Türkiye'nin kalbine saplanan darbe

Türkiye'nin kalbine saplanan darbe
Son 3 yıldır, e- muhtıra, darbe ve darbe planlarını konuşan Türkiye, 28 Şubat sürecinin demokrasi ve sosyal hayatta açtığı yaraları da halen saramadı.
Aradan geçen 13 yıllık sürede sürekli e-muhtıra, 'Kafes', 'Balyoz' 'Sarıkız' ve 'Eldiven' gibi darbe eylem planları gündemi işgal etmeyi sürdürüyor. 'Benim darbem', 'senin darben' tartışması hep süre gelse de demokrasiyi kesintiye uğratan, sosyal hayatta onarılmaz yaralar açan darbelerin yıkıcı şiddeti bir şekilde her ocakta iz bırakıyor. 12 Eylül 1980 darbesiyle ilgili rakamlar, darbelerin nasıl yıkıcı sonuçlara yol açtığını gözler önüne seriyor. Bunun etkilerini rakamlar çok daha iyi açıklıyor. Türkiye'de yönetim şeklinin değiştiği, siyasi partilerin kapatılarak demokrasinin kesintiye uğratıldığı son darbe 12 Eylül 1980'de yani tam 30 yıl önce yaşandı. Darbenin ardından 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. Bu yargılamaların 71 bini Türk Ceza Kanunu'nun 141, 142 ve 163. maddelerinden yapıldı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. Bunlardan 517'sine idam cezası verildi. 50 siyasi tutuklu idam edildi. 299 kişi cezaevlerinde hayatını kaybetti. 144 kişi kuşkulu bir şekilde ölürken; 14 kişi açlık grevlerinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu, 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye doğal nedenlerden ölüm raporu verilirken, 43 kişinin intihar ettiği açıklandı. 171 kişinin de işkence sebebiyle hayatını kaybettiği belgelendi. 12 Eylül'den toplumun hemen her kesimi nasibini aldı. 30 bin kişi sakıncası olduğu gerekçesiyle işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarılırken, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurt dışına çıkarıldı. 937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyetleri durduruldu. 3 bin 854 öğretmen ve 120 öğretim üyesinin işlerine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 39 ton gazete ve dergi sakıncalı oldukları gerekçesiyle imha edildi. DARBE ÖNCESİ ZEMİN HAZIRLANDI Her darbede olduğu gibi 28 Şubat sürecinde de hazırlayıcı olaylar ve karanlık eller devreye girdi. Türkiye, bir Şubat günü, postmodern olarak adlandırılan yeni bir süreç başladı. Bu sürecin tohupları, 1990'lı yıllarda atılmaya başlandı. Ülkede peş peşe garip olaylar meydana geldi. 1992 yılıyla birlikte Türkiye bir dizi kaza, terör olayı ve faili meçhulle karşı karşıya kaldı. Turgut Özal'ın Adan Kahveci'ye hazırlattığı Kürt Raporu, düğmeye basılmanın ilk sinyali oldu. Bu rapordan yaklaşık 1 yıl sonra Kahveci ailesi şaibeli bir kazada hayatlarını kaybetti. Doğu ve Güneydoğu'da PKK terörü arttı, sansasyonel eylemler yapıldı. Bu eylemlerde asker ve sivil yüzlerce insan hayatını kaybetti. Sansasyonel cinayetler serisi 1993 yılında da ara vermeden devam etti. 24 Ocak 1993'te Uğur Mumcubir suikast sonucu hayatını kaybederken, bu suikastle ilgili detaylar yıllar sonra Ergenekon zanlısı Veli Küçük'ün evinden çıktı. Bu acı olaydan birkaç gün sonra dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in uçağı kalkışından hemen sonra düştü. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın ölümü ile ilgili zihinlerde oluşan şüpheler de henüz giderilemedi. 1995 yılı ise karanlık odakların aktif olduğu bir yıl oldu. Önce koalisyonda yaşanan çatlak, ardından Gümrük Birliği tartışmaları ön plana çıktı. Gümrük Birliği'ni manda olarak yorumlayan da vardı, bunu başarı olarak gören de. Aynı günlerde çıkan bir başka manşette "olağanüstü hal kalkıyor" deniliyordu. Haberin devamında Tansu Çiller'in demokratikleşme kararı aldığından söz edilmekteydi. Ancak süreç bu sefer Gazi Mahallesi'nde uygulamaya konulan seneryo ile kesintiye uğradı. "Bir taksiyi gaspeden teröristler, Gazi Mahallesi'nde 3 kahvehaneyi otomatik silahla taradı. Olayda 1 kişi can verirken, 20 kişi de yaralandı. Fitil ateşlenmişti. 