk'e çıkaran Erdal İnönü, siyaseti bıraktığını açıklıyor. 1993 ile ilgili çok kişinin kapısını çaldık. O dönemde faili meçhul cinayetleri araştırma konusunda yetkin bir isim, "Ben artık bu mevzulara girmek istemiyorum, girdiğimizde çıkamıyoruz." sözleriyle suskunluğunu izah ediyor. Yine de ona göre en önemli olay, fitilin ateşlendiği Uğur Mumcu cinayeti: "Araştırdığı terör, silah, uyuşturucu vs. hattındaki ilişkilerle ilgili perdeyi aralamak üzereydi ki ortadan kaldırıldı." Perde arkasında ne olduğu bilinmiyor ama perdenin önünde Türkiye tarihinin en karanlık olayları cereyan etti. Kimilerine göre 1993'te devlet, tırmanan teröre karşı hazırlıksız yakalandı, ani ve sert refleks ile güvenlik endeksli çözümler yürürlüğe koyarak terörü toplumsallaştırdı, kangrenleştirdi. İyice kuvvet kazanan diğer görüş ise, önceki ve sonraki yıllar da hesaba katıldığında, 1993'te yaşananlar birbiriyle ilişkiliydi ve aslında bir proje dâhilindeydi. "Siyaseti enterne eden, adı konmamış bir darbeydi." diyenler de, Hasan Fehmi Güneş gibi "Hepsi büyük bir siyaset içindi." ifadesiyle her türlü iç ve dış senaryoya davetiye çıkartanlar da var. "28 Şubat postmodern müdahalesi, iki büyük ekonomik kriz ve Cumhuriyet tarihinin en büyük devlet soygunu, bu 9-10 yıl içinde yaşandı ama Türkiye'nin en karanlık perdesi 1993'te açılmıştı." Dönemin önemli habercisi ve Star TV'nin Ankara temsilcisi Ardan 'ün artan PKK terörü ve Madımak olayından sonra Başbakanlık konutuna yerleşen Çiller ailesi ile ilgili gözlemi ilginç: "Özer Çiller bana her karşılaşmamızda şunu söylerdi: Ben de artık tabanca taşıyorum. Bir gün dedim ki 'Özer Bey, siz Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın eşisiniz, sizin tabanca taşımanıza gerek yok. Zaten devlet sizi korumakla yükümlü. Niçin ha bire tabanca taşıdığınızı söylüyorsunuz? Bunun bir anlamı yok ki. Etrafınız koruma ordusuyla çevrili.' dedim; ama o yine 'Tehlike içindeyiz. O yüzden çok dikkatli olmamız lazım.' gibi travmatik cevaplar veriyordu." 'e göre deneyimsizliğin ürünü bu travma, yeni bir dönemin başladığının işaretiydi aslında: "Sivas katliamı, Türkiye'nin 11 Eylül'üdür. Ondan sonra hızla değişti bu ülke. Sonu Ergenekon duruşmalarına kadar varan bir dizi olayın başlangıcını görürüz..." İzmir Suikastı ve Menemen Olayı'ndan itibaren devlet geleneğinde yer eden 'bir olay, bir siyaset' düsturunun işlediği hesaba katılırsa, 6-7 aya birçok olayın sığdırılması tesadüf olamazdı. 1993-94 yıllarında hem Çiller hem de Demirel kabinesinde bakanlık yapan Susurluk Komisyonu Üyesi Fikri Sağlar'a göre de bu böyle. "Türkiye'de tesadüfler politikası var. Oysa bu olaylar bir sürecin tesadüfleri olamaz. Tesadüf diye bakarsınız ama sonra bir politika olduğunu görürsünüz. Bunların birbiriyle bağlantısı araştırılmalı ve bulunmalı." diyor, Sağlar. Elbette onun da bir cevabı 'ortaya çıkan siyaset'le ilgili. "1993, Türkiye'nin ciddi şekilde kırılıp dökülme, eğilip