Oğlunu okutabilecek güzel bir kurum ararken tanıştığı insanlarla okul ve yurtlar yapan Bâran Gürpınar, Maraş Olayları’nda yargılananların şahsî şikâyetlerle oluşturulduğunu öne sürüyor.
Başarılı bir öğrenci olan Mehmet, imam hatip lisesinin orta kısmını kendisinden beklendiği gibi iyi bir dereceyle bitirir. Okul müdürü, Mehmet’in babasına, “Bâran ağabey, Mehmet çok zeki bir çocuk. Sen bunu iyi bir okulda okut.” der. Mehmet’in babası ‘iyi bir okul’dan, çocuğunu, iyi eğitim veren, manevi değerlere de uzak olmayan bir müesseseye vermeyi anlar: “İstanbul’a gideyim, manevi değerlerimize hassas, kaliteli bir okul bulayım dedim. Halbuki o zaman o değerlerde özel okul yok. Allah’ın hikmeti işte. Bize öyle düşündürtüyor. Sonradan anladım ki müdür, ‘bir yabancı okula veya koleje gönder de bu büyük adam olsun’ diyormuş meğer.”
Bunun üzerine Bâran Gürpınar, İstanbul’da, düşündüğü şartlara uygun bir okul aramaya koyulur. Yener Uygun isimli asker arkadaşına derdini anlatır. O da, eskiden yanında çalışmış, Fatih Lisesi’ne malzeme veren Ali Akyüz’e yönlendirir. Akyüz, Fatih Draman’da aradığı gibi bir okulun var olduğunu söyler ona. Gürpınar, oğlunu istediği gibi bir okula kayıt yaptırmanın huzuru içerisinde memleketine dönünce, Mehmet’in imam hatipten sınıf arkadaşı kısa bir zaman sonra, ona özenerek aynı okula kaydolur. Ardından onun ablasının oğlu, derken bu sefer onun başka bir yakını daha aynı eğitim yılı içerisinde kayıtlarını Fatih Lisesi’ne yaptırır. Tarih, 1983-84 eğitim öğretim döneminin başlangıcıdır. “Bu gelişmeler üzerine rahmetli Hacı Kemal Erimez, ‘Biz Maraş’ta hizmete dönük adam bulamıyoruz. Dört Maraşlı geldi. Gidelim de onların velilerini bulalım’ dedi. Biz bilmiyoruz tabii, hizmetten haberimiz yok.”
RAHMETLİ HACI KEMAL ERİMEZ’İN MARAŞ ZİYARETİ
Hacı Kemal Erimez, bir aralık günü Kahramanmaraş’a gelir, fakat Gürpınar’la görüşemeyince 15 gün sonra gelmek üzere geri döner. Söyledikleri gibi Hacı Kemal Erimez’le beraber bir heyet 15 gün sonra tekrar gelir: “Bize dediler ‘Bir daire tutacaksınız.’ Yanlarındaki genci göstererek ‘şu genci alacaksınız. Oraya 7-8 talebe koyacağız. Biz işte talebe okutuyoruz. Bizim işimiz bu.’ dediler. Biz hep böyle Müslümanlara hizmet verdiğimiz için ‘Kimsiniz?’ bile demedik onlara. Aşkla, şevkle buraya da koştuk tabii.” Bâran Gürpınar’ın ‘aşkla, şevkle buraya da koştuk’ demesi boşuna değil. ‘Da’ vurgusunu yapmasının bir hikâyesi var. Ona gelmeden önce şimdi geçmişe doğru biraz yol alalım ve hizmetleri ile Maraş’ta kahramanların en başında yer alan Bâran Gürpınar’ı tanıyalım.
Anne tarafından dedeleri Harputlu olsa da babası Kahramanmaraşlıdır: “Babamın annesi Kayışlı köyünden… O zaman köyden evlenenleri askere almıyorlarmış. Dedem de esnafmış. Oradan evlenmiş ve askerden muaf olmuş.” Bu Emin Efendi ile Hatice Hanım’ın, Mehmet adını verecekleri bir çocuğu dünyaya gelir. Bâran Gürpınar’ın babası olan Mehmet Bey, Türkiye çapında bir telkâri sanatkârıdır. Kuyumcu olan Mehmet Bey, bu sanatta o kadar ilerler ki İstanbul’dan da siparişler alır. 1938’de eşi Süreyya Hanım’ı kaybedince büyük bir sarsıntı geçirir. Telkari işini bırakarak babasından kalma fırıncılıkla meşgul olmaya başlar. Süreyya Hanım’ın vefatı ile ikisi kız, beş kardeşten biri olan ve amcasının özel dostluğundan dolayı Maraş’ın eski valilerinden Ebubekir Sami Baran’ın soyadından mülhem, yağmur ve rahmet anlamına da gelen bir isim alan Bâran, dört yaşında annesiz kalır, böylece.
İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Maraş’ta da insanlar ellerindeki karne ile fırınlara akın etmektedir. Ama, elde karnenin olması, buğday ve unun bulunmadığı bir anda hiçbir şey ifade etmiyordur: “Öyle bir ekmek kıtlığı vardı ki halk fırına hücum ettiği için ikide bir vitrin yıkılırdı. Ben fırının tuvalet penceresinden bizim mahalleliye iltimas geçerdim. Fırıncı olduğumuz için ekmek sıkıntısı çekmedik ama bir gün bizi şikâyet ettiler. O zaman İngiliz unu verirlerdi. Biz de ondan ince ekmek yapmak için bir çuval eve götürmüştük. Şikâyetten sonra eve geldiklerinde muhtar, Allah razı olsun, gelir gelmez çuvalı görmüş, üzerine bir şey kapatmış da biz öyle kurtulduk. Yoksa eve un getirmemiz yasaktı.”
Devlet, çiftçinin tarladaki mahsulünün yarısına da el koymaktaydı o dönemde. Dolayısıyla halk, kendi malını çalmak durumunda bırakılıyordu: “Zengin fakir arasında bir tek ayakkabı giymekte fark vardı. Bizler ham deriden yapılmış yemeni, zengin de iskarpin giyerdi.”
CHP KORKUSUYLA ŞEHRE İNEMEYEN KÖYLÜLER
13 yaşındayken (1947) İnönü İlkokulu’ndan mezun olan Gürpınar’ın, tek parti (CHP) dönemine ait ilginç hatıraları da var: “Aba, şalvar, poşu gibi şeyler yasaklanmıştı. O dönemde köylülerin hapse atıldığını, çok abalarının kesildiğini biliyoruz. Babamların, torpil yapıp böyle çok köylüyü karakoldan kurtardıklarını da hatırlıyorum. Atatürk’ün esas görüşü Adnan Menderes döneminde gerçekleşti. Türkiye’de köylü memleketin efendisi o zaman oldu ancak. Millet biraz rahatladı. CHP’nin yasakları yüzünden, korkudan şehre hiç gelmeyen köylüler vardı. Çünkü abasını, şalvarını kesiyorlardı. Adamın başka giyeceği yoktu zaten.”
Maraş Lisesi’nin orta kısmını neredeyse il birincisi olarak bitiren Gürpınar’ın sıkıntı yaşadığı tek ders Fransızcaydı. Lise ve üniversiteye başlamak için olgunluk sınavlarının uygulandığı o yıllarda matematik hocasıyla yaşadığı bir hadiseden dolayı başka bir okula gönderilmesi gündeme gelir. Ve eğitimine İstanbul’da, Aksaray’daki Pertevniyal Lisesi’nde devam etmek üzere memleketinden ayrılır: “Türkiye’nin kitabını yazan hoca Pertevniyal’de. Aman oraya gitme’ dediler. Biz de o zaman Maraş Yurdu’na yakın olduğu için İstanbul Erkek Lisesi’ni tercih ettik. Orada da müzik ve resim seçmeli derslerdi. Ben ikisinden de anlamam. Ortaokulda iken hiç olmazsa bazı korolara katıldığımız için müziğe yazıldık. Vardık ki Türkiye’nin en meşhur müzisyenlerinden biri müzik dersimize geliyor. Bana bir soru sordu. Benim hiç alakam yok. Hemen idareye gittim, ‘Beni resim dersine alın’ dedim. Ki resim hocası da Türkiye’nin en meşhur ressamı imiş bu sefer de.” Yine de başarılı bir performans sergileyen Gürpınar, burada geçirdiği yarım dönemden sonra, hem yurt, hem okuldaki ortam kafasına uymadığı için, müdürün ‘gidersen bir daha almam seni’ ısrarına rağmen, oradan da ayrılır ve Demiryolları’nda vazifeli olan dedesinin bulunduğu Urfa’ya gider. 1955’te Urfa Lisesi’nden mezun olur. Liseden sonra, Şanlıurfa’nın, Suriye hududundaki Akçakale beldesinde 27 yıl belediye başkanlığı yapan dayısı Mustafa Azmi Ertuğrul’un müfettiş bir dostunun ‘Seni Siyasal Bilgilere kayıt ettireyim’ demesine rağmen, kafasında, daha önce bildiği şehirde okuma düşüncesi olduğu için İstanbul’a tekrar gelir. O zamanlar her fakültenin ayrı zamanlarda yaptığı imtihanlardan hukuk ve iktisat fakültelerinin sınavlarına girer. Önce hukuka kayıt yaptırır. 15 gün sonra iktisat fakültesi sınavını da başarıyla verdiğini öğrenir. Hukuk fakültesi ona biraz alengirli geldiği için İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okumaya karar verir. Fakat yabancı dil burada da Gürpınar’ın başına dert olur. İkinci sınıftan sonra sırf bu sebeple iki sene kaybeden Gürpınar’a, sonunda hocası yardım eder de, üst sınıfa geçebilir ancak. Gürpınar, 1963 senesinde de mezun olur.
