Samanyoluhaber yazarı Fikret Kaplan, Canan öğretmenin ardından duygu dolu bir makale kaleme aldı.
Uzatın elinizi bir masuma
Fırtınalarla savrulan ruhunun bedenine yansıyan gölgesiyle zor günler yaşıyordu genç öğretmen. Koca dünyada kendisini yapayalnız hissediyordu. Karamsarlığın hatlarını çektiği ciddi bir travma vardı başında.
Yoldan geçen bir araba ya da apartmanın açılan kapı sesiyle, çalan bir zille elleri ayakları boşalıyordu: ‘Acaba polisler eşimden sonra yine beni mi almaya geldiler?’ diye her an bu korkuyla yaşıyordu kadıncağız.
Hayata pamuk ipliğiyle tutunduğu bu devrede kendisine uzanacak bir dost eline…‘Canan Hocam, nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?’ diye soracak bir hayırhah sesine ne kadar da muhtaçtı.
Ama eskisi gibi arkadaşlarından kimseyi göremiyor, onlarla konuşamıyordu. O güzel insanlarla ortak bir duygu etrafında dertleşip ruhunu şevkle kanatlandıramıyordu. ‘Kim bilir onlar hangi sıkıntılar içerisindedir. Yoksa hiç aramazlar mı beni!’ diye düşünüyordu.
Benliğine huzursuzluk çöktüğü için etrafında cereyan eden hadiselere akıllıca bir anlam veremiyordu. Geriye pis koku ve kupkuru kemiklerden başka bir şey kalmayacak bu hayatta insanlar nasıl bu kadar zalim ve gaddar olabilirdi? Bütün bu renkli hayat er geç insanı terk edip kabir kapısında sona erecekti. O halde bütün bu çaba niye? İnsanlar zulmü nasıl göremez ve vicdansızlığın sarhoşluğuyla yaşamaya devam ederdi?
Karşı konulmaz bir güç onu her nasılsa kendisini hayattan koparmaya itiyordu. Her şeyin bir gün sona ereceği düşüncesine iman etmiş olsa da bu bunalım içinde sonunu sabırla bekleyemiyordu. Karanlık içinde yüzmektense hayattan bir an önce kurtulmak istiyordu.
Odanın içinde hiç sızı çekmeden hayata gözlerini yummayı çok arzuluyordu. Ya da bir depremin aniden kendilerini alıp götürmesini… Bu şekilde saatlerce ruhundaki bu çalkantılara kulak veriyordu.
Bazen alnını pencereye yapıştırıyor, buğulanan camdan ta uzaklara bakıyor, bazen de odanın içinde sağa sola vuran dalgalar gibi duvarlar arasında yalpa yaparak dolaşıyordu.
Dakikalar geçtikçe biraz daha sıkılıyor, ruhunun sıkıştığını zannediyordu. Böyle anlarda gözlerini kapatıyor, kafasındaki bütün olumsuz fikirleri atmaya çalışıyordu. Sonra ne kadar istemese de tekrar hayatı düşünüyor, masum Hizmet insanlarını zihninden geçiriyordu.
Hayatlarını sadece hayır ve iyilik yapmaya adadıkları için Hizmet gönüllüleri hep mahzun ve kederliydi onun gözünde. Her birinin mutlaka bir kanadı kırılmıştı; kimi bedeninde, kimi ruhunda, kimi kafasında acı çekiyordu; ezilmiş, horlanmış, ümitsizliğe itilmiş... bir tarafları daima eksik. Hayat yolunda sürekli sendeliyor. Gözleri ağlamaktan şişmiş, yüzü kırışmış.
O dakikalarda mantığın baskısından kurtuluyor, hayata dair yüzlerce vesvese ruhunu sarıyordu. İnsanın içinde debelendiği boşlukta kendi kendisini yemesi ne feci idi.
Gözbebeklerinde, sağında solunda, baktığı her yerde hizmet günlerini görüyor, dokunduğu her şeyde ondan bir ize rastlıyordu. Gözlerini kapatıyor, düşünmemeye gayret ediyor; ama nafile, hatıralar yakasını bırakmıyordu.
Şehrin bütün gürültüsünü duyuyor, sürekli kapalı bir mekanda da olsa hayatın çağıltısını hissediyordu. Şu şehirde onun yaşadığını bilen, onu anlayan, ona değer veren, onun sesine kulak veren kimse var mıydı acaba? O, vardı veya yoktu. Kimin umurundaydı. Eşinin, çocuklarının ve birkaç akrabasının mı sadece?..
