Erdoğan’ın Ergenekon’u tasfiye etmesi demek; bu yapının yıllardır hayalini kurup ilk kez AKP sayesinde çok yaklaştığı ’NATO’dan çıkmış, Batı’dan kopmuş, Avrasya eksenine girmiş Türkiye’ hayalinin de riske girmesi demek.
Delili önceden bırakılmış cinayet
Önce bir soru ile başlayayım:
Katil, Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a ateş ettikten sonra sonra “Yaptığınız zulümler yeter! Bu, kanaat önderimize ve kardeşlerime 3 yıldır yaşattıklarınızdan sonra artık hiçbiriniz güvende değilsiniz” diye bağırsaydı ne olurdu? Cemaat, bunun ‘kör gözüne parmak’ bir provokasyon olduğunu canhıraş bir şekilde anlatmaya çalışırken sesini bile duyuramayacak kadar büyük bir gürültü kopar ve anında altında kalırdı. Benim cevabım şu: Bu zaten 15 Temmuz’da yaşandı. 15 Temmuz’da olan buydu zaten. Oradan elde edilmesi tasarlanan netice ne ise o hâsılat zaten elde edildi. Şimdi yeni bir ‘FETÖ’ komplosuna gerek yok. Artık yeni bir hedef söz konusu olabilir.
Peki, nedir o hedef? Bunun cevabını vermek için de biraz geriye gitmek isterim. Yaklaşık 1 yıldır sürekli gündeme gelen “Ergenekon ile AKP kapışır mı? Ne zaman güç savaşı başlar?” sorularına dönelim. Geçen yıl Ramazan ayında şöyle dediğimi hatırlıyorum: “İki gücün bir çatışmaya girmemesi, eşyanın tabiatına aykırı. Eninde sonunda büyük bir kapışma olacak ama bunun için öncelikle cemaatin tamamen bittiğine kani olmaları gerek. O yüzden de bu yaz ben YAŞ’ta büyük bir ‘cemaat tasfiyesi’ bekliyorum. Buna cemaatin de itiraz edeceğini zannetmiyorum. Eğer sürecin bitmesi için bu gerekiyorsa, tasfiyelere de ses çıkarılmayacaktır.”
Darbeden sonra gelen darbe
Bir ay sonra 15 Temmuz patladı. Ardından başta askeriye olmak üzere büyük bir tasfiye operasyonu başladı. Toplumun her katmanından on binlerce cemaat mensubu zindanlara atıldı. Ardından Vatan Partisi lideri Perinçek’ten, “Cemaat bitti. Bir daha belini doğrultamaz” açıklaması geldi. AKP ile Ergenekon birlikteliği, ‘en güzel meyvesini’ vermişti. ‘Mutlu birliktelik’ devam ediyordu. Fakat Erdoğan’ın başkanlığı tekrar ısıtmasıyla birlikte çiftin arasındaki hava da soğumaya başladı. Perinçek ve ekibi üst üste mesajlarla Erdoğan’a ‘başkanlıktan vazgeç’ mesajları gönderdi. Daha 15 Kasım’da “Erdoğan, başkan olamayacak” öngörüsünde bulunmuştu.
Aydınlık Gazetesi’ndeki 11 Aralık tarihli köşe yazısında da “AKP’ye çağrı; cumhurbaşkanlığı sisteminden vazgeçin” diye seslendi. 15 Aralık’ta yine başkanlığı kastederek, “Türkiye, bu mafya diktatörlüğünü taşımaz” vurgusu yaptı. Büyükelçi cinayetinden 2 gün önce söylediği “Türkiye Mart aylarında alev alev yanacak” sözleri de hala sıcak. Sadece Perinçek değil, Ergenekon ve Balyoz sanığı Emekli Hakim Albay Ahmet Zeki Üçok’un ‘kaos’ ve ‘darbe’ açıklamaları da epey tartışıldı.
Ergenekon’u tasfiye etmek demek…
Erdoğan’ın, Anayasa değişikliği teklifindeki haliyle ‘Cumhurbaşkanı’ olması demek, Türkiye’nin tek hâkimi olması demek. Dış politikasından yargısına kadar her şeye o karar verecek. Başkomutan da o olacak başsavcı da. Her türlü üst düzey bürokrat ataması onun iki dudağı arasında olacak. Yani devleti istediği gibi şekillendirip dönüştürebilecek. Kimseye de hesap vermeyecek. Kiminle nereye kadar ittifak kurup kimi ne zaman tasfiye edeceğine en doğru zamanda karar veren Erdoğan, işte o zaman Ergenekon’dan da kurtulmak için düğmeye basacak. Bunu en iyi bilen de şimdi zoraki nikâh yaptığı bu köklü ve derin yapı.
Erdoğan’ın Ergenekon’u tasfiye etmesi demek; bu yapının yıllardır hayalini kurup ilk kez AKP sayesinde çok yaklaştığı ’NATO’dan çıkmış, Batı’dan kopmuş, Avrasya eksenine girmiş Türkiye’ hayalinin de riske girmesi demek. Çünkü bütün ipleri elinde tutan bir Erdoğan, bugün bir çıkarı için AB’ye rest çekebilirken yarın da başka bir maslahat gereği Rusya’nın karşısına dikilebilir. Putin için eskiden beri ‘güvenilmez’ bir lider olan Erdoğan, başkanlıktan sonra daha da ‘öngörülemez’ hale gelebilecektir.