12 Eylül öncesi yaşananlar tekrar ediliyordu. Habere göre kanlı baskını Türk İntikam Tugayı" adlı aşırı milliyetçi bir örgütle aşırı dinci İbda-C üstlenmişti. Gazeteler her ne kadar "bu hain tuzağa düşmeyeceğiz, karanlık güçler yıllar önce yaptıkları gibi toplumumuzun en duyarlı yerine yine kurşun sıktı. Ama Türk toplumu kurulan tertipleri bu kez demokrasi ile bozacak" dese de ok yaydan çıkmıştı. Gaziosmanpaşa'da kahvelerin taranmasından sonra bazı militanların kışkırttığı halk sokaklara döküldü, 2 günde 17 kişi hayatını kaybederken, 117 kişi yaralandı. Gazeteci Yavuz Gökmen, köşesinde 'Demirel'e bir şeyler' diye başladığı yazısında cumhurbaşkanının; "70 yıllık Cumhuriyet sorunları çözememiş, herkesi baskı altına almış, sorun yok zannetmişiz". "Türkiye'nin birliği yumrukla sağlanmaz. Sözüm herkesedir." sözlerine yer veriyordu. BAYKAL SAHNEDE Olayların yatışmasının ardından rutin siyasi gündeme geri dönüldü. CHP heyecanlı günlerin arifesindeydi. Kurultayın yaklaştığı günlerde basın galibi çoktan belirlemişti. Haberde yapılan nabız yoklamasında seçilmiş 855 delegenin 571'inin oyunun Baykal yönünde olduğu vurgulanıyordu. Baykal'ın genel başkanlığının ardından DYP-CHP koalisyonu sonlandı. Yeni hükümet arayışları başlamıştı. Anketler ve sürpriz telefonlarla merkez sağdaki iki parti koalisyona zorlanıyorlardı. Siyasi atmosfer gerilmiş ve ülke hızla seçime giderken 2 tefeci cinayeti gündeme oturuyordu. Önce Bursa'da Nesim Malki, ardından borsacı Yener Kaya öldürüldü. Seçimlere beş kala siyasi arenada da "kıran kırana bir yarış" sürüyordu. Refah Partisi'nin oy oranını arttırması telaşa neden olmuştu. İngiliz basını da olaylara dahil olmuştu ve ciddi yorumlar yapılıyordu. Bu arada bazı gazeteler "iyi düşünün" diyerek adeta olacaklarla ilgili ilk siyasi sinyali veriyordu. ÖZDEMİR SABANCI ÖLDÜRÜLDÜ Sonunda seçim yapılıyor ve gazeteler bunu bildikleri gibi okuyorlardı. Hükümet adına girişimler sürerken, ülkenin belkemiğine yapışmış gizli yapılar yeni bir darbe için ülkeyi hızla hazırlıyordu. Şok bir saldırı ile Özdemir Sabancı ve 2 çalışanı hayatını kaybetti. Ülkede hükümet kurma pazarlıkları sıkıntıyla sürerken, birden bire bir Kardak krizi yaşandı. Yunan fanatikleri Kardak kayalıklarına bayrak dikti. İpler bir anda gerildi, hatta kopma noktasına geldi. Ege suları ısınıyordu. Kriz neredeyse çatışmaya dönüşecekti. İşte tam bu noktada Başbakan Tansu Çiller, "o bayrak oradan inecek, Asker çekilecek" diyordu. Krizin üst düzeye yükseldiği anda Amerikan başkanı Bill Clinton devreye giriyor, arabuluculuk rolü üstleniyordu. Ardından SAT ve SAS komandoları sıcak bölgeye sevk edilerek Türk bayrağı kayalıklara dikildi. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller arasındaki Anayol hükümeti ile ilgili pazarlıklar da sürüyordu. Ancak Yılmaz sıkıntılıydı. Mayıs ayıyla birlikte Tofaş önergesinin Meclis genel kuruluna gelecek olması ipleri yeniden gerdi. Mesut Yılmaz, Çiller başbakan olamaz diyordu. Ankara'da siyaset adeta toz dumandı. Çiller'in başbakanlığı güme gitmek üzereydi. Bu durumu Süleyman Demirel şöyle yorumluyordu: "Eğer Meclis Çiller'i Yüce Divan'a sevk ederse ben de kendisine başbakanlık görevini veremem. O zaman yılbaşından sonra bir azınlık hükümeti kurulabilir. Bu azınlık hükümeti de baharda ülkeyi bir erken seçime götürebilir." Yaşanan gündemle ilgili Mesut Yılmaz; "Yüce Divan'a gönderirlerse zaten hemen istifa ederim. Meclis'in üstünden yolsuzluk, usulsüzlük şaibesi kalkmalı. Temiz eller operasyonu başlamalı. Biz aklandık. Ama bunlar hesap vermeyelim derlerse siyaset yara alır." diyordu. Gelişmeler üzerine Çiller: "İşte bakla ağızdan çıktı. Çiller gidecek, Yüce Divan yoluyla başbakanlığı da önlenecek, DYP parçalanacak. Çiller gitsin de ne olursa olsun. Ortağımız bizi arkadan hançerledi." diyordu. DEMİREL'E SUİKAST GİRİŞİMİ O günlerde en doğru yorum merhum işadamı Sakıp Sabancı'dan geldi. Sabancı, Türkiye'de