Öğrencilerine hikayeler anlatan, sözüne doyum olmayan Canan Öğretmen, son hapishane görüşünde eşiyle pek konuşamamıştı... Zorla zapt etmeye çalıştığı gözleri dolu doluydu genç kadının. Aslında ağlıyordu ama bunu kendisine bile itiraf edemiyor, eşinin, çocuklarının yıkılmasını istemiyordu. Biliyordu ki bir konuşmaya başlasa kendine hakim olamayacak ve hüngür hüngür ağlayacaktı. İki kelimeyi bir araya getirmekte zorlanmıştı...
Hele ‘Buradan çıkmam çok zor! Ne olacağımız belli değil!’ diyen eşinin yavaşça kulağına fısıldadığı o sözler ruhuna bir darbe daha indirmişti… Güç yetiremeyince vazgeçmişti sözcüklerden. Eşinin yüzünü ezberlemek istiyormuş gibi kızarmış gözlerini kırpmadan onun çehresinde gezdirmişti.
Kim bilir, belki sessiz bir veda idi bu. Onca yıl, bu dünyanın arzuları, hülyaları... türlü türlü sevdaları ve üzüntüleri için açılıp kapanan gözlerin vedası... Kelimelerin aciz kaldığı anda kirpiklere asılı duran inci tanelerinin duygulara tercüman olduğu son bir an...
Gün geçtikçe nasıl yaşaması ve ne yapması gerektiğini bilemedi Canan Öğretmen. Sarıp kokladığı, hayata ümit kaynağı diye takdim ettiği talebeleri neredeydi? Gözlerinden hayat ışıltısını okuduğu arkadaşları… Dolu dolu geçen hizmet günleri… hepsi uğursuz eller tarafından bir çırpıda yok edilmişti… “Ah eyyâmullah!”, “ah peygamber günleri!”, “ah o hizmet günleri!”, “ah başka mülahazaların içine girmediği günler!”…
Hepsi gömülmüştü şu karşı bayıra ve o günler bir daha gelmeyecek diye düşünüyordu. Bunu asla kabullenemiyordu. Ah keşke biri çıksa da bunun aksini bir söylese kendisine… Ama ses yok, seda yok… kimse yoktu etrafında. Tam tersine hayatının hemen her anında ruhuna ağır bir baskı vardı etrafından…
O kadar ki, komşu, akraba, dost… kim varsa hepsi birden yüklenmişti teröristsiniz, hainsiniz diye. Sokağa çıkamıyor, markete, bakkala gidemiyordu. Çünkü her yerde küçük düşürücü o meşum gözler ve şom ağızlar vardı… Bir de her an derdest edilip hapse gönderilme endişesi… Ruhu her seferinde bir kere daha gömülüyordu karanlık ölüm çukurlarına.
Yüzü hep gamlıydı. Üzüldüğünü kendisine bile belli etmemeye çalışıyordu; ama kolu kanadı kırılmış bir insan bunu yapmakta zorlanıyordu. Dünyaya küsüp teslimiyet içinde ölümü bekleyemeye tahammülü yoktu. Bazı geceler inlemeleri kendisini dahi üzüyor, korkutuyordu.
Sabaha kadar gözüne uyku girmiyordu. Yaşama ümitle sarılacağı anı bekliyordu. Ah, ah birisi gelse de ona bir ümit simidi atsa, boğulmak üzere olduğu bu zulmet denizinden çekse kurtarsa onu… Kafasındaki bütün vesveseleri söküp atsa! ‘Söyle bana, sana nasıl yardımcı olabilirim?’ diyen bir dost sesi duysa…
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin yoksa felâhı!
Vatansız, hânümansız bir garîbim... Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir “Yok! ” der sadâ yok mu?
Genç kadın, içini yakan üzüntüyle dengesini yitirdi ve bunalıma düştü. Ona göre yaşamak hayatın bütün cinayetlerine, rezilliklerine, iğrençliklerine ortak olmaktan ibaret geliyordu. Dünya ancak sefil duygularla yaşamak isteyenlere kucağını açıyordu. Hayatta öyle insanlar vardı ki onlara tebessüm etmek bile dünyanın bütün iğrençliklerine denk gelebilirdi. Şeytan bile bunlardan utanır, sevgi mahrumu düşüncelerinden dolayı onlardan kaçardı. Bu dünyada neye güvenmeli, neye inanmalıydı?
Ölüm…tek gerçek.
O duygularıyla böyle boğuşurken bazen kapıya yaklaşan ayak sesleri duyuyordu. Eşi mi acaba? Ya da hafta sonu rehberliğinde birlikte çalıştığı arkadaşları mı? Bu mümkün müydü?
