''Bugün dünya kamuoyunda gerçeği bilmeyen, başkalarına şüphe ile bakan, iftirâ ederek, yalan söyleyerek, her türlü zarar vererek zulmedenlerin bu durumu; kalbî hastalıklarından ve mizaçlarının sekâmetinden; yani, kalplerinin bozukluklarından ileri gelmektedir. Vazîfemiz ve derdimiz, ‘îlây-ı kelimetullah‘dır. Îman kurtarma gayretidir. ''
Varlığının şuurunda olan mü‘min
MEHMET ALİ ŞENGÜL
Allah (cc), insanı ahsen-i takvim üzere yaratmıştır. İnsanın varlığı ile herşey değer kazanmakta ve bir mânâ ifâde etmektedir. İnsanın sahip olduğu imkanlar, maddî mânevî değerler, paha biçilmez kıymettedir.
Rabbi ile münâsebet kuramayan, inkâr-ı ulûhiyette bulunan, dünyâya gönderiliş gâyesinden uzak, hayâtı yolda bulmuş gibi latîfelerini, uzuvlarını nefis ve hevâsının yolunda harcayan insanlar; bu defa tersine dönüp kıymetini kaybetmekte ve mahlukâtın en değersiz, en kıymetsiz durumuna düşmektedirler.
İnsan; îmanla, Kur’an-ı Kerim’e itaatle, Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (sav) rehber edinmekle yücelmekte ve yükselmektedir.
“Müminler ancak o kimselerdir ki Allah’ı ve resulünü tasdik eder ve sonra da hiçbir şüpheye düşmezler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücâhede ederler. İşte imanına bağlı, gerçek müminler bunlardır.” (Hucurat sûresi,15)
Allah; Kur’an’ı Kerim’i ve Peygamber Efendimiz‘i (sav), insanların dünya ve ahiret mutluluğu adına, maddî mânevî yaralarını, dertlerini tedavi etmek için reçeteler sunmak üzere bir hekim olarak göndermiştir.
Buna rağmen insanların büyük çoğunluğu, kendilerine zarardan başka hiçbir fayda vermeyen fâni varlıkları, firavun ve deccal ruhu taşıyanları tanrılaştırıp onlara kul olmaktadırlar. Efendimiz (sav); ‘Gök kubbesi, altında Allah’tan başka tapılan şeylerin içinde hevâdan daha müthişi yoktur‘ buyurmuşlardır. (Taberâni- Alûsi)
Varlığının şuurunda olan, ne yapması gerektiğinin idrâkiyle hareket eden, yüce ve kutsî bir dâvâyı temsil eden ve onun sorumluluğunu omuzunda taşıyan mü’minlerin en büyük kredisi, güven ve itimat telkin etmek olmalıdır.
Sahâbe Efendilerimiz’i (r.anhüm) mümtaz ve erişilmez yapan bir özellik de, birbirlerine karşı ifrat-ı muhabbetleridir. Aynı maksat ve aynı hizmet içinde bulunan kardeşler, birbirlerini samîmi bir muhabbet ve samîmi bir fedâkarlık ile karşılar ve öyle severler ise, bu "birbirinde fâni olmak" anlamına gelir.
Allah (cc) dünyayı bir imtihan yeri kılmış, insanı da irâdesiyle hür ve serbest bırakmıştır. Her insan, inancı ölçüsünde ve karakterinin gereği olarak rolünü oynuyor. İnsanlar, kabiliyet ve karakterlerini yansıtmaktadırlar. Ama, îmanı, inancı ve ahlâkı neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etmeleri gerekmektedir.
Fakat insanlar umûmiyetle, sadece kendi rahatı, kendi çıkarları adına, ölüm ötesi hayâtı ve orada şakası olmayan çok ciddi şeylerle karşılaşacağını göz ardı ederek, her an terk etme zorunda olduğumuz dünya cennetini öne çıkararak, hayâtını ona göre tanzim edip, o istikâmette değerlendirmektedirler.