bükülme dönemidir. O dönem gibisi yaşanmamıştır. Geçmişte ve sonra da çok büyük infial uyandıran olaylar olmuş, 12 Eylül'de ve öncesinde 5 bin kişi ölmüş, asılmalar olmuştur ama böyle Türkiye'yi ezip büküp başka bir yöne ve yola iten dönem olmamıştır." Turgut Özal'ın son yıllarında ona en yakın isim, danışmanı, bir yerde sırdaşı sayılan, Kürt meselesinin aktörleriyle Özal arasında koridor işlevi gören Cengiz Çandar, Kürt meselesinin çözümündeki zorlukları 93'e dayandırıyor: "Allah'a şükürler olsun ki Türk-Kürt toplumları arasında bir husumet olmadı. Devletle asiler arasındaki siyasi sorun gibi gözüktü. Ama özellikle 1993 sonlarından itibaren Tansu Çiller hükûmetinin bu işi tamamıyla askere devretmesinin getirdiği büyük yaralar var. Binlerce köyün boşaltılması, faili meçhuller... Her pislik buradan üredi Türkiye'de. Uyuşturucu kaçakçılığı, Ergenekon... Ergenekon'un ana rahmi bu meseledir. Sorunu kangrenleştirmiştir. Şu anda Doğu'da 0-20 yaş arası genç nüfusta büyük oranda Türkiye aidiyeti sorunu varsa, 1993'te başlayan süreç yüzündendir." 28 Şubat nasıl ki 'toplum'u da suç mahalline oturtmuş, sorunu toplumsallaştırmışsa, 93 yılı sonrasında Kürt meselesi, yerlerinden yurtlarından edilen insanlarla devlet-terör örgütü pergelinden çıkarılacaktır. Hâlen CHP Genel Başkan Yardımcısı olan Algan Hacaloğlu, dönemin aktif siyasetçisidir. Eşref Bitlis'le yedikleri bir yemekte terör olayları karşısında devletin hazırlıksız yakalandığı hissini alır. "Biz her yıl özel tim yetiştireceğiz ama yılda ancak 2 bin 500 kişi yetiştirebiliriz." der Eşref Bitlis, sanki bir gecikmişlik hissiyle. "1993'te bir kaos vardı. Devlet dengesini kaybetmişti. Böyle bir kaosta hiyerarşik yapı korunamadı. Devlet ve güvenlik çarkı içinde çeteleşmenin bu kadar yerleşmiş olması inanılmaz bir olaydı." diye şaşkınlığını dile getiriyor, Hacaloğlu. Ona göre, 1993, Türk siyasi hayatının 'karanlık' bir noktasıdır. Demokrasi adı altında demokratik mekanizmaların tıkandığı bir dönemdir. Halk iradesi Meclis'e yansımıştır yansımasına, ama kontrol ne Meclis'te ne de Meclis'ten çıkan hükûmet ve yürütmededir. Siyaset kurumu işlevsizleşmiş ve sistem üstündeki etkisini kaybetmiştir: "Bu kadar çok milletvekili ve yönetici, başka bir zaman bu kadar batağa girmemiştir herhâlde." Üstelik yetki kaybı ve gasbının telafisi mümkün olmayacaktır. Sağlar, anlatıyor: "Nitekim Kutlu Savaş'ın Susurluk sonrasında yazdığı raporda devletin bazı kurumlarının, bazı insanların öldürülmesi kararı verdiği, kararı da infaz ettiklerine dair bir bulgu var. Mesut Yılmaz bu raporla ilgili zamanı geldiğinde devletin bu tip yöntemleri kullanabileceğini söylüyor. Bundan önceki başbakanların da bunu bildiği, bir yapının varlığından haberdar olduğu görülüyor. 