Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki Obama görüşmesinden birkaç saat sonra Mayflower otelinde 500 kişi önünde SETA Vakfı’nın açılış töreninde yaptığı konuşma, benim açımdan, her şeyi anlatıyordu:
Türk-Amerikan ilişkilerinin içinde bulunduğu durum ve içinden geçtiği yapısal değişiklik;
Türkiye’nin uluslararası sistemde ulaştığı nokta ve özgüven.
Washington’da bugüne dek hiçbir siyasi şahsiyet İsrail’e bu kadar açık biçimde yüklenmemiş, İran konusunda Amerikan başkentinin duymaya alışık olmadığı biçimde bu kadar açık olmamıştı.
Salondaki 500 kişinin içinde Amerika’daki Yahudi kuruluşlarının temsilcileri, İsrail lobisiyle ilişkili unsurlar da vardı. Salonda yer kalmadığı için yukarı kata çıkıp, kürsünün tam karşısında yer alan balkondan arada bir, Tayyip Erdoğan’a doğru sarkıyordum, sanki ‘doğru mu işitiyorum?’ dürtüsüyle.
Yanımdakilere döndüm, “Washington’da züccaciye dükkânında gibi” dedim. Ama ‘şangırtı’nın kulağıma hayli ‘melodik’ geldiğini de itiraf etmeliyim. Bir ‘tahribat’tan ziyade, Washington’a gerekli bir ‘mıntıka temizliği’ gibiydi sanki.
Söyledikleri çeşitli vesilelerle Tayyip Erdoğan’ın ağzından duymaya işittiğimiz şeylerdi. Ama burası Washington’du. O sözlerin burada söylenmesi vaki değildi. Üstelik Beyaz Saray görüşmesinden birkaç saat sonra, Beyaz Saray’a 1 kilometre ötede söylendiğine göre, bunların söylenmesinin Türk-Amerikan ilişkilerinde bir ‘maliyet çıkarmayacağı’ndan ya emin olması gerekiyordu ya da ‘maliyetini göze alabilecek’ kadar kendisine güvenmesi.
Tayyip Erdoğan’ın konuşmasından sonra verilen resepsiyonda Washington düşünce kuruluşları aleminin (think-tank’lar) aralarında defalarca Amerikan yönetimlerinde görev üstlenmiş tanıdık simalarına, böyle bir konuşmanın Washington’da olağan olup olmadığını sordum. Ortak cevap, ‘Olağan dışı’!
Flyntt Leverett ve Hilary Mann Leverett çiftiyle tam da bu konuyu konuşurken yanımıza New America Foundation adlı düşünce kuruluşundan Filistin asıllı bir Amerikalı, Amjad (Emcet) Atallah yanaştı. İsrail’le müzakere eden FKÖ heyetlerinde hukuk danışmanı olarak da çalışmış bir isim. “Burada Arap liderleri olsa, konumlarından utanç duyarlardı
Tayyip Erdoğan’ın böyle konuştuğunu duyduklarında” dedi. “Abu Mazin de (Mahmut Abbas) mi?” diye sordum. “O, daha kötü, kendisini aşağılanmış hissedebilirdi” karşılığını verdi gülümseyerek.
Tayyip Erdoğan, tam da bu tarzı ile sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı değil, geniş bir uluslararası alanın güç sahibi sözcüsü gibi Washington’da tanımlanması zor bir özgüvenle hareket ediyor.
Washington’a yaydığı güç de buradan geliyor.
***
Tabii bir de, kim ne derse desin, Amerika Başkanı sıfatını taşıyan kişinin Barack Hussein Obama adını taşımasından ve onun ‘gelecek vizyonu’nun Türkiye’nin izlediği yeni dış politikanın hedefleri ve felsefesiyle temelde çelişmemesinden.
Türkiye ile ABD, ortak ilgi alanlarındaki birçok konuya tıpatıp aynı gözlüklerle bakmıyor ve yaklaşmıyorlar ama bu, ikisi arasında bir işbirliğine engel olmadığı gibi, farklı yaklaşım Obama nezdinde Türkiye’nin bırakın bileğinin bükülmesini- elinin serbest bırakılmasını da beraberinde getiriyor.
O nedenle, Tayyip Erdoğan’ın İran ve Afganistan konusunda anlattığı Türkiye pozisyonu, Amerikan pozisyonuyla birebir örtüşmüyorsa da, Beyaz Saray buna ‘ilkesel bakımdan’ karşı olacak bir konumda da değil. Dolayısıyla, Türkiye’nin İran’a ilişkin olarak nükleer silahlanmanın önüne geçilmesi için diplomatik araçların sonuna kadar kullanılması ve bu konuda sabırlı olunması gerektiğine ilişkin tutumu ABD’den bir itiraz görmedi.
Tayyip Erdoğan, belki de ilk kez, Washington’da “İran’ın nükleer silahlanmasının bölge barışı ve küresel barış için kabul edilemez olduğunu” söyledi. Ancak, bunun önüne geçilmesi için Türkiye’nin İran’la iyi ilişkilerinden yararlanılması gerektiğinin altını çizdi.