Hz.Üstad Kastamonu Lâhikası eserinde şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:
“İbrahim suresi 3.âyetin,‘Onlar dünya hayatını, seve seve âhirete tercih ederler’ (14:3) bahsinde denilmiş ki: ‘Bu asrın bir hâssası şudur ki: Hayat-ı dünyevîyeyi hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, bakî elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.’
Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insâniyede derc edilen bir cihaz-ı insâniye, çok esbab ile yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukût ettirmeye başlamış; vazife-i hakîkiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.
Hem nasıl ki bir câzibedar sefihâne ve sarhoşâne şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanımlar dahi o câzibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar; öyle de, bu asırda hayât-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimâîyesi öyle dehşetli, fakat câzibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmâresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.
Evet, hayât-ı dünyevîyenin muhâfazası için, zarûret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhrevîyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var; fakat, yalnız bir ihtiyâca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.
Evet, insanîyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda isrâfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zarûret, mâişet ziyâdeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerâit-i hayâtın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemâdiyen ehl-i dalâlet, nazar-ı dikkati şu hayâta celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki; ednâ bir hâcât-ı hayâtiyeyi büyük bir mesele-i dinîyeye tercih ettiriyor.
Bu acîb asrın bu acîb hastalığına ve dehşetli marazına karşı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şâkirtleri mukâvemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dâiresine girmeli, sadâkatle, tam metânet ve ciddî ihlâs ve tam îtimad ile ona yapışmak lâzım ki, o acîb hastalığın tesirinden kurtulsun.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz.”
Hizmet’in temsilcileri, günümüzde sahip çıkanlar değil; gelecek olan hayru’l halef genç nesillerdir. İnsanlığın iftihar Tablosu’nun (sav) hâlesinden olan damadı Hz.Ali Efendimiz (ra); ‘Çocuklarınızı gelecek döneme, asırlara göre yetiştirin‘ buyurarak bizlere ışık tutmaktadır.
Emâneti devralacak nesiller; hizmete ömrünü adamış insanları tenkit ederek, onların kalplerini kırarak değil de; onların tecrübelerinden istifâde etmek sûretiyle, istikbalde kendi işlerini kolaylaştıracak, sorumluluklarını da azaltacaklardır.
Tenkit edenler, her şeyin şeffaf olmasını isteyenler; ‘sadece kendileri haklı, başkaları haksız, onların aklı ermez; sadece kendileri doğru, başkaları hep yanlış yapıyor’ mantığıyla hareket ederlerse, kişisel suç ve hataları umûma mâl ederlerse, bundan her şeyden evvel mülkün gerçek sahibi Allah (cc) hoşnut olmaz. İlerde sorumlulukları artıkça aynı sıkıntıyı, Cenâb-ı Hak onlara da yaşatabilir.
Onbinler, yüzbinler mağdur olmuş, yuvalar tahrip olmuş, birbirine hasret âile fertleri hayat mücâdelesi verirken, Allah’ı tanımayan, hakîkate muhtaç milyarlarca nesiller küfür ve dalâlet seylapları içinde cehenneme sel gibi akarken; eline geçen imkanları, îman kurtarma yolunda kullanmak îcab etmektedir.
Bu gün dünya kamuoyunda gerçeği bilmeyen, başkalarına şüphe ile bakan, iftirâ ederek, yalan söyleyerek, her türlü zarar vererek zulmedenlerin bu durumu; kalbî hastalıklarından ve mizaçlarının sekâmetinden; yani, kalplerinin bozukluklarından ileri gelmektedir.
Vazîfemiz ve derdimiz, ‘îlây-ı kelimetullah‘dır. Îman kurtarma gayretidir. Herkes, arkasına bakmalı, ‘kaç kişiye Allah ve Resûlüllah’ı (sav) sevdirmeye vesîle oldum‘ diye kendine sormalıdır? Yapıp ettiğimiz, yazıp çizdiğimiz şeyler dine, hizmete, ümmet-i Muhammed’e ve insanlığa ne kazandırıyor, ne kaybettiriyor?