''Siyasal islamcıların”, merhametin kaynağı olan Cenâb-ı Allah ile olan münasebetlerinin -tamlamada geçen “islamcı” kelimesi sebebiyle- sorunsuz olduğu düşünülmemeli. Bilakis! Hem de oldukça sorunlu… ''
Ahmet Yılmaz / samanyoluhaber.com
Vicdansızlığın Anatomisine Giriş - 2
Bir “vicdan tefessühü” kodeksi hazırlansa, “gaddarlık” hiç şüphesiz o veri tabanının en önemli unsurlarından olurdu...
Burada “tefessüh”, bilinçli olarak kullanıldı. Arapça kökenli bu lafız, dilimizde “bozulma”, “çürüme”, “kokuşma” kelimeleriyle ifade ediliyor. Enfüsî âlemde kurulu nefis-vicdan dengesinin çeşitli sebeplerle nefis lehine dönmesi ile birlikte, bir çeşit iç kokuşması durumu gerçekleşiyor. Zamanla, kronik bir hal alan bu olumsuz süreçte, vicdan mekanizmasının adalet ve hakkaniyet gibi önemli yetileri işlevselliğini yitiriyor ve insan mizacında çeşitli karadelikler beliriyor. Gaddarlık, bu karadeliklerden belki de en ürkütücü olanı! Öyle anlaşılıyor ki vicdansızlık ile gaddarlık arasında doğru orantı ilişkisi var: Ne kadar tefessüh, o kadar gaddarlık!
Ürkütücü bir vasıf olarak “gaddarlık”, insanlığın mabeyninde hep var olageldi. Ancak günümüzün merhametsizlik bataklığı gerçekten çok çetin! Gaddarlık hastalığının, hem de dehşet verici bir hızla hayatın her alanında tahakküm kurması, şiddet ve zorbalığın bu derece revaç bulması ve öfkenin toplumsal bir sarmala dönüşmesi son derece üzücü, bir o kadar da düşündürücü.
“Siyasal islamcıların”, merhametin kaynağı olan Cenâb-ı Allah ile olan münasebetlerinin -tamlamada geçen “islamcı” kelimesi sebebiyle- sorunsuz olduğu düşünülmemeli. Bilakis! Hem de oldukça sorunlu… Şahsen, “İslam” ile “islamcı” arasında seradan süreyyâya farklar olduğunu düşünüyorum. O yüzden “islamcı” kelimesini bilgisayarımda yazarken bile, her defasında otomatik düzeltme ile büyük yazılan “İ” harfini, bıkıp usanmadan yeniden küçük haline geri dönüştürüyorum. Siyasal islam, bu kadarcık özel bir muameleyi bile hak etmiyor, nazarımda. Onların politbüro zihniyeti ile hükmettiği ülkemde, merhamet iyiden iyiye ötelendi ve Müslüman’ın yitiği haline geldi. En tepeden başlayarak, ümeranın kalplerinde; gaddarlık, bencillik, dünyevileşme, anarşizm, kin, öfke, intikam duygusu, kibir, güç tutkusu, türlü zaaflar, hedonizme götüren şehvetler ve acımasızlık saltanat kurdu. Güya “devlet aklı” kalbi referans alacaktı, bu yeni hülyanın temelleri “yürek” üzerinde yükselecekti. Ama öyle olmadı. Bütün bunlar unutuldu, yıkılası “saltanat” yegâne amaç haline geldi. el-Medînetü’l-fâzıla, Fârâbî’nin (ö. 339/950) felsefî sistemini yansıtan temel eseri olarak kütüphanelerin tozlu raflarında kaldı. “Yürek” gibi değerli bir kavram, bir defa daha; Kasımpaşa kabadayılıklarına, “diklenmeden dik duracağız” diklenmelerine, “hâlâ atlarımızın mahmuzlarının orada (AB) izleri var” hamasiliklerine, “Eeeey falanca, Eeeey filanca” bayağılıklarına, dalkavuk bir cami hocasının düzdüğü methiyeler eşliğinde mütekebbir bir edayla camide “boy” göstermelere, nice gaddarca söylemlere ve eylemlere hasredildi.
İki sorunlu etkenin, Müslüman kitleler arasındaki gaddarca tutum ve davranışları beslediğini düşünmekteyim.
İslamiyet’i siyaseten ele alıp kullanan kimi idarecilerin, dini duyguları sürekli istismar etmeleri bunlardan biri. Onların; dinden kaynaklanan veya din tarafından onaylanan etik ve ahlaki değerleri, siyaset kurumuyla buluşturabilecekken bunu yapmayıp, makyavelist bir yaklaşımla iktidarı ele geçirmek adına her yolu mubah saymaları ve kavgacı siyaset dilini benimsemiş olmaları ne acıdır! Bunu yaparken, kendi bağımlı kitlelerini zinde tutmak için sürekli bir “öteki” üretmekten, her dönem yeni düşmanlar ihdas etmekten geri kalmadılar. Öyle ki “kutuplaştırma”, “kamplaştırma”, “çatıştırma” kavramları onların ajandalarından hiç eksik olmadı. Sonuç olarak kimi zaman “mağdur” olma fırsatını yakaladılar, kimi zaman “mağrur” olma fırsatını. Ya dincilik üzerinden (dindarlık değil) “mağduriyet” devşirdiler ve oy topladılar ya da mağdur ettikleri kitleler üzerinden geliştirdikleri “rövanşizm mantığından” veya “dini-milli hamaset dilinden”. Velhâsıl, kutuplaştırma siyasetinden her dönemde karınlarını doyurmayı bir şekilde başardılar.
Diğeri ise, başta Kur’ân-ı Kerîm âyetleri ve hadîs-i şerifler olmak üzere, dini metinleri “anlama” ve “yorumlama” konusunda gerek siyasal islamcıların ve gerekse cihadist grupların yaşadıkları ikilemlerdir. Kelam, tefsir, hadis, fıkıh vb. dini disiplinlere dair kaynak eserlerde yer alan kimi yaklaşımların veya hükümlerin; radikal eğilimlerle, kısır yaklaşımlarla, inhisarcı ve ötekileştirici bir üslupla, hamasi bir dille, realiteden uzak yaklaşımlarla ve gazap hisleriyle ele alınması ve kavgacı bir tarzda yorumlanması asıl problemdir. Kavgadan beslenen grupların sahadaki uzantılarının genel profilleri incelendiğinde; bu kimselerin genel itibariyle temel seviye dini bilgiden bile mahrum oldukları görülecektir.
Neyse…
Erkin Koray babanın bir Turkish rock ‘n’ roll parçası var, “Zalim Gaddar”. 1986 çıkışlı Gaddar isimli albümünde yer almış. O bu parçayı hangi saik ile yazmıştı, bilmiyorum. Nedense dilime dolandı birden:
Önce selam verdin, gaddar!
Sonra yere serdin, gaddar!
Bekle bekle dersin, gaddar!
Çok paramı yersin, gaddar!
Allah insaf versin, gaddar!
Gaddar gaddar zalim gaddar!
Ha ha ha ha hain gaddar!
Bana bülbül dersin, gaddar!
Durmadan ötersin, gaddar!
Zaten ben yanmışım, gaddar!
Sana hep kanmışım, gaddar!
Allah insaf versin, gaddar!
Gaddar gaddar zalim gaddar!
Ha ha ha ha hain gaddar!
Vicdan tefessühünün önemli bir parametresi olan gaddarlık mevzuuna ümera-ulema ilişkisi özelinde biraz daha devam edeceğiz...