93'ü incelemek, 12 Mart'tan 12 Eylül'e varış sürecine dair karineler verebilir." HİZBULLAH'A SUÇÜSTÜ Hizbullah'a suçüstü... Bu iki kelime, Uğur Mumcu'nun öldürüldüğü 24 Ocak tarihli Milliyet'in manşetini süslüyor. Spotta, laik sistem için en önemli tehdit olduğu vurgusu var. Faili Meçhul Araştırma Komisyonu Üyesi Eyüp Aşık'ın o dönem Hizbullah araştırması sonrasındaki şaşkınlığı kayda değer: "Vaktiyle Hizbullah'la ilgili araştırmalarım oldu. 90'lı (93/94) yıllarda, Batman'a gittim, halkla, emniyetçilerle konuştum. Net bir Hizbullah örgütü gördüm. PKK'ya yakın kişilere yönelik seri hâlde cinayetler oluyordu. Ensesinden, kulağının arkasından, elektrik direğinin dibinde vs... 'Hizbullahçı kim?' dediğimde herkes gösteriyor, biliyor da... Ben emniyet müdürüne 'Bu Hizbullah'ın faaliyeti nedir, ne değildir?' dediğimde 'Öyle bir şey yok.' diyor. Sonra Ankara'ya geldim. O zaman İsmet Sezgin'le (İçişleri Bakanı) abi-kardeş hukukuyla konuştuk. Ona o seyahatte gördüklerimi anlattım. Sezgin'in verdiği cevap, 'Ya, ben sana güvenir ve seni severim. Sahiden Hizbullah var mı?' oldu. Ben de 'Siz Hizbullah'tan haberdarsınız. Hatta siz destekliyorsunuz. Öyle ya inkâr ettiğinize göre.' dedim." Yukarıdaki anekdot, pek çok şeyi, en çok da merkez sağın nasıl bir süreçte iflas ettiğini izah ediyor. Çok partili hayatın taşıyıcısı merkez sağ için sonun başlangıcı, 1993'te idareyi tümüyle güvenlik bürokrasisine bırakmasıdır. Siyaset Bilimci Tanju Tosun, "Demokratikleşme adı altında iktidara geliyorsunuz, iktidara geldiğinizden itibaren yüzünüzü tekrar devlete dönüyorsunuz." şeklinde özetliyor durumu. Ona göre merkez sağ, bu vesayetçi iradeye tam anlamıyla bu dönemde teslim olmaya başlamıştır: "2002'ye kadar Türkiye'nin demokratikleşememe sancılarının günahı, 92 ve 93 ile ilintilidir." Demirel'in seçim meydanlarında pembe ve şeffaf karakol vaadinden iki yıl sonra, üstelik devletin tepesine çıktığı anda, insanlar sokaklarda öldürülürken 'demokratikleşme' söylemi de bir masaldır artık. Siyasi ikbal ve iktidarın muhafazası uğruna toplum-devlet ikileminde devlet tercih edilmişti. "Bu süreçte girişilen siyasi katliamlar, vesayetçi iradenin toplum nezdinde meşrulaşmasına yol açmıştı. Hepsinin arka arkaya gelmesi basit bir tesadüf olamaz. Bu dönemde, merkez sağ siyasetçisinin rejimin otoriter yapısına toplum nezdinde meşruiyet kazandırmak gibi bir işlevi oldu." görüşünde Tosun. Yani görünürde bir seçilmiş idare vardı ama aslında idare onların elinde değildi. 28 Şubat'ta gün yüzüne çıkan ve tartışılan Demirel portresi aslında 1993'ün ikinci yarısında şekillenmişti. Siyaset bilimci ve anayasa uzmanı Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'a göre Demirel, seçilir seçilmez verdiği mesajlarla Özal çizgisinden ayrılıp ideolojik devlete sadakatle bekçilik yapacağını belli etmişti. İyi kötü eski kariyerini onunla birlikte halkı da unutacaktır: "1993'ten 28 Şubat'a gelinceye kadar, sıradan vatandaşların hiçbir hassasiyetine tercüman olmadı; tam tersine 'çekirdek devlet'in sözcülüğüne soyundu. Bu dönemde gayet tutarlı olarak sistemin kendisinden