Kapıya gidip açıyor, ama kimse olmuyordu orda... “Yok! ” diyen bir sedâ da yoktu…
O son gün gözleri yine dolu doluydu. Dokunsalar hiç durmadan hıçkıra hıçkıra ağlayabilirdi. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını eliyle sildi. Hayallerinden dahi geçirmedikleri bu günlere nasıl gelmişlerdi? Zaman mı vefâsızdı, kendileri mi vefâsız? Bilemiyordu… Kendisine konuşma fırsatı dahi vermeyen insanların arasında nasıl yaşayacaktı?
Odada yalnız başına bu endişelerinden dolayı eskisinden daha derin bir ıstırap duydu. O kadar tiksindirici bulduğu hayata kendisini bağlayan bağ neydi? Bu yaşam inadı da nereden geliyordu? Ölümün sessiz ve soğuk kucağına atılacağı dakikaları düşündü. Ne sade bir hareket! Hayatın bütün sefaletini, çilesini, evhamını, kafasını kemiren endişeleri birkaç dakika içinde yok edecek.
Kendisi gibi başka çıkış yolları bulamayarak bu çareye sarılan binlerce insan acaba onun hissettiği şeyleri mi duymuşlardı? İnsan, şuur sahibi olduğu günden beri arzuyla, hırsla veya sevgiyle büyütüp tatmin ettiği ruhunu tıkanıp kaldığı bir noktada nasıl ipe gönderebilirdi? Ölümün buz gibi bedeninde aradığı huzuru şüphesiz onlar da arzu etmiş olmalıydı.
O gün saatlerce odanın içinde dolaşıp durdu. Bir ara sağ yanağını ovarak salonu geçti, banyoya gitti. Avuçlarını soğuk su ile doldurup doldurup birkaç defa hızla çarptı yüzüne. Yaşam, tamamen bir matem havasına bürünmüştü. Nefes almak zulüm gibi geliyordu. Bu zulmü hissetmemek için düşüncelerinden, kalbinin ritmini değiştiren şuuraltı aynasındaki kara lekelerden kaçarcasına çıktı.
- Nedir bütün bu sıkıntılar, hafakanlar... Sendeleyerek yürüyen sarhoşlar gibi, bilinmeyen bir ufka doğru yalpa yapa yapa ilerliyorsun. Her yeni gün sana başka bir sıkıntı getiriyor. Öğretmen olduğun gün "Ah, şimdi her şeye yeniden başlayacağım!... Hayatın kıymetini kimse benim kadar bilemeyecek." diyordun. Şimdi tutuşmuşsun. Yine bir fırtınanın önünde savruluyorsun. Kör talih, seni nereye götürüyor böyle?
Bu tazyikten bunaldı. Son bir kere daha etrafında kendisine uzanacak bir yardım eli, tutunacak bir dal aradı:
- Mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Ne? Nasıl? Dünya bir canavar gibi ağzını açmış beni yutmaya çalışıyor. Bu ağır şartlar altında, hayat yükünü zayıf belim taşıyamaz. Feleğin sillesini yiyerek daima inleyip duramam. Bir şey… bir şey! Ne yapmalı? Offff!
Boğucu bir hava vardı ya da ona öyle geliyordu. Kafasında yapmayı tasarladığı şey onu boğuyordu. Bekledi.. bekledi.. bekledi… En son, eline almakta çok zorlandığı ipi aldı ve mutfağa astı:
İlgisiz, boş bakışlarla etrafı son kez süzdü. Saatten haberi yoktu.
Bir feveranla tabureye çıktı ve ipe doğru atıldı. Hiçbir şey düşünmek, konuşmak istemiyordu. Yalnız kendisini Peyami Safa’nın Simeranya’sında hayal etmek istiyordu. Maşukuymuş gibi hemen o hayali dünyaya atılmak... Bu tasavvur yavaş yavaş büyüdü, zamanın adımlarıyla beraber iştiyakı sürat peyda etti.
İpi boynuna geçirirken ister istemez bir an geçmişe gitti. Öğrencilerini karşısına alıp onlara sohbet yaptığı o son günü hatırladı. Ne heyecandı o. Ümit masasında oturan çocukları görünce nasıl da gözleri parlamıştı. İçinde birden bire bir ümit menbaı huruşa geçmişti. Ne ışıltılı, şa’şalı ne kadar da renkli görünmüştü o gün hayat. Uzun uzun baktı o güne. O güne geri dönmeyi ne kadar arzu ediyordu. Ama şimdi hayatın çilesi birden bine çıkmıştı. Hayat karşısında hiç takati kalmamıştı. Niçin buraya çıkmış, bu ilmek neden boynunda? Bilmiyor.