ASKERLER: SİZİNLE BERABER ÇALIŞIYORUZ
Bâran Gürpınar, 27 Mayıs 1960 darbesinin öncesi ve sonrasında Beyazıt Meydanı’nda yaşanan bütün hadiseleri yakından takip eder. Çünkü üç arkadaşı ile birlikte kaldığı bekâr evi Beyazıt Meydanı’nı tam karşıdan gören bir yerdedir: “Bir gece askerler Laleli’den itibaren yolu kesti, Beyazıt istikametine kimseyi sokmuyor. Ben de bir şeyler almak için çarşıya gitmiştim. Geri dönerken asker ‘Yasak’ dedi. ‘Ben evime gideceğim’ dedim. ‘Yok, geçemezsin’ dedi. Dinlemedim, geçtim. Asker, subayı çağırdı. Subay da ‘Götürün bunu’ dedi. İki asker bizi aldı. Arabaya götürüyor. Bir üsteğmen geldi ‘Tanıdım seni. Sen üniversite talebesisin. Biz sizinle beraber çalışıyoruz.’ Aynen ifadesi bu. ‘Sen bize niye karşı geliyorsun?’ dedi. ‘Kumandanım benim evim şurada’ dedim. ‘Bırakın bunu gitsin’ dedi ve biz öyle kurtulduk.”
Bâran Gürpınar, bu karışık dönemde üniversiteyi bitirir bitirmez vatanî görevini yapmak üzere Emirdağ’a gider. Bir vakit namazından sonra camiden çıkarken yanına bir çocuk gelir: “Ağabey, seni filan terzi dükkânından çağırıyorlar’ dedi. Vardık. ‘Biz’ dediler ‘üniversite mezunu birisinin camiden çıktığını görünce çok sevindik. Onun için sizinle tanışmak istedik.’ Meğerse arkadaşlar Üstad’ın talebeleri imiş. Biri Muammer Kocabaş diye bir terzi arkadaş. Diğeri de, sonraları bir-iki dönem Emirdağ’da belediye başkanlığı da yapan, benim tanıştığım zaman manifaturacılık işiyle uğraşan Hacı Ali Kılıçalp’tı. Biz o arkadaşlarla tanışınca risalelerle de tanıştık.”
Kılıçalp, Bediüzzaman’ın, tahsil için Mısır’daki Ezher Üniversitesi’ne gönderdiği birisiydi: “O, Mısır’a gidiş hikâyesini de anlatmıştı. ‘Ben çok fakir bir köylü çocuğuyum. Üstad’a hizmet veriyorum burada. Üstad bana, git Mısır’a tahsil yap dedi. Üstad Eskişehir’de hapiste idi o zaman. Tabii gidecek durumum yok. Üstad, ille gideceksin dedi. Hapishaneye ziyaretine gittim. Param yok, yarım kilo kiraz zor alabildim, Üstad’a hediye götüreceğim’ dedi. Belki kirazın parasını da başkasından almıştı. ‘Üstad götürdüğüm kirazı oradaki jandarmalara dağıttı, böyle avuç avuç. Fakat, yarım kilo kiraz bu kadar adama yeter mi demeyin’ dedi, ‘Üstad’ın eli küçüktü.’ Yani keramet falan demedi de öyle izah etti.”