beklediği gibi davrandı." Demirel, o dönemdeki bazı uygulamaları savunurken, 'devlet bazen rutin dışına çıkar' demişti. Aslında o yıllar, devletin pek rutin içine girmediği zamanlardı. Genç Cumhuriyet'le sınırlı siyasi hayat takvimi ve dönüm noktaları, askerî müdahalelere göre şekilleniyor. Bir rasyonelliği var bunun; devlet ve toplumsal hayat felç oluyor, büyük acılar yaşanıyor ve en önemlisi, devlet sistemi bu müdahalelerde oluşturulan anayasa ve kanunlara göre yönetiliyordu. Tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül'de olduğu gibi. Sözgelimi 70'li yıllarda sol hareketler ve ordu içindeki uzantıları 9 Mart 1971 muhtırasını gerçekleştirmek üzereyken, üç gün sonra 12 Mart'ta karşı darbe yapılmıştı. Olaylara karışan bazı gençler idam edilmiş, Demirel koltuğu terk etmiş, darbe hazırlığı içinde olduğu iddiasıyla içlerinde İlhan Selçuk'un da bulunduğu kişiler sorgulanmış, hatta işkence görmüştü. Bunlar darbelerde olan şeylerdi, belki de en hafiflerindendi. Provokasyonlar ve sokak hareketleri darbelere zemin hazırlar, darbe vuku bulduğunda 'mıntıka temizliği' kaçınılmaz olurdu. Bazen de darbeler önce kendi çocuklarını boğardı. Tasfiyeler, idamlar, infazlar, sürgünler... Türkiye'de askerî darbelerin doğası dendiğinde yaşananlar bir 'film şeridi' gibi gözümüzün önünden geçebiliyor. Ve artık bu biliniyor. 28 Şubat'ta bir hükümet devrilirken kan dökülmese dahi büyük bir toplumsal mühendislikle binlerce insanın hayatını mahvederek bir darbe yapıldı. 1993 bütün darbe dönemleri kadar belki daha çok travmatik etkiler bıraktı toplumsal ve siyasi hayatımızda. Bugün tartışılan 'demokratik açılım'ın benzeri 93'te ortaya atılmış, genelkurmay ve hükûmet PKK'nın 'demokratikleşme süreci'nde tasfiyesi konusuna dâhil olmuştu. Ancak sivillerden Özal, askerden de Eşref Bitlis dışında istekli ve arzulu olan yoktu. Emekli askerî savcı Faik Tarımcıoğlu'dan dinleyelim: "Millî Güvenlik Genel Kurulu'nda hükûmete tavsiye kararı çıktı. Bunun için kademeli bir af çıkarılacak, dışarıda da Barzani ve Talabani ile iş birliği yapılacaktı. Özal, içeriye açıklama yapacak; Eşref Bitlis, Barzani ve Talabani ile görüşerek halledecekti. Yani hem içeride hem de dışarıda aynı anda adımlar atılarak sorunun çözülmesi hedeflenmiş ve yol haritası hazırlanmıştı. Ancak kontrgerilla ya da derin yapı bu sürece paralel olarak seri suikastlara başladı. Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, 33 er, Sivas, Cem Ersever... Bütün bu ölümlerin ve provokasyonların peş peşe gelmesi tesadüf olabilir mi? Olamaz. Bu provokasyonlar, 1993'te sağlanacak barışı sabote etmek isteyen, hem devlet içindeki hem PKK içindeki derin yapının dış güçlerin desteği ile yaptığı eylemlerdir. Nitekim 1994'ten sonra başlayan süreç, şiddet ve terörün artmasına, terörle mücadelede yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Bu süreç sadece daha fazla ölüm ve maliyet getirmemiş, aynı zamanda