Yüzyıllar boyunca vatan edindikleri topraklardan bin bir türlü işkence ve zorlukla uzaklaştırılan Türklerin son 150 yılı büyük acılarla dolu.
Bu büyük sürgün sırasında 5,5 milyon Türk ve Müslüman hayatını kaybetti. 10 milyona yakını evinden, yurdundan oldu. 150 yılda yaşanan acılar, ‘Sürgün ve Ölüm’ belgeseliyle ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
Türklerin başta Balkanlar olmak üzere Kafkasya, Kırım ve Doğu Türkistan’dan tehciri, ilk kez bu kadar kapsamlı bir çalışmayla dile geliyor. ‘Sürgün ve Ölüm’ adını taşıyan belgeselde, Osmanlı’nın son 150 yıllık döneminde soykırım, baskı ve işkence yapılarak göçe zorlanan insanların dramı anlatılıyor. Ahmet Okur’un yönettiği belgesel filmin senaryosu Cemil Yavuz’a, müzikleri Ali Otyam’a ait. Üç yılda 130 kişilik ekiple çekilen film için özel araçla Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Romanya, Ukrayna, Kırım, Avusturya, Moldova ve Macaristan’da 114 bin km yol kat edildi. 13 ülke, 53 şehir ve 169 köyde çekimler gerçekleştirildi. 9 bölümden oluşan belgesel için göçü yaşayan 350 kişiyle röportaj yapıldı. Aralarında Prof. Dr. Kemal Kapat, Prof. Dr. Yusuf Hamzaoğlu, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Saray gibi isimlerin bulunduğu birçok bilim adamının görüşüne başvuruldu.
93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı... Osmanlı, bu savaşlarda yenilmekle kalmadı; çok önemli toprak kayıpları yaşadı. Bu toprak kayıpları da toplumsal travmaları getirdi. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı, Rumeli’yi yani Balkanlar’ı kaybetmenin ızdırabını hissetti en çok da... Balkanlar’dan tehcir edilen insanların yaşadığı acılar, üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ hissediliyor. Göç aslında Türk insanına çok yabancı bir kavram değil; bu, vatanlarından zorla sürülmenin acısı...
Göç rüzgârı ilk Kırım’dan esti
1349’da Rumeli’ye ayak basan Osmanlılar için 1683’te Viyana Kuşatması’ndan sonra tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu kuşatmadan yaklaşık 100 yıl sonra 1774’te Kırım kaybedildi. Sadece 1783-84 tarihleri arasında 80 bine yakın Kırımlı, Kırım’dan kaçarak Osmanlı’ya sığındı. 19. yüzyıl Osmanlı için felaketler yüzyılıydı. 1856-1864 yılları arasında yaklaşık 500 bin Kafkas Müslüman da Osmanlı topraklarına göç etti. 1864’ten sonrasını da sayarsak bu şekilde Kafkasya’dan göçe zorlanan 1 milyon 200 bin Kafkasyalıdan ancak 800 bin kadarı Osmanlı topraklarına ulaşabildi. Ama asıl büyük göç ya da sürgün 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşından sonra yaşandı. Balkanlar’da sonuç felaketti. Balkan savaşında 1 milyon 253 bin insan muhacir durumuna düşmüş, 261 bin 937 kişi yani eski nüfusun yüzde 17’si katledilmiş ya da sürgünlerde ölmüştü. Savaştan önce Rumeli’de 2 milyon 315 bin Müslüman nüfus yaşıyordu. Savaşlar ve göç yollarında bu insanların 632 bini hayatını kaybetti. Sonuçta Balkanlar’da kalan Türk nüfusu bir milyon 445 bine düştü. Hakimiyet kurduğu yerlerde asimilasyon yerine insanî bir politika izleyen Osmanlı, doğduğu topraklara kağnıların üzerinde geri dönüyordu.
Kafkaslar ve Balkanlar’da yaşanan acılardan yıllar sonra Doğu Türkistan’da da Rusya ve Çin’in baskısından ve işkencesinden bunalan Türkler zorunlu bir göç yaşadı. Daha doğrusu anavatanını terk etmek zorunda kaldı. Doğu Türkistanlıların bir kısmı, 1930 ve 40’lı yıllarda ata topraklarını bırakarak, kafileler halinde insanlık tarihinin en zorlu yolculuklarından birine çıktılar. Kızgın çölleri, geçit vermez Himalaya Dağları’nı aşarak, savaşa savaşa, öle öle, azala azala Hindistan’a ulaştılar. Yola çıktıktan yaklaşık yirmi yıl sonra Menderes’in davetiyle Hindistan’dan Türkiye’ye geçtiklerinde sayıları milyonlardan sekiz yüz bine düşmüştü.
