"Günümüzde gerek Türkiye’de bulunan, gerekse hicret diyarlarında olan ve işini, malını, evini, eşyasını bırakıp göç etmiş kimselere bir şeyler verirken, onların onurlarını zedelemeden, haysiyetlerini yaralamadan, daha önceki konumlarını da dikkate alarak vermeli, vermenin ahlakına riayet etmeli ve kimseyi rencide etmemeliyiz. "
Prof. Dr. Muhittin AKGÜL | Samanyoluhaber
Başlık sizlere biraz şaşırtıcı gelebilir. Vermenin de bir ahlâkı olur mu hiç? Evet vermenin de bir ahlâkı vardır ve ona göre yapılmalıdır. Bu ahlâka uyulmadan icrâ edilen bir verme faaliyeti, hem anlamını kaybetmiş olur, hem de bununla sadece kendimizi kandırmış oluruz.
Bu haftaki yazımızda, yardımlaşma ve ihtiyaç sahiplerini yardımsız bırakmama konusunu kısaca ele alacak, verdiklerimize hangi şekilde ve ne ölçüde vermemiz gerektiğine vurgu yapmaya çalışacağız.
Kur’an’da en sık tekrarlanan kavramlardan birisi de şüphesiz ki İNFAK’tır. İnfak, zekât ve sadakayı da içine alan her türlü yardımlaşmayı ifade eden anahtar Kur’ânî bir kavramdır. Birinin elinden tutma, ilminden faydalandırma, gücünün yetmediği bir işte yardım etme, ikramda bulunma, tecrübelerini paylaşma, zekât, sadaka vb. görevleri îfa etme gibi aktivitelerin tamamı, bu kavram içerisinde bulunmaktadır.
Bilindiği üzere İslam’ın ilk yılları olan Mekke döneminde, zekât ve sadaka gibi mükellefiyetlerin miktarları belirlenmemişti. Genel olarak ibadetler mutlak bırakılmış, yaşanılan şartlar gereği özellikle de mâli mükellefiyetlere bu dönemde bir sınır getirilmemişti.
İslam, Allah’a karşı kulluk görevleri arasına, insanlara yardım etme ilkesini de koymuş, hatta bunu İslam’ın beş temel şartından biri olan “zekât” adıyla formüle etmiştir. Artmak, çoğalmak, bereketlenmek, temizlenmek, uygun ve verimli olmak, arınmak, maddi manevi her türlü lekeden uzaklaşmak gibi anlamlara gelen zekât kavramı, nisap miktarına ulaşmış zenginlerin, vermekle mükellef oldukları miktarı belirten ve İslam’a özgü olan bir ibadet çeşidini ifade eder olmuştur.
Unutulmamalıdır ki, ihtiyaç sahiplerine yaptığımız maddi manevi yardımlar, ihsana ihtiyacımızın zirvede olduğu Mahkeme-i Kübra’da, karşımıza bizleri Cehennemden uzaklaştıracak birer vesilesi olarak çıkacaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, hiçbir dostun fayda vermeyeceği, şefaatçinin şefaatinin geçerli olmayacağı Mahşer gününde, maldan yapılan harcamaların, insanın imdadına yetişeceğini, harcamamanın ise, Allah’a inanmayanların ve zâlimlerin belli başlı bir özelliği olduğuna: “Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden harcayın…” (Bakara 2/254) beyanıyla dikkatlerimizi çeker.
İnsanın fedakârlıkta bulunup, muhtaç olan kimselerin elinden tutması, veren açısından görünürde bir eksiklik meydana getirse de, aslında verme faaliyeti, verenin malında bereketlenme ve artma vesilesidir. Mal azalsa da aslında harcanan malın yerine yenisi fazlasıyla Yüce Yaratıcı tarafından konulur. Nitekim Yüce Rabbimiz, mallarını Allah yolunda harcayanların durumunu, yedi başak verip her başağında yüz dâne bulunan buğdaya benzetmiş ve verene kat kat fazlasıyla mukabelede bulunacağını, zira ihsanının bol olduğunu bildirmiştir.