bu derin yapının maddi olarak da palazlanmasına yol açmıştır. Bu yüzden 1993, örtülü bir darbe dönemidir. Bu çok açıktır." Yine ona göre Demirel'in başa gelmesiyle fiilî darbeye gerek kalmadı, o da zaten 12 Eylül düzeninin devamını sağladı. Sorunun çözümünden yana olan pek çok isim, Turgut Özal ve Eşref Bitlis'le temas hâlindeydi. Faik Tarımcıoğlu da onlardan biri. Ölümünden 10 gün önce Özal'la, yine ölümünden iki gün önce Eşref Bitlis'le görüşür. Özal, Kürt meselesini mutlaka çözmek gerektiğini ama Demirel'in ve derin yapının direndiğini söyler ona. Bu nedenle tıkanan siyaseti açmak için yeni bir parti kurma hazırlıklarına bile girişir Özal. Tarımcıoğlu, "Uğur Mumcu, Gün Sazak ve Turgut Özal'ı aynı yapı vurdurdu. Eğer savcılar o zaman bu olayların üzerine yeterince gidebilseydi Ergenekon'a benzer bir davayı ve yapıyı o zaman görebilirdik." diyor. 93 yılının sonuna doğru, sözü edilen reformlar ve demokratikleşme hayalleri rafa kalkmış, ülkenin başbakanı ve cumhurbaşkanı değişmiş, cinayetler ve artan terör olayları sonrasında silahların sesi her şeyi, en çok da siyaseti bastırmıştı. Sistem yeni bir terörle mücadele yöntemi üzerine kurulacaktı artık. Bu bir devlet siyasetiydi. PKK'ya mali destek veren Kürt iş adamları ve mafyası ortadan kaldırıldı, 3 bin 800'den fazla köy boşaltıldı veya yakıldı. Hizbullah'ın bölgedeki eylemleri ya desteklendi ya da görmezden gelindi. Çoğunluğu o günlere ait 17 bin faili meçhulden bahsediliyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük göçü bu yıllarda oldu. Bugün büyük şehirlerde bir Kürt-Türk çatışma potansiyelinden ve terörün bir kısım halk nezdinde kabul görmesinden söz ediliyorsa bu o yılların eseriydi. Köylerinden çıkartılan insanlar önce bölgelerindeki şehirlere, sonra batıdaki büyük şehirlere akın etti. Dağılan aileler, büyük şehirlerde kaybolan çocuklar, büyük trajediler, şehirlerdeki büyük gettolaşma ve artan suç oranları... Bütün bunlar büyük bir 'suskunluk' içinde cereyan etti. O yıllarda 'merkez medya'da editör olan Leyla İpekçi, "Bizden başka haberler bekliyorlardı. Ne faili meçhuller ne de köy yakmalar bizim gündemimizde yoktu, haberimizde de olmuyordu." diye kayıt düşüyor tarihe. Özel televizyonlar çoğalıyor, kameralar artıyor ama İpekçi'nin deyimiyle bu artışa oranla gerçekler gizleniyordu. 1992'nin ikinci yarısında Çizre Belediye Başkanlığı yapan Haşim Haşimi, bir helikopter ve iki uçakla bombalanan köylerinde 38 kişinin ölmesi üzerine bir basın toplantısı yapıyor. Sadece birkaç gazetede çok küçük yer almasına rağmen İçişleri Bakanlığı'nca kendisine 'konuşma' yasağının getirildiğini söylüyor. 