Türkiye, İran’a karşı yaptırımlara sıcak bakmıyor, bunların sonuç vermediğini örneklerle anlatıyor ve yaptırımlar konusunun BM Güvenlik Konseyi’ne hızla gelmesi ihtimalini, bu ‘dosya’ ile uğraşan Türk yetkilileri ‘pek zayıf’ olarak görüyorlar.
Buradan hareketle, İran için Türkiye kendisine ‘diplomatik kanallardan ikna çabası’ için bir alan bulmuş oluyor. Washington’un buna temelden bir itirazı yok.
Afganistan’a gelince, güneydeki Kandahar ve Helmand eyaletlerinde Türkiye’nin Taliban’a karşı muharip görev üstlenmesi söz konusu değil. Buna karşılık, Türkiye, Afgan ulusal ordusunun oluşmasında biri Afganistan’da, diğeri Türkiye’de iki taburun bir ay içinde eğitilmesi ve polis gücünün de eğitilmesinde görev üstleneceğini açıklıyor. Netice itibarıyla, Obama’nın Afganistan stratejisi 2011 Temmuzunda çekilmeyi ve işin Afgan kuvvetlerine devredilmesini öngördüğü için, Afganistan konusu da ‘ilkesel bir ayrılık’ konusu olmaktan uzaklaşıyor.
Amerika’nın üzerinde çok durduğu Ermenistan ile normalleşmeye gelince, Türkiye, Minsk Grubu’nun ABD’nin de aralarında bulunduğu üç eşbaşkanının Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir uzlaşma sağlaması ne kadar çabuk olursa, normalleşme protokolunun da TBMM’den o kadar çabuk çıkacağını tekrarlıyor.
Ayrıca, Kıbrıs’ta da ABD’nin BM çerçevesinde devreye mart ayına kadar girmesinin önemi (ve beklentisi) vurgulanıyor.
Irak, tarafların görece olarak sorunsuz bir işbirliği ve ortak anlayış alanı.
Bu ‘envanter’e tek tek baktığınızda, Erdoğan, Washington’dan Türkiye’nin temel pozisyonlarında hiçbir değişiklik yapmadan, Kafkasya ve Kıbrıs konularında kendi beklentilerine ilişkin olarak ise somut hiçbir şeyi almadan çıkmış oluyor.
Ama zaten Türk-Amerikan ilişkilerindeki yapısal değişiklik de bu: İki ülke aralarındaki ilişkiyi karşılıklı bir ‘talepler listesi’ sunmak ve ‘al-ver’ ilişkisi olmaktan çıkartarak, düzenli aralıklarla bir ‘karşılıklı danışma ve genel çerçevede işbirliği ilişkisi’ne oturtmuş durumdalar.
Bunu anlamadan Türk-Amerikan ilişkilerinin geçirdiği hiçbir değişikliği anlamak mümkün değil. Türkiye’de başta muhalefet liderlerinin ve anlayamadığı, anlamasının beklenmeyeceği de bu.
***
Bütün bu nedenlerle, Tayyip Erdoğan, Washington’u İsrail’i haşlama podyumu olarak kullandı. Bunun Washington’da birdenbire hazmedilmesini beklemek fazla iyimserlik olur. Bir takım kaşların Tayyip Erdoğan’ı dinledikten sonra havaya kalktığını tahmin edebiliyoruz. Yeni hiçbir şey hemen, bir anda kabullenilmez, hazmedilmez.
Washington, yavaş yavaş hazmetmeye başlayacak. İsrail’in bir ‘güç merkezi’ değil, Ortadoğu’da üstelik bir baş ağrısı- aktörlerden biri olduğunu, Türkiye’nin ise bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olarak yükselmekte olduğunu gördükçe, anladıkça ‘hazım süreci’ de başlayacak.
Erdoğan, Washinton podyumunu sadece İsrail hakkında alışılmadık tanımlamalarla konuşmak için kullanmadı. Asıl ve belki de bugüne dek en ağır eleştiriyi AB’ye, daha doğrusu Sarkozy türü, kendi deyimiyle ‘vizyonsuz’ liderlere ve ülkelere yöneltmek için kullandı.
Türkiye’de bir ‘eksen kayması’nın olmadığını kesin bir dille ifade ettikten gayrı, ‘eksen kayması söz konusu ise Avrupa’da’ diye kestirdi attı.
Tayyip Erdoğan’ın Washington performansı şaşırtıcı biçimde, dünkü Washington Post’ta tek kelimeyle yer almadı. Bunu, Türk tarafının ön hazırlıklarında bir eksiklik olarak görebiliriz. Turgut Özal, Washington’a her gelişinde, Washington Post yazı kurulu ile toplantıyı gündemine koyardı.
Bu bir eksiklik. WP dışındaki tüm yayın organlarında, ayrıca Avrupa’da Financial Times gibi etkili yayın organlarında Türk Başbakanı’nın Washington konuşmaları önemli yer tuttu.
Bana gelince, çeyrek yüzyıldır Türkiye’nin liderlerinin Washington temaslarını izlemiş birisi olarak, önceki günkü Tayyip Erdoğan’ın Washington görüntülerinden aldığım keyfe benzer bir keyif duyduğumu hatırlamaya çalıştım.
O kadarı galiba yoktu.
ABD eski ABD değil, tamam ama Türkiye de eski Türkiye asla değil.
Washington’da belki de Türkiye’de olabileceğinden daha kolay anlaşılıyor...