Türklerin yaşadıkları acılar, 20. yüzyılın ortalarında bile devam etti. Daha önceki göçlerden dolayı sayıları bir hayli azalan Kırımlı Türkler ve Müslümanlar bu sefer Stalin’in zulmüne uğruyordu. Stalin, 1944 yılında Kırım Türklerinin hepsini sürme kararı verdi. Bir gece vakti yataklarından kaldırılarak hazırlanmaları için sadece 15 dakika verilen bu zavallılar, yanlarında birkaç parça eşya ile hayvan vagonlarına tıkıldılar. Yolda çoğunluğu hayatını kaybetti, hayatta kalabilenler ise Sibirya içlerine kadar götürüldüler.
Avrupa’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni rejimler kuruldu, ama Türklere ve Müslümanlara karşı tavır değişmedi. Burada yapılanlardan dolayı Türkler 1950 ve 1980’lerde büyük göç dalgalarıyla Türkiye’ye geldiler. 1989’da ise II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgası yaşandı. Bulgaristan’dan 313 bin Türk doğduğu toprakları terk edip Türkiye’ye geldi. 1990’lı yılların ortasında Bosna’da yüz binlerce Müslüman Boşnak öldürüldü. Sadece Birleşmiş Milletler’in koruması altındaki Srebrenitsa’da Sırplar 12 bin silahsız insanı vahşice öldürdü. 2001 yılında da Müslüman Arnavutlar ve Kosovalılar sıkıntıya düştüler. Türkiye, hem onlardan göçmek isteyenleri kabul etti hem de güvenliklerini sağlamak için askerî gücüyle oraya gitti.
Fakat geçtiğimiz 150 yıllık süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla başlayan göçler sırasında çok acılar yaşandı. Ama maalesef yaşananları ancak yaşayanlar bildi. Dünya, Türklerin, onların akrabalarının ve diğer Müslümanların çektiklerine kayıtsız kaldı. 1800’lü yılların başından günümüze kadar en vahşi yöntemlerle öldürülen beş milyondan fazla insanımızın hesabını soran olmadı.
Şimdi ise bugüne kadar hep içimizde ‘dindirdiğimiz’ bu büyük acıyı, insanlık ayıbını dünya kamuoyuna anlatacak bir film var karşımızda. Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, yapımcılığını üstlendiği belgeseli Zeytinburnu’nda yaşayan insanlara vefa borcu olarak görüyor. Çünkü Zeytinburnu, Balkanlar’dan, Kırım ve Doğu Türkistan’dan binbir çileyle göç eden muhacirlerin kurduğu bir semt. Sözde Ermeni soykırımına atfen “Son 150 yıllık tarihi incelediğimizde en az yüzü kızaracak olan, hatta yüzü kızarmayacak olan bizleriz.” diyen Aydın, “O zamanlar dehşetli savaşlar yaşanıyormuş, dolayısıyla herkes sıkıntı çekmiş. Ama en çok sıkıntı çeken Türkler ve Müslümanlar olmuş. Çok büyük acılar çekmişler.” diyor.
Torunlar, geldikleri yeri tanımıyor
Tüm bu bilgiler ve belgesel, akıllara, bu kara lekenin neden yabancı hatta Türk tarih kitaplarında hakkıyla anlatılamadığı, insanların vicdanlarında gereken yankıyı bulamadığı sorusunu getiriyor. Cevabı, belgesel için yüzlerce göçmenle ve uzmanla görüşen yönetmen Ahmet Okur veriyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin göçmenleri karşılama, yerleştirme, onlara sosyal imkanlar ve iş olanakları sağlama açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha başarılı olduğu söylenebilir. Türkiye’dekiler göçmenlere kendi insanları olduğu için hiçbir sıkıntı hissettirmemiş. Anlatılmamasının sebebi bu toplumsal dayanışma olmuş. Problem olmayınca yaşananlar yeni nesil tarafından zamanla unutulmuş. Dedesinin, babasının göç hikayesini bilmeyenler var. Ama Yunanistan’a gidenler İstanbul’u ve Türkçeyi unutmamışlar. Araştırma için Yunanistan’daydım. Bir şey almam gerekiyordu, yoldan geçen bir kadına İngilizce almam gereken şeyi nereden bulabileceğimi sormaya çalıştım. Kadın yüzüme baktı ve Türkçe olarak “Neden Türkçe konuşmuyorsun?” dedi. Anne ve babası İstanbul’dan göç etmişler. O, Yunanistan’da doğmuş; ama Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Buradan gidenler hâlâ oraya adapte olamamışlar. Ama Türkiye’de böyle bir sorun yok.” diyor.
ZAMAN/CUMAERTESİ