siyasi otorite boşluğu yaşandığını öne sürüyordu. Özdemir Sabancı suikastı ve 1 Mayıs olayları bunun ürünüydü. Herkesin yaptığı yanına kar kalıyordu. Ardından yaşanan örtülü ödenek skandalı, Tansu Çiller'i ablukaya almıştı. Türkiye peş peşe yaşanan bu olaylarla alttan alta istikrarsızlaştırılıyordu. Bu, gizli yapının ekmeğine yağ sürmekti. Türkiye örtülü ödenek çekişmelerini yaşarken; 11 Mayıs 1996 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e yapılan başarısız bir suikast girişimini yaşadı. DSP lideri Ecevit'e göre hedef laik Cumhuriyet'ti. Bu arada gazeteler Refah Partili yöneticilerin de 19 Mayıs törenlerini izlemeye geldiğini vurguluyordu. Örtülü ödenek nedeniyle iyice köşeye sıkışan Çiller, çareyi Erbakan'la dirsek temasında buluyordu. 25 Mayıs günü de siyasi tarihimizin en ilginç "hükümeti bozma" olayıyla karşılaşıldı. Bu işin mimarı da Tansu Çiller'di. Bu olaydan bir gün sonra "zorla indiririz" manşeti yer aldı. Erbakan, "hak etmediği görevi iade etmezse, Yılmaz'ı zorla indiririz" diyordu. Haziranla birlikte "Çiller Refah vitrininde" manşetini okuyorduk. Erbakan -Çiller, koalisyonu görüşecekti. Bu arada Genelkurmay eski başkanı ve DYP Kilis milletvekili Doğan Güreş'in DYP-RP koalisyonuna karşı, lideri Çiller'i uyardığı ortaya çıktı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı ile çok sık görüştüğünü belirten Güreş, Tansu Çiller'e şöyle demişti: "Haftada bir Karadayı ile yemek yiyorum. Bu koalisyonu geldiğim ocağa açıklayamam. Üst tarafı tutsam bile, alt tarafı tutamam." Aynı günlerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, "Her sabah rejim tartışılmaz" diyordu. Saraybosna gezisi sırasında uçakta konuşan Demirel, "Türkiye'nin bir tek elbisesi var" demişti. 20 Haziran günü "Refahyol'a ilk adım manşeti öne çıkıyordu. Haberin devamında "RP ve DYP örtülü koalisyon yaptı" deniyordu Bir gün sonra da bu yakınlaşma nedeniyle DYP'de yaşanan çatlak ve istifalar gündeme gelecekti. Yaşananlar Tansu Çiller'in içinde bulunduğu durumu daha da zora soktu. "Çiller'in şartı kurtarın beni" manşetini okuyorduk. Haziran'ın son günlerinde. Çiller'in Yüce Divan garantisi istemesini Yılmaz ret, Erbakan kabul etmişti. Aslında bu karikatür o günlerin siyasi yapısını çok iyi anlatıyordu. 28 Haziran günü tarihi bir çağrıyla karşılaşıldı. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller'e, Erbakan'a gitme gel 2 parti birleşelim mesajı veriyordu. Ancak bu dramatik mesaja rağmen bir gün sonra Refah Partisi iktidara ortak oluyordu. Refahyol hükümeti kurulmuş, Tansu Çiller başbakan yardımcısı, dışişleri bakanı koltuğuna oturarak Yüce Divan'dan yırtmıştı. HÜRRİYET GAZETESİ DEVREDE Ülke içte ve dışta zor günler geçiriyor ve siyasi bunalım tırmandırılıyordu. Özenle hazırlanan ve yıllar sonra mizansen olduğu ortaya çıkan 3. sayfa haberleriyle insanlar balans ayarına hazır hale getiriliyordu. Müslümanlar iktidarda. Bu başlık Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'e aitti. Özkök bu başlığı Refah-Doğruyol hükümeti güvenoyu aldığında atmıştı. Ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, "devletle oynatmam" diyordu. Haberin devamında Demirel'in, "ülkenin yararına kani olmadığım her şeyin karşısında olurum. Bu hükümetten kaynaklansa değişmez." dediği vurgulanıyordu. Hürriyet gazetesi köşe yazarlarından Emin Çölaşan, 'İğrenç Politika' başlıklı yazısında; "…midemiz bulanıyor, bu haysiyetsiz tipleri izledikçe kusacak gibi oluyoruz. Koskoca bir ülkenin ve milyonlarca insanın geleceği birkaç yüz kişiden oluşan bu tiplere terk edilmiş durumda." diyordu. Çölaşan'ın midesini bulandıran yer Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun milletvekilleriydi. Güvenoyundan sonra Cumhurbaşkanı Demirel, "Hangi hükümet kurulursa hoşnutsuzluklar, rahatsızlıklar olabilir. Ama netice hür zeminde cereyan ediyor ve anayasal bir olaydır, demokrasi işleyecek" dedikten sonra; "Türk ordusunu