Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nun büyük binası her zaman her gün olduğu gibi sayısız konuda, sayısız toplantı ve konferansa sahne oluyordu. Bayram ve onunla birlikte gelen uzun tatil, Brüksel’e ve Avrupa Parlamentosu’na uğramamıştı.
AP’daki konferans trafiğinin arasında bizi doğrudan ilgilendiren, “AB, Türkiye ve Kürtler” başlığıyla düzenlenmiş olan “7. Kürt Konferansı” idi. Düzenleyenler, AP’daki “Avrupa Birleşik Solu ve Kuzey ülkeleri Yeşil Solu” adını taşıyan gruplar. Konferans’ın birey sponsorları arasında Güney Afrikalı Rahip Desmond Tutu, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı yazar ve kadın aktivist Şirin Ebadi ve Yaşar Kemal’de bulunuyor.
Desmond Tutu ile yaşı 94’e dayanan yazar Vedat Türkali’nin görüntülü mesaj konuşmaları büyük ekrandan yayımlandı.
Avrupa Parlamentosu binasında aynı konuda yapılan konferanslara benim üçüncü katılımım idi. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK’dan (1999’da Abdullah Öcalan’ın “barış ve iyi niyet jesti” çağrısı üzerine gelip teslim olan PKK gerillalarından, 5 yıl hapis yattı) Yüksel Genç, Ruşen Çakır ve ben, “Türk-Kürt Diyalogu- Barışa Giden Yegane Yol” başlıklı panelin konuşmacılardıydık.
Kürt meselesinde “normalleşme” alametleri
İyi kötü, AP’daki Kürt konferanslarının bir kıdemlisi olmaya başlamış olan benim dikkatimi özellikle çeken, Türk basınının ülkenin en önemli sorununa ilişkin Avrupa Birliği bünyesi içinde gerçekleştirilen ve önem verilen konferansa hemen hiç önem vermemiş ve ilgi göstermemiş olmalarıydı. Konferansta sadece tek bir Türk gazetesinin temsilcisi vardı.
Brüksel’deki meslektaşlarımız bundan önce düzenlenmiş olan Kürt konferanslarını izlemeyi ihmal etmezlerdi ve neredeyse tam kadro hazır bulunurlardı. Leyla Zana, Osman Baydemir ve hatta Ahmet Türk gibi isimlerin sözleri cımbızla çekercesine izlenir ve gösterişli biçimde –yani, pek sempatik bir izlenim vermeyecek şekilde- gazetelere yansıtılırdı.
Brüksel’deki 7. Konferans benim tanık olduğum en içeriklisi oldu. İki kadın, Leyla Zana açılışta, Yüksel Genç, benim de konuşmacı olduğum panelde çok çarpıcı konuşmalar yaptılar. Bizim basının ilgisi düşük kaldı.
Bu, Bayram Tatili’ne Brüksel’deki meslektaşlarımızın uyum göstermesinden de kaynaklanabilir, bunu “hayra yormak” da mümkündür. Durumu “hayra yoran” bir katılımcı, “Türkiye’de Kürt sorununun ele alınışında ulaşılan düzey, Türk gazetecilerin artık bu gibi toplantılarda ‘hafiyelik’ yapmasına gerek bıraktırmıyor. O bakımdan, bunu çok olumlu bir gelişme ve Türkiye’de umut verici gelişmelerin başlamış olması diye de görebiliriz” dedi.
Konferansta, altı en çok çizilen önemli ve olumlu bir gelişme olarak, “devletin Abdullah Öcalan ile ciddi biçimde görüşmeye başlaması” ve hatta bunu “meşrulaştırması” kaydedildi.
Elbette ki, KCK davası, anadilde eğitim konusunda gösterilen olumsuz resmi tepkiler gibi “olumsuzluklar”a da değinildi. Ancak, genel hava, Türkiye’de PKK’nın “eylemsizlik” kararına paralel olarak “görüşme” ve “diyalog ortamı”nın yerleşmeye başlamasının daha ağır bastığı yolundaki değerlendirmelerdi.
Silaha alternatif “Sivil İtaatsizlik”
Benim kendi payıma Konferans’a yaptığım, daha önce dile getirilmemiş bir konu olarak yaptığım katkı, Türkiye’de Kürtlerin –Türk kamuoyunun da hatırı sayılır bir bölümünün desteğiyle- “sivil itaatsizliğe” ve bir deyimle “sivil direniş”e kaymaya başlamalarının altını çizmek oldu.
Özellikle KCK davalarında “Kürtçe savunma” ısrarı ile kendisini gösteren “sivil itaatsizlik”in yaygınlaşmasının önemi, “silahlı mücadele”ye alternatif güçlü bir kitlesel akım olabilmesinde yatıyor. “Sivil itaatsizlik”, “sivil direnme” geliştikçe ve başarı elde ettikçe, “silahlı mücadele” bir yöntem olarak anlamsızlaşacak ve “silahlara veda”ya daha hızla ilerlemek mümkün olabilecek.
İşin ilginç yanı, Türkiye’deki “sistem”in bu “sivil yöntemler”e alışık olmaması, bunlarla karşılaşmaktan ise, “silahlı mücadele”yi kabullenecek bir alışkanlığa sahip bulunmasında.
Kürt silahlı varlığı kesin bir yenilgiye uğratılamıyorsa da, Kürtlerin, bundan sonra, “silahlı mücadele”yle kazanım elde etmeleri neredeyse imkansız. “Silahlı mücadele”yle artık hiç kazanamazlar. Türk devleti, silahlı mücadeleyle yenilmez.
Oysa, “sivil itaatsizlik”- “sivil direniş” yoluyla, Türk devleti demokratikleşme yönünde dönüşebilir ve Türkiye devleti halini alabilir.
Tez buydu.
Kılıçdaroğlu-Demirtaş diyalogu niçin olmadı?
Bütün bunlar için “yegane” yol, karşılıklı “diyalog”dan geçiyor; bir anlamda “savaşma konuş” anlayışının yerleşmesinden. Her düzeyde –muhataplarla- görüşmekten. Abdullah Öcalan’dan BDP’ye uzanan, her birinin işlevinin farklı ama birbirini tamamlayan “entegre süreçler”le çözüm yönünde yol almak gerekiyor.
Bu, hayli uzun, çetin ve engebeli bir yol ama. Bu yolda yürümek için benim sıraladığım “olmazsa olmazlar”ı Selahattin Demirtaş pek beğendi ve kendi konuşmasında bir kaç kez atıf yaptı.
Ne mi onlar?
“Sabır, zeka, esneklik, karşılıklı saygı”...
Birkaç unsur daha eklenebilir tabii, “siyasi cesaret” gibi, “vicdan” gibi...
Selahattin Demirtaş, Brüksel’e Paris’ten geldi. Paris’te Sosyalist Enternasyonel toplantısındaydı, “Kılıçdaroğlu’yla görüştünüz mü?” diye sordum, zira CHP ile seçim ittifakı ufkundan dahi söz etmişti.
Görüşmemişler. Demirtaş’ın gayretine rağmen. Irak’lı Kürt Celal Talabani ile buluşan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Türkiye’li Kürt Selahattin Demirtaş ile bir kahve içecek vakti niçin bulamadığını, kendisi biliyor olmalı.
Dedik ya, yol uzun ve engebeli diye.
Ama yeter ki, “sabır”dan, “zeka”dan, “esneklik”ten, “karşılıklı saygı”dan vazgeçmeyelim. “Siyasi cesaret sahibi” olalım. “Vicdan”ı unutmayalım...