92 yılında Hakkari'de yaptığı gıda kaçakçılığı haberi nedeniyle hapse attırıldığını ve 10 yıl içerde yattığını söyleyen gazeteci Halit Yalçın, kendini şanslı görüyor; zira aynı dönemde 48 gazeteci öldürülmüş. Terör olayları ve güvenlik güçlerinin bölgedeki operasyonları 92'nin ikinci yarısında yoğunlaşmış, 93'te yaşanan o meşum olaylardan sonra terör paranoyası bütün devlet mekanizmasını sarmıştı. "Ergenekon gibi derin yapıların iktidar kavgalarında en çok kullandığı araç ne gariptir ki PKK'dan başkası değildir." diyen Zaman yazarı Mehmet Kamış'ın bu görüşünü ödünç alırsak, Can Dündar'a hapiste konuşan Şemdin Sakık'ın 'itiraf gibi' analizine kulak verebiliriz. Zira 93, PKK marifetiyle sistemin tıkandığı bir yıldır. "Benzer bir yıl yoktur." Sakık sözlerini şöyle sürdürüyor: "Ne öncesinde, ne sonrasında bu kadar kanlı bir yıl yoktur. 33 asker olayını da bu zincirin bir halkasıdır, münferit bir olay değildir. Bu bir darbedir. Çünkü içinde hem kan var, hem yönetim değişikliği var. Yani cumhurbaşkanı da değişmiştir, jandarma genel komutanı da değişmiştir, başbakan da değişmiştir. İstihbaratın başı da değişmiştir. Ve hepsinin ötesinde, ondan sonra 94-95'e yayılan korkunç bir şiddet ortamı geliştirilmiştir. Yani eğer 12 Eylül bir darbeyse, 28 Şubat bir darbeyse bu da bir darbedir. Kime karşı geliştirilmiştir? Kürtlere karşı... PKK'ya karşı da değil... Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözülmesini isteyenleri tasfiye etmiş, bu sorunun kanla bastırılmasını savunanları iktidara getirmiştir." 93 yılından itibaren tehdit algılamalarına 'arka bahçe' de eklendi ve mıntıka temizliği olmadan tehditlerin ortadan kaldırılamayacağı görüşü hâkim oldu. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş döneminde yürürlüğe giren yeni terörle mücadele yönteminde bir saha temizliği öngörülmüştü. Böylesine bir yetki kayması, toplumsal tasfiye ve 'temizlik' ancak askerî darbe dönemlerinde mümkün olabilirdi. Öte yandan, 93'ün ikinci yarısında Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Ağar'ın etkinliği artmış, terörle mücadele kapsamında 'özel harekât timi' takviye edilmiş ve polis ağır silahlarla donatılmıştı. Güvenlik sisteminde düalizme (karşıt bir yönteme) yer yoktu; 'askerî siyaset'in büyük ağırlığı hemfikir olunan bir 'devlet siyasetine' rağmen Ağar'ın durumu zamanla bir 'mesele'ye dönüştü. 94'ten itibaren askerlerle gazetelerin Ankara temsilcileri arasında bu mesele sıcak gündemini hep koruyacak, sık sık haberlere konu edilecekti. Bir görüşe göre, Susurluk, böyle bir rahatsızlığın sonucu ve tasfiyesiydi zaten. Bütün bunlar olurken 5 Nisan (1994) Kararları ile ekonomik kriz baş göstermiş, DEP milletvekilleri Meclis'te derdest edilmiş, jet hızıyla görülen davada 15 yıllık hapis cezaları çıkmıştı. Bu 'iklimde' her şey mümkündü artık. Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak, 10 yıl sonra (2004) salıverildi. Bu yıllar içinde 'söz konusu' Kürt siyaseti Meclis'te temsil edilmedi. Kürtleri Meclis'e taşıyan SHP-CHP çizgisi pür devletçi yapıya kayarken, 93'ten itibaren kurulmasında ve bozulmasında aleni bir müdahale gerektirinceye kadar 'görünmez el' hep yürürlükteydi. 