Verme hususunda cimri davranıldığında, insanı bekleyen faydasız bir pişmanlığın olacağı gerçeğine ise: “Sizden her hangi birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasip ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: “Ya Rabbi, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takva ehlinden olacağım!” diyecek olsa da, Allah vâdesi gelen hiçbir kimseyi ertelemez. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Münafikûn 63/10-11) ikazıyla açık bir şekilde dikkat çekmiştir.
Hayır yollarında harcanmayan mal, âhirette insanı yakan bir ateş haline gelecektir. Bu anlamda potansiyel bir Cehennem adayı, aslında kendi Cehennemini daha dünyadayken inşa etmektedir. Nitekim: “Allah’ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hâli kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, bu onların hakkında şerdir. Cimrilik edip vermedikleri malları kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah ne yaparsanız hepsinden haberdardır.” (Âl-i İmrân 3/180) âyeti bu hususu net bir şekilde haber vermektedir.
İhtiyaç sahiplerini görüp kollama, insanın başına gelebilecek muhtemel sıkıntılara karşı da âdeta bir paratöner vazifesi görür. Kıtlık, deprem, kuraklık, tehlikeli hastalıklar, toplumsal kargaşa gibi âfetlere karşı da bir set haline dönüşür.
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderme, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını dindirir, ansızın ve kötü bir şekilde insanın başına gelecek ölümden korur, melekler, infak eden kimseye harcanan malın yerine yenisinin konması, cimrilik yapanın da malına telef vermesi (yok olması) için dua eder.
Maldan harcama kolay bir iş değildir. Herkes verirken önüne bir sürü engelin çıktığına çoğu kez şahit olmuştur. Bu arada özellikle verirken büründüğümüz hâlet-i rûhiye, âdeta “Verme! Sakın verme!” dercesine haykıran iç seslerimiz, zaman kaybetmeden devreye giren farklı dürtülerimiz, ezeli ve ebedi düşmanımız şeytan vb. engeller, insanı fakirlikle korkutarak, başkalarına yardım etmesine engel olmaya çalışır. Şeytanın böyle bir vesvesesi karşısında mağlup olup, yardımda bulunmayan kişinin cimrilik yapıp vermediği mal, kıyamet gününde boynuna dolanır; altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanları acı bir azap beklemektedir. İhtiyaç sahipleri varken stoklanan altın, gümüş ve servetler, cehennem ateşinde kızdırılarak, sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve onlara da şöyle denilir: “İşte!” sizin kendiniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!” (Tevbe 9/34-35)
Kur'ân, sık sık insanın kazancına, kazançta başkalarının da hakkının olduğuna, paylaşımcı olmaya, ihtiyaç sahiplerine vermemek suretiyle kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamamıza ve özellikle de “ihsan” kelimesiyle, ihtiyaç sahiplerine verirken gösterilmesi gereken ölçüye vurgu yapılır, bu işin Allah’ı görüyormuşçasına büyük bir özenle yerine getirilmesine ve ihsan şuuruyla verenlerin Allah tarafından sevildiği hatırlatılır. (Bkz:Bakara 2/195). Âyetteki ihsan etme emri, hem verilen şeyin adını, hem de verirken verenin içinde bulunması gereken hâlet-i rûhiye ve tavrı ifade eder.
Yüce Allah MUHSİN’dir, insana verdiği bütün nimetler, en güzelinden, en lezzetlisinden ve en temiz ve bol olanındandır. Hem beden, hem ruh ve hem de dış dünyasında insana olan ikramları benzersizdir. Muhsin olan Allah, sürekli ihsanda bulunduğu halde, asla verdikleriyle başımıza kakmaz, nankörlük etsek de nankörlüğümüzü yüzümüze vurmaz, vermeyi sonlandırmaz.
Muhsin isminin, mü’minde de ihsan olarak tecelli etmesi gerekir. Muhsin isminin gölgesinde hareket eden mü’min, ihtiyaç sahibi kimseleri kollayıp gözetirken, güzelini, iyisini, kalitelisini, temizini vermeli ve kendisine nasıl verildiyse, aynı şekilde vermeyi hedeflemeli, ihsan durumunu asla göz ardı etmemelidir.
Nitekim konuya en net şekilde vurgu yapan âyet-i kerimede: “Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki: Allah her şeyden müstağnidir, asıl hamd'e layık olan O’dur.” (Bakara 2/267) buyrulmaktadır.
