''Üstad Hazretleri esas tehlikeye dikkati çekiyor. Pirinç içindeki siyah taşları hemen fark edersiniz ama pirinç ebadındaki bembeyaz taşları kolay kolay fark edemezsin. Sezemeyince de dişlerinizi kırabilir, sindirim sisteminizi harap edebilirsiniz. Bunun için algı operasyonlarına karşı hep basiretli davranmak gerekir. 1960 Martının Nevruz gününde vefat eden Üstadımızın bu ikazlarını yeniden bir gözden geçirelim. ''
Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Prof. Dr. Ayhan Songar’ın dayısı Eşref Edip Fergan 1952’de “Uzun Bir Ayrılıktan Sonra” başlıklı yazısında Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden şöyle bahsediyor:
“Belki 27-28 sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek sîmasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için mânevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.
“Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar, hemen her gün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferit’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı muhasebelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâlet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, ilahî bir mevhibe. En mudıl (kafa karıştırıcı, çözülmez) meselelerde, zekasının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa… Nakillerle meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’an. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün Lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan bebean edip kaynıyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sâhibi. Kalbi bir Sahibi kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehâmeti var. Yirminci asırda devr-i saadetin nefsinde yaşatan bir mümin. Bütün hedefi iman ve Kur’an.
“İslâm’ın gâyetü’l-gayâtı olan TEVHİD ve ALLAH’a İMAN esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hz. Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.
“Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’an hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahitlerin önünde, kılıç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanlarını düşündüren, insafa getiren bir kahraman…
“Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir.
“Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle gıdasını alır. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kağıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek (mal-mülk) namına dünyadan hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.
“Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri bir şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır; fakat mâneviyat âleminin sultanıdır.
“Seksen küsur senenin elemleri yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halim ve selimdir. Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur.
“En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya işleriyle alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ferdâsı öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle men eder. Memleketin her tarafında 600 bini geçen belki bir milyonu bulan talebeleri memleketin en faziletleri evlatlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden talebeleri pek çoktur, yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur talebesinden hiç birinin, hiçbir yerde âsayişi bozup ihlâl eden hiçbir hareketi yoktur.
“İstanbul seyahatinden muzdarip olup olmadığını sordum:
-Bana ızıdırap veren, dedi, yalnız İslamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler HÂRİÇ’ten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike İÇERİ’den geliyor. KURT, gövdenin içine girdi. Şimdi MUKAVEMET güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz; çünkü DÜŞMANI sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin BASÎRET GÖZÜ böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!...
Üstad Hazretleri aslında esas tehlikeye dikkati çekiyor. Pirinç içindeki siyah taşları hemen fark edersiniz ama pirinç ebadındaki bembeyaz taşları kolay kolay fark edemezsin. Sezemeyince de dişlerinizi kırabilir, sindirim sisteminizi harap edebilirsiniz. Bunun için algı operasyonlarına karşı hep basiretli davranmak gerekir. 1960 Martının Nevruz gününde vefat eden Üstadımızın bu ikazlarını yeniden bir gözden geçirelim.