kimse işine geldiği gibi kullanmaya kalkmasın. TSK kimsenin muhafız alayı ya da emir kulu değildir. Ona siyasi görev izafe etmek, her bunalanın çareyi demokrasi yerine Silahlı Kuvvetleri bu işin içine sokarak araması yanlıştır." diyerek bir yerlere açıkça mesaj veriyordu. Emin Çölaşan koalisyona "Komedi Başlıyor" yakıştırmasını yaparken, ülkede hükümet olmadığı için yaşanan komediyi görmüyordu. Bu noktada birinin ya da birilerinin düğmeye bastığını söylemek mümkün. Saat işlemeye başlamış ve ülke, yaşadığı en kanlı darbeye giden sürecin içine girmişti. GENELKURMAY'DAN İRTİCA UYARISI Yıllar yılı propaganda kokacak yayınlar başlıyordu. Gündemde yine Taksim'e cami projesi vardı. Bu arada bazı Refah Partililer de coştukça coşuyordu. Bu haberler ve yaşananlar gizli yapılanma ve ordu içinde şekillenen cuntalar için bulunmaz fırsattı. Köşe yazarları, daha ilk günlerden itibaren darbeyi köşelerinde dillendirmeye başlamışlardı. Temmuz ayının tam ortasında "İşte olay anlaşma" manşetini okuduk. İmzalandığı günden beri Arap dünyasının tepkisini çeken Türkiye-İsrail, askeri eğitim anlaşmasından bahsediliyordu. Haberin detayında: "Refah Partisi Genel Başkanı Erbakan'ın "iktidara gelince yırtıp atacağız" dediği ve Türkiye adına Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir, İsrail adına ise Savunma Bakanlığı Genel Direktörü Ivry David imzaladı" deniliyordu. Ülkenin hızla ilerlediği yön artık belli olmuştu. Bu arada ülke bir infazla daha irkiliyordu. Kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal, otomatik silahların kullanıldığı bir saldırıda hayatını kaybetti. Her yıl yapılan askeri şurada, 13 subay ve astsubayın "irticai faaliyetlere katılan personel" başlığında ordu ile ilişkileri kesiliyordu. Haberin devamında "Başbakan Erbakan bu kişilerin yargı yoluyla ordudan ilişiğinin kesilmesini önerdi" deniliyordu. Paşanın hocaya anlamlı cevabı manşetinin altında, "Genelkurmay başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın Erbakan'a "her namaz kılan ordudan atılsa, Yüksek Askeri Şura'ya üye bulamazdık" dediğine yer veriliyordu. Askeri şuradan 3 gün sonra sürmanşetten bu haber veriliyordu. 'Baba'dan Hoca'ya uyarı "Ordu'nun moralini bozma" Aynı günün manşetindeyse Gizli Şeyh Osman Zirvesi vardı. Haberin detayında "Başbakan Erbakan, terör örgütü PKK ile mücadelede büyük umut bağladığı Kuzey Iraklı dini lider Şeyh Osman'ın kardeşi Sıddik Aziz Muhammed ile Ankara'da sürpriz bir görüşme yaptı." deniyordu. BASIN DARBE HAVASINA GİRİYORDU Artık siyasi gündem ateşten günler yaşıyordu. Ağustos ayının ortalarında Başbakan Erbakan İran'a gidiyordu. 70 yıllık imajımız güme gidiyor manşetiyle verilen haberde "Erbakan, kısa başbakanlık döneminde Türkiye'nin 70 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca geliştirdiği çağdaş - batılı imajını sarsmaya başladı." deniliyordu. İstanbul'da Hava Harp Okulu'nun açılış töreninde ilk ders laikliğe ayrılmıştı. Bu törende yapılan açıklama çok önemliydi: "Diplomasi yoluyla soruna çözüm getirilmezse ondan sonra değişik kademeler var onlar uygulanır yani ama şimdi bakın tekrar söylüyorum devlet milletle harp etmek istemez, harp iyi bir şey değildir. Dolayısıyla kriz yönetimi ile sorunları çözmek en iyi hal tarzı olarak düşünüyorum ama kriz yönetimi ile çözülmezse müteakip safhalar uygulanır." Bu arada Oktay Ekşi köşesinde "Artık vakit kaybetmeyin" diyordu. Bir kısım gazete ve tv kanalları ülkede sanki irticai bir darbe yaşanacak havası vermeye başlamıştı. Bekir Coşkun 3 vakte kadar başlıklı lirik yazısında "Silifke'de çingenelere fal baktırdım. 