95 seçimlerinde birinci olan Refah Partisi'ne hükûmet kurma görevi verilmemiş, 'düşman kardeşler'ce kurulan hükûmet (DYP-Anavatan) yürümeyince Refah-Yol hükûmeti tek seçenek aklmıştı. Ankara'yı iyi bilen bir gazeteci şunları söylüyor: 'Daha kurulurken askerin müdahale edeceği o kadar belliydi ki...' 28 Şubat'ta zayıf hükûmeti devirmek zor olmamıştı. Sonra kurulan Anasol-D-Mesut Yılmaz hükûmeti için de zaten '28 Şubat Hükûmeti' denilecekti. 93'ten itibaren siyaset aktörleri, kongrelerde parti liderliğini elde etmiş, toplumsal tabanı olmayan isimlerdi. Siyaset, toplumun uzağında, devletin içinde, İstanbul sermayesinin desteğinde kuruluyordu. Yargı ve YÖK de bu denklemin içindeydi zaten. Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) eski Genel Başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi , TSK içindeki iç temizliğin 1993'te başlatıldığına dikkat çekiyor: "28 Şubat, inançlı kadroların tasfiyesine yönelik, 1993'te başlayan bir süreçti. 16 Mayıs 1993'te Özal'ın koltuğuna oturan Demirel, İsmail Hakkı Karadayı ile 1. Ordu Komutanı iken İstanbul Orduevi'nde görüştü. Teamüllere aykırı şekilde Doğan Güreş'in görev süresi uzatılırken, Genelkurmay Başkanı olması beklenen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu emekli edildi. Bu şekilde Karadayı'nın önünün açılması sağlandı." Orgeneral Fisunoğlu ise Nuriye Akman'a yaptığı bir açıklamada bu durumu Özal'ın ölümü ile ilişkilendiriyor. "Doğan Güreş bana 'Bu sene Genelkurmay Başkanı oluyorsun. Özal'la konuştum, o da böyle istiyor. Hükûmet de böyle istiyor. Hayırlı uğurlu olsun.' dedi. 17 Nisan'da Özal öldü. Durum tamamen değişti. Ben demokrasi âşığı, hukuka saygılı bir insanım. Gayri hukuki hiçbir faaliyette de bulunmamışımdır. Vaktaki Turgut Özal öldü..." Hem Fikri Sağlar, hem de Eyüp Aşık, 1988'de Özal'a yönelik suikastın önemine ve aydınlatılmayışına dikkat çekiyor. Her ikisine göre de Özal, tetikçinin arkasında kimin olduğunu öğrenmiş ama sistemin çökmemesi için, belki de ortaya çıkacak o güçle baş edemeyeceği endişesiyle üzerine gitmemişti. Özal suikastı da, Özal'ın MİT'in sivilleşmesinde bir numaralı gözdesi Hiram Abas'ın 1990 sonbaharında öldürülmesi de, 93 yolunda döşenen taşlar gibidir. Hiram Abas, Şam gezisinde Özal'ı, Öcalan'ın yaşadığı evin yakınına kadar getirmiş, bir rivayete göre de evi göstermiştir. 1988 suikastı bunun ardından gelir. Hiram Abas, bir kokteylde tanıştığı Çetin Emeç'i dikkatli olması konusunda uyardıktan kısa bir süre sonra Emeç, yılın (1990) sonuna doğru bir suikasta kurban gider. 90'ların en güzel yılları, ilk yılları oluyor, biraz da Cumhurbaşkanı Özal'ın estirdiği özgürlük rüzgârları sayesinde... "Resmî sansürden uzak bir tartışma ortamında Kürtçe yasağı ile düşünce ve vicdan hürriyetini kısıtlayan düzenlemeler kaldırılıyordu. Öyle ki 1991-93 döneminde sistem üzerinde ideolojik ve askerî vesayetten tutun da etnik taleplerin meşruluğuna kadar, tabu sayılan pek çok konu tartışmaya açıldı." diyor Mustafa Erdoğan. Soğuk Savaş'ın bitimiyle canlanan düşünce hareketlerinin ve fikrî özgürlüklerin, büyük stratejilerin karanlık gölgesinde kalacağı hesap edilemedi. 