Buna bir de artık başkanlığı resmileşen Trump’ın yeni Rusya politikasını ve Ankara katliamı sonrası yaptığı “Radikal İslamcıların işi” açıklamasını da ilave edelim. Bundan sonra Rusya ile işbirliği öngören yeni ABD dış politikası ile ‘radikal İslam’a karşı’ ortak mücadele süreci başlarsa Erdoğan rejimi bundan ne şekilde etkilenir acaba?
Bu noktada, büyükelçi cinayetinin, ‘başkanlık sistemi’nin Meclis’e sunulması, Beşiktaş patlamaları ve Kayseri saldırısının hemen peşinden geldiğini de unutmamak gerek. Beşiktaş saldırısından sonra İstanbul Emniyet Müdürü Mustafa Çalışkan’ın, “Patlamaların arkasında devlet var. Bombalar, TSK envanterine kayıtlı” açıklaması önemliydi. Murat Yetkin’in Beşiktaş saldırısının arkasında, Avrasyacıların olabileceğine dair kaleme aldığı 2 önemli yazıyı da hatırlatmadan olmaz.
Somut gerçekler ne anlatıyor?
Şimdi tekrar saldırı sonrası elimizde olan somut ve net gerçekleri hatırlayalım: Saldırgan Mevlüt Mert Altıntaş, bir polis memuru ve 17 Aralık sonrasında mesleğe giriş yapmış.
Katil, Suriye ve Halep’te yaşananların intikamını aldığını belirtir sözler söyledi. Sol el işaret parmağını havaya kaldırarak cihadist sloganlar attı.
Saldırgan, canlı ele geçirilmek yerine olay yerinde öldürüldü. Böylece, cinayetin arkasını aydınlatacak en önemli delil ortadan kaldırıldı.
Olaydan sonra yayın yasağı geldi ve Twitter kapatıldı. 15 Temmuz’da tam tersi olmuştu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, olay yerinde ve sonrasında gazetecilerden soru almadı.
Hiçbir devlet yetkilisi resmi ağızdan “FETÖ yaptı” demedi.
Putin’in talebiyle, suikastin perde arkasını aydınlatmak amacıyla iki ülke arasında ortak bir komisyon kurulması kararlaştırıldı.
Bu arada, Erdoğan’ın, 15 Temmuz gecesi CNN Türk’e bağlandığı andaki yüz ifadesi ile Karlov suikasti sonrası yüz ifadesini karşılaştıralım. Erdoğan’ın neden daha gergin ve sıkıntılı olduğu sorgulamaya değer.
ERDOĞAN'IN SIKINTISI
Tabii Erdoğan için sıkıntının bu denli büyük olmasının başka nedenleri de var. Çünkü bu, ‘delili önceden bırakılmış’ bir cinayet. Erdoğan, kendi ağzıyla El Nusra’nın ‘patronu’ olduğunu itiraf etmiş bir lider. Hem de Putin’e karşı. 19 Ekim 2016 tarihli konuşmasında, “Sayın Putin ile Halep’i konuştuk. Saat 22.00 itibarı ile hava operasyonunu durduracaklarını ifade ettiler. El Nusra’nın orayı terk etmesi konusunda ricası oldu. Arkadaşlarımıza bu konuda gerekli talimatı verdik; onlar da bu çalışmayı yapmak suretiyle, ‘El Nusra’yı Halep’ten çıkarmak ve Halep halkının bu noktadaki huzurunu sağlamak için bir çalışmanın içerisinde olalım’ diye aramızda böyle bir mutabakatı görüştük.” dedi. 21 Haziran 2016’da da “El Nusra’ya niye terör örgütü diyorsunuz?” çıkışına imza atmıştı. Küs oldukları dönemde Rusya’nın, Erdoğan’ın IŞİD’le ilişkilerine dair dünyaya servis ettiği bilgileri, Birleşmiş Milletler’e yaptığı başvuruyu da buraya önemle kaydedelim. Son olarak, Halep’teki katliamlardan sonra AKP ve yandaş kalemlerin teşvikiyle Rus büyükelçilği ile konsolosluk önünde tertip edilen protestoları hatırlayalım. Tıpkı Hanefi Avcı’nın, Ogün Samast’ın Hrant Dink’i katletmesiyle ilgili söylediği gibi; ‘Sen odayı ısıtırsan birileri mutlaka ceketini çıkaracaktır.’
Katilin son anlarında söylediği sözleri tekrar hatırlayıp soralım; şimdi artık Erdoğan “Bizim El Nusra ile ne alakamız var? El Nusra terör örgütüdür” dese kim inanır? Katil için “Büyükelçiyi vurmaya giderken bana mı sordun?” diye sorması an meselesidir. Fakat yine de Putin buna inanacak mıdır?
Peki, öyleyse Rusya Devlet Başkanı neden “İki ülke arasındaki ilişkileri bozmaya yönelik bir provokasyon” dedi. Çünkü peşin peşin tekrar Batı’nın kucağına itmek istemediği bir Türkiye var. Olayı soruşturacak ortak komisyondan AKP’nin kimleri kaçıracağını göreceğiz. Perde arkası bir bir aydınlanmaya başladıkça iki ülke ilişkilerinin seyri de değişmeye; Allah korusun Türkiye de alev alev yanmaya başlayabilir.
Ahmet Dönmez tr724