“Göç, yaratıldığı günden bu yana, hiç durmak bilmeyen insanoğlu için umumî mânâda; insanlar arasında seçkinlerden aydınlık ordusu kudsîler için de hususî mânâda ve aynı zamanda medeniyet tarihini de yakından alâkadar eden önemli bir mefhumdur.”
SAFVET SENİH- SAMANYOLUHABER.COM
“Mukaddes Göç” yazısında Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi: “İnanma, hicret etme ve inancı uğrunda vereceği mücadeleyi, bu yeni iklimde, yeni muhatap ve yeni şartlara göre durup dinlenmeden devam ettirme… İşte Kudsîlerin sabah-akşam başvurageldikleri ÜÇ MUSLUKLU HIZIR ÇEŞMESİ! Bu çeşmeden kana kana içenler, inançla gerilecek ve karanlık bucaklara durmadan kıvılcımlar salacakladır; yollar sarpa sarıp çevreyi terslikler, yanlışlıklar, câhiliye duygu ve tutkuları alınca da mal-menâl, yurt-yuva, evlad ü iyâle bakmadan ‘bir başka diyar!’ deyip yeniden yolculuğa çıkacaklardır.” diyor.
Hocaefendi, göçü de şöyle tarif ediyor: “Göç, yaratıldığı günden bu yana, hiç durmak bilmeyen insanoğlu için umumî mânâda; insanlar arasında seçkinlerden aydınlık ordusu kudsîler için de hususî mânâda ve aynı zamanda medeniyet tarihini de yakından alâkadar eden önemli bir mefhumdur.”
Mukaddes göç için de şöyle diyor: “Elindeki meşale ile çağlara ışık saçan, çeşitli devirlere mührünü basan; açtığı nurlu yolda arkasına düşenleri hep medeniyetin şâhikalarında dolaştıran; sinesinde tutuşturduğu kıvılcımlarla kendine gönül verenlerin ruhlarını aydınlatıp onları iman ve ümit kuşağında ölümsüzlüğe hazırlayan; aydınlık düşünceleriyle karadeliklerin çehrelerinde, Cennetlere ait ışık ve renk cümbüşü çıkararak karanlıkların ve karamsarlığın hükmettiği aynı noktalarda, ümit meşcerelikleri (ağaçlıkları, koruları) meydana getiren yüce rehberler ve yüce kametler, hep birer yolcudurlar ve bütün hayat boyu göç edip dururlar. İnançları, düşünceleri, davaları uğrunda bitip tükenme bilmeyen bir göç…”
Bu hususla ilgili Hocaefendi iki merhaleden bahsediyor: “Birinci merhale, ferdin şahsiyet kazanması, inançla şahlanıp aşkla gerilmesi, nefis ve benliğini aşarak Hakkın azât kabul etmez kölesi olma merhalesidir. Bu merhaledeki cihad, bütün buudlarıyla nefsin dümenlerine karşı, benliği yenmeye müteveccih ve insanın kendisini yeniden inşa etmesiyle alâkalıdır. Bu itibarla da cihadların en büyüğü ‘cihad-ı ekber’ dir. İkinci merhalede ise, her gönülde bir kor, bir alev hâline gelen inancın aydınlık tufanı, artık çevreye çeşitli dalga boylarında şualar neşretmeye başlar. Çok defa bu safhanın tahakkukuyla beraber HİCRET de gelip kapıya dayanır. Aslında, bu devreye kadar geçirilen safhalarda dahi, ruh planında bir hicretten bahsetmek her zaman mümkündür. İnsan, içinde bulunduğu durumdan, olması gerekli olan duruma; hareketesizlik ve dağınıklıktan AKSİYON ve SİSTEM’e; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye; bin bir günahın boğucu atmosferinden Ruh ve Kalbin HAYAT DERECESİNE YÜKSELME gibi… Hususların hemen hepsinden bir HİCRET MÂNÂSI hep vardır ve bu mânâlarda o, hep HİCRET edip durmaktadır. Kanaatimizce, ikinci hicretin, fonksiyonunu tam eda edebilmesi de, birinci merhaledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişama, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler.”
Gerçek ve derin mânâda hicret edenlerden de Hocaefendi şöyle söz ediyor: “Bu mânâda hicret, ilk defa insanlık semasının ayları, güneşleri sayılan Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. Musa, Hz. İsa gibi yüce kâmetler tarafından başlatıldı; sonra da bu aydınlık yolun eşsiz rehberi, İNSANLIĞIN İFTİHAR TABLOSU, Zaman ve Mekânın EFENDİSİ (S.A.S.) bu yoldan yürüyüp gitti. Kapıyı da kıyamete kadar arkadan gelenlere açık bıraktı…”
Hicret ve hicrî takvim hakkında da Hocaefendi önemli bir tesbitin üzerine vurgu yapıyor: “Hak yolunda ve hakkın hatırı için yapılan HİCRET o kadar kudsîdir ki, mal ve canlarını inandıkları dava ve davanın eşsiz temsilcisi uğrunda fedâ eden kutlulardan kutlu bir cemaatin (yeni Sahabe Efendilerimizin en başta da Peygamber Efendimiz Aleyhisselamın), en çok sevilip takdir edildiği noktada, daha değişik sıfat ve ünvanlarla değil de ‘MUHACİR’ ünvanıyla yâd edilmesine kadar mânidardır! Hatta bu kudsîler dönemine bir tarih başlangıcı aranırken; Nebî’nin doğumu, peygamberlikle şereflendirilmesi, Bedir Harbi, Mekke Fethi gibi… her biri ayrı bir pırlanta olan bunca hâdise içinde, HİCRET’in seçilmesi, üzerinde hassasiyetle durulmaya değer önemli bir mevzudur.”
Hicretin kazandıracağı önemli bir avantaja da Hocaefendi şöyle işaret etmektedir: “Kim olursa olsun, çocukluk ve gençlik dönemini geçirmiş olduğu çevrede, o devreye has, hasımları tarafından bazı yanlarının tenkit edilmesi ihtimaline karşılık; hicretle gerçekleştirilen yeni muhitte, pırıl pırıl hâli, tertemiz düşünceleri, baş döndürücü fedakârlıklarıyla devamlı takdir edilen biri olacaktır. İster bunlar, isterse başka faktörler olsun, öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep MUHACİR KAVİMLER olmuştur.”
Bu açıdan, cebr-i lütfî olarak Cenab-ı Hakkın bizleri birer muhacir olarak dünyanın her tarafına tohum gibi saçtığı şu süreçte, bunun kıymetini bilip, kendimizi kıymetli bir tohum gibi görüp dünyanın mazhar olacağı baharlarda renk renk açılmaya çalışalım.