90'lı yılların başında yeni dünya düzeni ve bu düzende Türkiye'nin güçlü konumu belirmişti. Bunu gören Özal, hızlı olduğu kadar da yalnızdı. Proaktif ekonomi ve dış politika yaklaşımını vites yükselterek sürdüren Özal, Körfez Harekâtı'na paralel Musul ve Kerkük'e girmeden söz eder olmuştu. Bu, devletin müesses nizamında tepkiyle karşılandı. Fikri Sağlar'a göre, 1991'de olan şey, Türkiye'nin siyasi coğrafyasını dahi değiştirebilecek millî siyaset belgesinde yer almayan ama 'gizli Türkiye fikrinde' hep yer eden meselelerin Özal tarafından yeni proaktif siyaset olarak öne sürülmesiydi. "Buna karşılık cumhuriyetin temel ilkeleri hassasiyeti ile 'Musul meselesi Atatürk döneminde kapanmıştır' anlayışının yerleştiği askerî ve sivil elit, Körfez Savaşı sırasında Özal'ın öncülük ettiği alışverişe ciddi bir şekilde karşı çıktı." Üstelik Özal sisteme müdahale etmekten çekinmez. Ankara kulislerinin müdavimi stratejist Erhan Göksel'in şahitliğine göre, Necip Torumtay hızla makamını terk etmiş ve Özal'ın sinirli kıpkırmızı suratı, içeride büyük bir tartışma yaşandığının işaretiydi. Torumtay'ın hızla uzaklaşmasının ardından Özal, Necip Torumtay'ı Yüce Divan'a vermek ister, "Efendim herkesi verebiliyoruz ama askerler hariç." cevabını alır. Bu tartışmanın hemen sonrasında Aralık 1990'da Torumtay istifa eder. Özal'ın askerî bürokrasiye yaptığı ikinci büyük müdahaledir bu. 1987'de Genelkurmay Başkanı Necdet Uruğ, Kara Kuvvetleri Komutanı Necdet Öztorun'a yol açmak için istifa etmiş, Öztorun davetiye bile bastırmıştı. Özal, Cumhurbaşkanı Evren'i de yanına alarak iki paşayı emekli etmişti. 9 Mart'ta muhtırayı önleyen MİT mensubu Prof Dr. Mahir Kaynak, Ocak 1991'de Nokta Dergisi'ne verdiği röportajdan bir cümle okuyor: "Ortadoğu'da en güçlü merkez Türkiye olacak, siyasi hâkimiyet yoluyla çevresindeki nüfuzunu arttıracak." Ona göre bu, Türkiye'nin de çıkarına olan bir Amerikan projesiydi, savaş da buradan çıkıyordu aslında. 1990'ların başında Atlantik ötesi ile Türkiye'ye biçilen bu yeni role karşı çıkan Avrupa kıtasının nüfuz savaşı vardır. Kaynak'ın analizinde bu yıllar, büyük ölçüde uluslararası siyasetlerin ve istihbarat örgütlerinin Türkiye üzerinde çatışmasından ibaret. 1993'te Azerbaycan'da Elçibey'e karşı darbe yapılıyor, Aliyev dönemi başlıyor. Rusya'da darbe girişimine karşı Yeltsin tankın üstüne çıkıyor. Ermenistan Karabağ'ı işgal ediyor. Yeni Dünya Düzeni savaşı tüm hızıyla sürerken, Ankara tarihin en karanlık günlerini yaşıyor. 1993'te ne oluyorsa oluyor, "Bir laik öldürüldüğünde İslamcı (muhafazakar, dindar) yapmış diyeler' sözü kabul görüyor, büyük kitleler sindiriliyor. Siyaset bilimi öğrencisiydim, Ankara'da. Ben de gördüm, cenazeleri ve oradaki mesajı.. AKSİYON
12 Nisan 2010 07:27
DİĞER HABERLER