3 vakte kadar dediler. Üç ay mı , üç sene mi, üç asır mı? Üç vakte kadar Türkiye kurtuluyor dediler." diyordu. Bu arada Afganistan'daki Taliban manşete çekiliyor ve halk bazı şeylere hazırlanıyordu. Ortamın gerilmeye çok müsait olduğu günlerde Erbakan, Libya gezisine çıkıyordu. Bu gezi sırasında yaşananlar cuntanın ekmeğine yağ süren cinstendi. Tabi basın da yağın üzerine bal sürmeyi ihmal etmedi. Başbakan Tansu Çiller 8 Ekim günü sürpriz bir şekilde Genelkurmay başkanı Karadayı'yla görüştü. Bunun hemen ardından da Amerika'ya şu mesajı veriyordu: "Gidersem darbe olur." Çiller askere laiklik güvencesi vermişti. Birkaç ay önce ülke, hükümet kurulamadığı için bunalım yaşarken, birkaç ay sonra birden bire şeriat tehlikesiyle karşı karşıya kalıvermişti. Aklıselim sahipleri; birden bire bu tehlike nereden çıktı, bunlar kapıda mı bekliyordu sorularını sorarken, bir nokta gözden kaçıyordu. Acaba bu da bir proje olabilir miydi? Bu da enine boyuna tüm detaylarıyla düşünülmüş bir senaryo muydu? ACZMENDİLER ORTAYA ÇIKTI Artık Türkiye'de bir Aczmendi gerçeği vardı. Ve Deniz Baykal'a göre hükümetten güç alıyorlardı. Aralık ayının son günlerinde "Böyle basıldılar" manşeti öne çıktı. Haberin detayında "Aczmendilerin aylardır firarda olan lideri Müslüm Gündüz, müridinin 24 yaşındaki kızıyla bir evde yarı çıplak durumda polis tarafından basıldı." deniliyordu. 1997 yılı Susurluk ifadeleri, Aczmendiler ve protestolarla başladı. Ancak o günlerde en iyi reyting Fadime'nin günlüğündeydi. Bunu ne yazık ki köşe yazarları dile getiriliyor, bazı şeyler sürekli ısıtılıp okuyucunun önüne getiriliyordu. Aczmendi gerçeği ise yıllar sonra başlatılan Ergenekon soruşturması kapsamında ortaya çıkıyordu. Peşi sıra Başbakan Erbakan'ın iftar yemeği gündemin ilk sırasına oturdu. "Tarikat Saltanatı" başlıklı haberde, "Cumhuriyet tarihinde ilk kez, sarıklı cübbeli tarikat liderleri, Erbakan'ın iftar konuğu olarak Başbakanlık konutunda bir araya geldiler. Tarikatçılar, süper lüks otolarıyla dikkat çektiler" ifadelerine yer verilmişti. 9 Ocak 1997 tarihinde hükümet tarafından; "Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği" çıkarıldı. Bu yönetmelik, 28 şubatçıların sivil siyaseti yönlendirme konusunda oldukça rahat hareket etmelerini sağlayacaktı. Hükümetin kuruluşundan 3 ay gibi kısa bir süre sonra böyle bir yönetmeliğin çıkarılmış olması bir hayli ilginçti. İlginçlikler bununla da kalmayacaktı. Başbakan Erbakan 31 Ocak 1997 tarihli gizli bir emirle Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterine önemli yetkiler verdi. Bunlara dayanarak ordu içinde "Batı Çalışma Grubu" adıyla meydana getirilen oluşum, mevcut hükümeti düşürecek bir dizi operasyonu adım adım gerçekleştirecekti. SİNCAN'DA TANK GEÇİDİ 1997 Şubat ayının ilk günlerinde Sincan'da düzenlenen Kudüs Gecesi fitili ateşleyecekti. Toplantıya katılan İran Büyükelçisinin, şeriat çağrısı ortalığı ayağa kaldırdı. Bu olaylar üzerine bir askeri kaynak; "Türkiye karanlık bir uçuruma sürükleniyor. Ancak siyasi çıkar ve hesaplaşmalar nedeniyle bu gidişe dur denemiyor" diyordu. Tüm bu yorumlara rağmen Başbakan Erbakan "Ordu da Demirel de bizden çok memnun" diyordu. Buna rağmen süreç ilerliyordu. Sincan'da tank sesleri duyuldu. Yenikent tatbikat alanına giden 15 tank ve 20 kariyerin sesleri Sincanlıları yataklarından fırlatmıştı. Sincanlılar bu manzarayı korku ve hayretle karşılarken, Başbakan yardımcısı Tansu Çiller "Densizlik" yorumunu yapıyordu. Sincan Belediye Başkanı'na görevden el çektiriliyor ve Filistin Büyükelçisi'nin ülkesine dönmesi isteniyordu. Bu gelişmeler üzerine konuşan Eski Genelkurmay Başkanı, DYP Kilis milletvekili Doğan Güreş, "Tanklar infilakı önledi, Asker'in sabrını zorlamayın" diyordu. Aynı günlerde iç sayfalara sıkıştırılan bu haber çok ilginçti. "Askerler darbeyi sivillerden bekliyor" başlığıyla verilen haberde; "Türk Silahlı Kuvvetleri" Refahyol'un uygulamalarından duyduğu aşırı rahatsızlığını sivil toplum örgütlerine de aktararak; "Bu gidişe dur demek için üzerinize düşeni yapın" mesajını verdi. Sivil toplum örgütlerini harekete geçirmek amacıyla gizli toplantılar yapan askerlerin, bu temaslarını sürdürecekleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşlerini çeşitli platformlarda açıklayacakları öğrenildi" ifadelerine yer verilmişti. Aynı olay 10 yıl sonra yeniden yaşanacaktı. Ardından Türkiye, bayramı yaşamaya başladı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bayram mesajında "Dini siyasete alet etmek isteyenler, hem günah hem suç işliyor" diyordu. Basınımıza göre Cumhurbaşkanı Demirel ortamı rahatlamıştı. Ancak Genelkurmay, basınla aynı görüşte değildi. Orgeneral Karadayı bayram mesajında "Türk Silahlı Kuvvetleri, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü uğrunda her türlü görevi yapacak azim ve kararlılığa sahiptir" diyordu. Bayram sonrası Amerika'dan ordumuza demokrasi övgüsü yapılıyor, ardından da Amerikan Musevi lobisinin etkili kuruluşu JİNSA, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Çevik Bir'e laiklik şilti veriyordu. 23 Şubat günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın İsrail'e resmi bir ziyarette bulunacağı duyuruluyordu. MGK TOPLANDI, BİLDİRİ YAYINLANDI 26 Şubat tarihli gazetelerde 'Gözler Cuma'da" manşeti atılıyordu. Haberin devamında; "Rejime ve laikliğe yönelik tehditlerin masaya yatırılacağı MGK'nın 28 Şubat toplantısı arifesinde Demirel uyardı, Erbakan sertleşti, Çiller ortağının dikkatini çekti" denilmişti. Milli güvenlik kurulu öncesi ilginç demeçler vardı. Erbakan laiklere: "oturun yerinize rahat batmasın" derken, Tansu Çiller: "Hiç kimse dini tekelinde görmesin diyordu. Ve sonunda kritik Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Kurul üyesi kuvvet komutanlarının hepsi laiklik konusunda konuşmak üzere söz istemişlerdi." Sonunda 28 Şubat sürecine imza atılmıştı. Olay sadece bir Milli Güvenlik Kurulu bildirisi değildi hiç şüphesiz. Yaşananlar ve yaşanacak olanlar, basına yansımayan ayrıntılarıyla oldukça önemli. Bir koalisyon hükümetini düşüren, milli eğitimden sağlığa kadar ülkedeki bir çok dengeleri alt üst eden bir süreç 28 Şubat. Ne olduğu ve nasıl olduğu yıllar sonra ortaya çıkan, hayali bir düşmanla yapılan savaşın Türkiye'ye maddi bilançosuysa korkunçtu. En iyi ihtimalle 50 milyar dolardan bahsediyordu tarafsız uzmanlar. 1 Mart tarihli gazetelerde manşet "Tarihi karar" şeklindeydi. "Milli Güvenlik Kurulu'nun 9 saatlik tarihi toplantısında Atatürk ilke ve inkılaplarının ödünsüz uygulanması kararı verilmişti. Bu arada Başbakan Erbakan bildiride, Anayasanın 174. maddesine ilişkin bir ifadenin yer almaması için çaba harcamıştı. Böylece süreç başlamıştı. 27 Mayıs'ta olduğu gibi yine akademisyenler Anıtkabir'deydi. Detaylar da yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Başbakan Erbakan 'mesaj alındı' derken, CHP lideri Deniz Baykal darbeden bıktık diyordu. 2 Mart günü, Milli Güvenlik Kurulu'nda askerin istediklerini öğreniyorduk manşetten. Ertuğrul Özkök "Maksat Hasıl Oldu" başlıklı yazısında yaşanan sürece onay verir gibiydi. 5 Mayıs 1997 tarihli "kişiye özel" belgede "konu" Batı Çalışma Grubu'nun bilgi ihtiyaçları olarak yer aldı. İSTH: 3429-1-9 / İKK.S. (307) sayılı yazıda; 1-Batı Çalışma Grubu'nun faaliyetlerine yönelik olarak, ilgi ile gönderilmesi istenen bilgi ve raporlara ilave olarak, aşağıda belirtilen bilgilerin de derlenmesi ihtiyacı doğmuştur. İl ve ilçelerdeki; a- Tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları, b-Yüksek öğretim kurumları (fakülte, yüksekokul ve enstitüler), c. Yurtlar (Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağlı, kurum kuruluşlara bağlı özel yurtlar), d-Üst düzey yöneticiler (vali, kaymakam, Büyükşehir belediye başkanları, belediye başkanları) ile diğer mülki rakamlarda bulunan görevlilere (müdür, daire başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüşleri / yönleri, e- İl genel meclis ve belediye meclis üyeleri, f- Siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kadroları, g- Yerel tv, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları, 2- Anılan bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği yapılabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek'te belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak, yazılı ve disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na GİZLİ / KİŞİYE ÖZEL gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler; teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir. Arz/rica ederim. Deniz Kuvvetleri Komutanı namına/emriyle. İmza: Aydan Erol, Koramiral Kurmay Başkanı ERBAKAN BAZI KARARLARA YUMUŞAMA İSTEDİ, 5 GÜN SONRA İMZALADI Bu arada Erbakan'ın Milli Güvenlik kurulunda alınan kararların bazıları için yumuşama istediğini okuyorduk manşetten. Aynı konuyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Demire, MGK kararlarının çoğunlukla alındığına dikkat çekerek, imzanın eksik olmasının kararın bağlayıcılığını değiştirmeyeceğini vurguluyordu. Artık refahyol hükümetinin sona yaklaştığı ortaya çıkmıştı. Kurt kocayınca atasözü akıllara geliyordu. MGK'daki kararlara direnen Başbakan Erbakan; "MGK yasa dayatamaz" diyor, MGK Refah-yol'a bir ay süre tanıyordu. Bir başka demecinde Başbakan Erbakan, "Hükümet MGK'da değil, Meclis'te kurulur" diyordu. Ancak ortağının baskısı da gözlerden kaçmıyordu. Ve baskılara dayanamayan Erbakan da kararları 5 gün gecikmeli olarak imzalıyordu. Sivil-toplum kuruluşları da sahnedeki yerlerini alıyorlardı. 28 Şubat sürecinin sahaya indiği de görülüyordu. İlk Milli Eğitim'de başlanıyordu. Arından Genelkurmay başkanının ültimatom gibi sözleri geliyordu. "Bu kararlara tam uyulacak." Genelkurmay Başkanının ardından bir ültimatom da Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nden geliyordu. Onlara göre hükümet hemen bitmeliydi. Olaylar peş peşe gelişiyor ve yoğun bir gündem oluşuyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri sürpriz bir açıklama yaparak, Türkiye'nin tüm kurum ve kuruluşlarının sahip ve yöneticilerini brifinge davet ediyordu. Kulak çekme tüm hızıyla sürüyordu. 28 Şubat sürecinin öne çıkan isimlerinden Orgeneral Çevik Bir, Washington Post gazetesine verdiği demeçte, laiklik karşıtı akımların TSK'nın bir numaralı önceliği olduğunu vurguluyordu. Gerilim artıyor ve diğer siyasi aktörler de gerilimi arttırıyorlardı. Nisan sonunda Çiller yakın çevresine hükümet bitiyor mesajı vermişti. Sonunda brifingler süreci de başlıyordu. Bu brifingler de "irtica ve bölücülükle mücadelenin, rejim için dış düşmandan çok daha önemli hale geldiğini" açıklıyordu. Ülkede gayri resmi bir darbe ortamı oluşmuştu. Bir araya gelen komutanlar siyasilerin demeçlerini değerlendirerek, bir sonraki MGK'nın sert geçeceği sinyalini veriyorlardı. Ardından 19 Mayıs törenlerinde bir şok daha yaşanıyordu. Hükümet, protokol boykotuna uğruyor, Başbakan'ın eli sıkılmıyordu. Peşi sıra Refah Partisi'nin hükümet direncini kırma adına kapatma davası açılıyordu. DEMİREL HÜKÜMET KURMA GÖREVİNİ ÇİLLER'E DEĞİL YILMAZ'A VERDİ Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, Refah Partisi'nin "ülkeyi iç savaşa sürüklediğini" söylüyordu. Bu arada bir ek ödenek krizi yaşanıyor ve maliye bakanı Abdüllatif Şener'le Çevik Bir karşı karşıya geliyordu. Araya giren Başbakan Erbakan tarafları bir araya getiriyor ve 50 trilyon ek ödenek Genelkurmay'ın kullanımına veriliyordu. Genelkurmay'da 10 Haziran'da düzenlenen brifingde hükümet direkt olarak suçlanıyordu. Refah Partisi'nin planlı irticai faaliyet içinde olduğu iddia ediliyordu. Bu iddialara bizzat Başbakan cevap veriyordu: "Genelkurmay işine baksın" Başbakanın bu açıklamasına çok sert bir cevap geliyordu. "Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanılacağı" açıklanıyordu. Ülkede 28 Şubat'ın tüm etkileri görülüyordu. Cumhurbaşkanı Demirel, sürpriz bir kararla hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz'a veriyordu. Demirel'in bu sürprizine en büyük tepki Çiller'den geliyordu. Başbakanlık hayali suya düşmüştü. Mesut Yılmaz hükümet kurma