Kendisinde yaşama karşı yeni bir hamle bulabilir mi? Hamle yapsam ne olacak? Diye geçiriyor zihninden. Hamle… hamle… Bir daha hamle… Şu ilmeği boynundan çıkarsa içinde canavarlaşan dalgaları nasıl kıracak? En iyisi mi zihne sünger çekmek. Boş veriyor her şeyi. Sarılıyor tekrar tavandaki ipe.
Üzerine bir bir yıkılan müthiş kederlerden kurtulmak, ayakları altında kötü talihini ezmek, ileriye atılmak, her şeyin üstünde, her şeye gücü yeten bir kuvvetten yardım almak, ona sarılmak için sonsuz, şiddetli, dayanılmaz bir ihtiyaç duyuyordu. Ne yaptığının bilincinde değilmiş gibi önce ayaklarını oynattı ve bir süre havada sallanan elleri yana düştü.
Canan öğretmen, hepimiz adına çektiği sıkıntılarla, sınır tanımayan zulümlerle cinnet geçirip yürüdü Allah’a. Rabbim, ona rahmetiyle, merhametiyle muamele etsin.
Ve ey rahat koltuğunda ‘Canan öğretmen, ahiretini berbat etti!’ diyen insanlar bu ruh hali büyük insanlarda dahi görülen bir kabzdır. Bakın Üstad Bediüzzaman:
‘Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.’ diyor.
Bakın Fethullah Gülen Hocaefendi, ruha çöken bu kabz ve vesveseler hakkında ne buyuruyor:
‘İmam Gazali de Üstad Bediüzzaman Hazretleri de böyle ruh haletleri geçirmişlerdi. Fakat bu hallerini hep gizlemişlerdi. Necip Fazıl'ın hafakan dediği hallerdi bunlar. Fıtratı müteheyyiç insanlarda az çok hafakan olur. Eskiler böylelerine, ‘eserliteperli insan’ derlerdi. Böyle eserliteperli insanlar, iklim itibariyle, muhit itibariyle veya konum itibariyle bu türlü hallere maruz kalırlar. O şahsın hususi ruh durumu ve mazhariyeti itibariyle maruz kaldığı şeyler de başkadır.’
Ve ey bir çantayla Meriç’ten geçtiğini unutup Ensar kardeşine, Muhacir arkadaşına olmadık sıkıntı yaşatanlar…
Hele bir Meriç’ten, Ege’den geçelim, ‘göreceksiniz Alimallah, nasıl hizmet yapacağımı’ deyip, ona buna küsenler, mütevelliyi, sohbeti basit görenler… ‘biz de burada Hizmet varmış zannediyorduk!’ deyip hiçbir şey yapmayanlar, parmağını kıpırdatmayanlar; sadece hanımı ve çocuklarından oluşan bir dünyanın hayalini kuranlar…
Ancak bir ihtiyacı olunca gün yüzüne çıkanlar,
Ailesi yanına gelinceye kadar acı yarıştıranlar… ama ailesine kavuşunca da süreç kendisi için bitti zannedenler… Ülkedeki hiçbir şey beni artık ilgilendirmiyor deyip aslında onun için de hapishanede, zindanda, hücrede zulüm çeken kadın, çoluk çocuk… bebek, genç, yaşlı yüzbinlerce hizmet arkadaşını unutanlar…
Bu kadar ağır süreçte dahi keyfinden, rahatından asla taviz vermeyen Ensarlar ya da üstüne alması gereken kimseler…
Unutmayın, bugün Canan öğretmen gibi milyonlarca insan Allah’ın verdiği imkanları iyi değerlendirip onlara hem maddi hem de manevi destek olacağımız zamanı acilen bekliyor. Sadece onlar da değil, dünyanın dört bir tarafındaki mağdurlar tekrar o eski günlerdeki gibi fedakarlıkla, diğergamlıkla, şefkatla coşacağımız Hizmet günlerini gözlüyor.
Bakın işte önümüzde müthiş bir fırsat duruyor: Rabbimizle yakınlaşmamıza vesile olacak Kurban günleri… kesilen kurbanlar hürmetine belki de zulmün son bulacağı semavi günler… Peygamber Efendimiz’in (sav) bir sahabeye tavsiye ettiği gibi hiç olmazsa bir Canan öğretmenin halini soralım, bir garibanın başını okşayalım… Kalbimizde bir şeylerin kıpırdadığını hissedeceğiz mutlaka…
"Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok...
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?"