Yukarıdaki âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şu rivayet zikredilmektedir. Ensâr’ın hurma bahçeleri vardı. Bunlar bahçelerinden topladıkları hurma salkımlarını mescitte bir yere asarlardı. Ehl-i Suffe’nin ise yiyeceği fazla bir şeyleri yoktu. Onlardan birinin karnı acıktığında gelir, elindeki sopasıyla asılı hurma dallarına vurur ve olgunlaşmış- olgunlaşmamış ne varsa yere düşen hurmaları yerdi. Hurma getiren bazıları getirdiklerine dikkat etmez, iyisinden kalitesizinden ne topladılarsa onları getirirdi. İşte bu olay üzerine yukarıdaki âyet indirildi. Bunun arkasından da Allah Resûlü (s.a.s.): “Sizden biriniz hediye edildiğinde gözü kapalı alamayacağı ya da ancak utancından alabileceği şeylerin benzerini başkalarına vermeye kalkışmasın.” buyurdular. Bundan sonra ise ürünlerinden ihtiyaç sahiplerine dağıtan kimseler, getirdiklerine büyük ihtimam gösterdi ve ürünlerinin en iyisini getirmeye gayret ettiler.
Yukarıdaki durumun her zaman farklı şekillerde cereyan etmesi mümkündür. Âyeti evrensellik çerçevesinde ele alındığında, her dönemde ihtiyaç sahiplerinin varlığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Veren açısından, verilecek şeylerde de her zaman değişiklik olabilir. Bazen nakit, bazen yiyecek, bazen kullanılacak bir eşya, bazen de giyilecek bir elbise olabilir. Ancak bütün bunlarda dikkat edilmesi gereken husus, verdiğimiz kimseleri mahcup etmeme ve verdiğimiz eşyanın temiz ve kullanılabilir nitelikte olmasıdır. Empati yapmayı unutmamalı, verdiğimizin bize verildiğinde ne hissedeceğimizi asla akıldan çıkarmamalıyız. Atacak kadar eski, giyilmeyecek kadar modası geçmiş, yıpranmış, yüzüne bakılmaz hale gelmiş eşya, yiyecek ya da giyecek bir malzemeyi, asla ihtiyaç sahipleriyle paylaşmamalıyız. Zira unutmamalıyız ki, verdiğimiz her nesne, verilen kişinin eline değmeden önce Cenab-ı Hakk’a arzedilir, O’nun eli (mecazi anlamda) değer.
Allah Resûlü (s.a.s.): “En temizinden –ki Allah en temizini kabul eder– veren birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu bir hurma bile olsa, Rahman’ın elinde öyle bereketlenir ki, Uhud’dan daha büyük olur. Aynen sizden biriniz, tayını veya deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi, Allah da (c.c.) sizin sadakalarınızı öyle geliştirir.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63) sözleriyle bunu haber vermişlerdir.
Bunun içindir ki Hz. Aişe Validemiz, ihtiyaç sahiplerine vereceği paralara güzel kokular sürermiş. Sebebini sorduklarında da şöyle cevap verirmiş: “Ben Efendimiz’den, (s.a.s.), sadakanın fakirin eline geçmeden önce Allah’ın eline geçtiğini işittim. Bu paraların güzel kokularla Allah’ın eline varmasını istediğim için onlara koku sürüyorum.”
Şu cümlelerle yazıyı bitirmek istiyorum:
Günümüzde gerek Türkiye’de bulunan, gerekse hicret diyarlarında olan ve işini, malını, evini, eşyasını bırakıp göç etmiş kimselere bir şeyler verirken, onların onurlarını zedelemeden, haysiyetlerini yaralamadan, daha önceki konumlarını da dikkate alarak vermeli, vermenin ahlakına riayet etmeli ve kimseyi rencide etmemeliyiz. Zira “Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir.” (Bakara 2/263). Onun içindir ki, verirken vermesini bilmeli, verdiklerimizin hesap ânında mutlaka mizan terazisinde karşımıza çıkacağını hatırlamalı ve Yüce Allah tarafından görüldüğü asla unutulmamalıdır.
https://twitter.com/muhittinakgul