çalışmalarında ilk ret cevabını Çiller'den alıyordu. Çiller, "konuşmam bile" diyecekti. Bu ret cevabına rağmen Yılmaz hükümeti kuruyordu. Aynı günlerde dinleme davasıyla ordu-polis arasında ciddi bir gerginlik yaşanıyordu. Meral Akşener'in ordu içinde bir cunta olduğundan bahsetmesini bir kısım medya çok ciddi eleştiriyordu. Bu arada BÇG'nin yasal olup olmadığı tartışılıyordu. Artık 28 Şubatçılar ne derse o oluyordu. Ülkede bir askeri vesayet olduğu aşikardı. Çiller'e CIA ajanlığı soruşturmasının başladığı gün, Bülent Orakoğlu tutuklanıyor, Meral Akşener'e inceleme başlatılıyordu. Ve 8 yıllık kesintisiz eğitim için yapılan protestolar ortalığı karıştırıyordu. Bu arada yine Batı Çalışma Grubu gündeme geliyordu. Genelkurmay Başkanı Karadayı, grubun faaliyetinin sona erebileceği yolunda ilk işareti vermişti. Askeri şurada komuta kademesi değişiyor, yeni yüzlerle tanışıyorduk. BALANS AYARI YAPILMIŞ OLDU Ülke balans ayarı sayesinde alt üst olup, bütün dengeleri mahvolmuşken, yeni kurulan hükümette 28 Şubatçıları tatmin etmeyecekti. Türk basınının bir kısım kalemleri bu durum karşısında neredeyse zil takıp oynayacaktı. Bu arada o günlerde adı geçen Batı çalışma grubunun gazetelere yansımadığını görüyoruz. TBMM tarihi bir çalışmayla 12 gün 10 gece çalışarak 8 yıllık kesintisiz eğitim yasasını kabul ediyordu. Yarı uyur yarı uyanık çalışan Meclis'in bu tavrı görülmeye değerdi. Bu arada 28 Şubatçıların endişelerini Yılmaz hükümeti de dindirememişti. Yılmaz'ın bu duruma verdiği tepki ilginçti. Refah-yol hükümetinin devrilmesine rağmen giderilemeyen endişeler neticesinde, Batı Çalışma Grubu günde 2 kez toplanır olmuştu. Ancak Başbakan Mesut Yılmaz aynı görüşte değildi. Yılmaz "Batı Çalışma Grubu'nun hukuki ve siyasi gereğinin kalmadığını söyleyerek, faaliyetlerin sona erdiğini vurguluyordu. Refah Partisi'nin kapatılması davasında konuşan Savcı Vural Savaş, "Dünyada kapatılan hiçbir parti, Refah Partisi kadar kapatılmayı hak etmemiştir" diyerek ilginç bir yorum yapıyordu. Aynı günlerde toplanan Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat kararlarının devamı niteliğinde kararlara imza atıyordu. Ve hayretle okuduğumuz bir haber yer alıyordu ekonomi sayfalarında. TÜSİAD 3 üyesi vasıtasıyla Genelkurmay'a brifing veriyordu. Konu ekonomik durum ve uygulanması gerekenlerdi. Ülkede bir hükümet olduğu ve bir Meclis'in çalıştığı pek de umursanmıyordu. Bu trajikomik manzaranın en önemli ayrıntısı bu toplantıya Jandarma Komutanlarının da katılıyor oluşuydu. 16 Ocak 1998 günü Anayasa Mahkemesi aldığı 9'a 2'lik kararla Refah Partisi'ni kapatıyordu. Bu kararı köşe başı yazarları farklı değerlendiriyorlardı. Kimi tepkisiz kalmaya çalışırken, kimi Atatürk'ün eli ağırdır" diyordu. Bu arada kılık kıyafet yönetmeliğini uygulamayan yöneticilere ceza yağıyordu. Ancak ilginçtir yeni kurulan hükümet de 28 Şubatçıları tatmin etmemişti. Genelkurmay başkanı "Bize hakaret edildi" diyecekti. Başbakan Mesut Yılmaz'ın tv konuşmasında yaptığı eleştiriler hakkında Emin Çölaşan'ın yazdıkları ilginçti. Bu arada Başbakan Yımaz da 'Yanlış anlaşıldım" diyerek geri adım atıyordu. 27 Mart günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında "Samimi dindara MGK güvencesi veriliyordu." Peki kimdi bu samimi dindar? Ardından "Gülen'e hoşgörüyle bakmayın iması" başlıklı bir haber okuyorduk. Haberde "bazı kişilerce yürütülen faaliyetlerin hoşgörüyle karşılanmasının, bu kişileri cesaretlendireceği" söyleniyordu. 28 Şubat'la başlayan süreç her anlamda etkileri görülen yıkıcı bir süreç olmuştu. Eğitimden sağlığa, sosyal yaşamdan ticarete derin ve yıkıcı etkileri olmuştu. Ülke ne yazık ki normalleşebilmek için 10 yıldan fazla bir süreyle uğraşmak zorunda kalacaktı. Bu arada 28 Şubat'ın baş mimarlarından Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı "üstün hizmet madalyasıyla ödüllendiriliyordu. (CİHAN)
26 Şubat 2010 11:58
DİĞER HABERLER