24 aylık askerliğini tamamladıktan sonra Adana’ya geçen Gürpınar, burada, İktisat Fakültesi’nden bir arkadaşının babasına ait fabrikada muhasebe müdürü olarak çalışmaya başlar. 1969’da oradan ayrılarak, 1983 yılına kadar devam ettireceği müstakil muhasebe bürosunu açar. 1967’de, aslen Maraşlı ve İskenderun’da ikamet eden bir ailenin kızı, Aysel Hanım’la hayatını birleştiren Gürpınar, en büyüğü, yukarıda da adı geçen, 1983’te Fatih Lisesi’ne kaydını yaptıran Mehmet ile birlikte Emre, Bilal ve Zehra adlarında dört çocuk sahibi olur.
1970’TEN BU YANA HAYIR İŞLERİNİN İÇİNDE
Askerliğini yapıp evlendikten ve işini de oturttuktan sonra hayır işleriyle daha fazla ilgilenmeye başlar. 1970’lerin başında, Maraş Olayları’nda Aydınlık Gazetesi’nin ‘gerçekleri saptırarak’ hedef gösterdiği isimlerden biri olan Hacı Osman Arıkan’la beraber Kahramanmaraş’ta İlim Yayma Cemiyeti’ni kurar.
İlk işleri, şehirde kötü nam salmış Bahçe Palas Oteli’ni boşalttırdıktan sonra kiralayıp 30 kişilik bir öğrenci yurdu hâline getirmek olur. Gürpınar’ın, yukarıda ‘da’ vurgusu yaparak ‘aşkla, şevkle buraya da koştuk’ demesi bundan ibarettir: “Biz İslam ve Allah adına bu gençlerin eğitimi yönünde mücadele verirken paraya ihtiyacımız oluyordu. Gündüzleri esnafı dolaşıp para topluyoruz. Fakat bize büyük meblağlar vermesi lâzım gelenler vermeyince Arıkan, ‘Bâran ben bu gece uyku uyuyamadım. Hani yardım yapması gereken filan adam 1 lirayı bile vermedi. Yahu bu nasıl insan? Bu nasıl Müslüman?’ diyordu bana. Biz bu yurdu böyle hazır hâle getirdik.”
Onlar burayı hazırlayıp faaliyete geçirince o yıllarda ortaya çıkan bir partinin mensuplarını da bünyelerine katarlar. Bir zaman sonra, yeni gelenler, Cemiyet’i siyasetin boyunduruğu altına sokup onları da buradan uzaklaştırır: “O kadar emek boşa gitti. İhlas olmaz ve maksat başka olursa yürümüyor işte. Çünkü bunlar iki senede oraya filan köyün ağasının oğlunu getirdiler. Bir süre sonra da kapatmak mecburiyetinde kaldılar.”
İhlasla yürütünce maksat hasıl oluyordu. Gürpınar’ın bu konuda yaşadığı bir hatırası vardı: “Oğlum Mehmet, imam hatipte okuyordu. 12 Eylül 1980 döneminde burada Yusuf Paşa diye biri vardı. İhtilal dönemi olmasına rağmen ondan izin alıp imam hatibi büyütmeye, okul için yurt yapmaya muvaffak olmuştuk. O zaman parlamış bir aile dostumuz vardı. Yardım istemek için yanına gittik. ‘Bâran 5 bin lira vereyim.’ dedi. O zamanlar mali müşavirim, 250 bin lira vermişim. ‘5 bin lira olur mu? Almam ben bunu. Fakat bunu alırlar sizden’ dedim. Bugün bütün aile muhtaç. Öyle bir felaket duruma geldiler ki… O zaman Maraş’ın en varlıklı insanlarıydılar.”
BU DA YUSUF PAŞA VERGİSİ!
5 bin lira vermek isteyen arkadaşımın ailesini iflasa götüren, 1942’de, İsmet İnönü zamanında azınlıklara yönelik uygulanan ve ülkede kıyametler koparan, fakat Maraş’ta sadece Yusuf Paşa’nın inisiyatifiyle vuku bulan aynı olaydı: “Bu paşa o zaman herkesten para topladı. Bunlardan da zorla 100 bin aldı. ‘Vermezsen şu kadar ceza alırsın’ diyor, açık konuşuyordu Paşa. Ben o zaman varlıklı da değilim. Fakat bizi de listeye almışlar. Bir arkadaşla beraber gittik. Arkadaş dedi ki ‘25’er bin lira çıkaralım.’ Ben ‘Yok’ dedim ‘Biz 50’şer bin lira vereceğiz.’ Çünkü adam meblağı az buldu mu hem rezil ediyor hem 4 misli alıyordu. Biz 50’şer bin lira yazıldık ve bizi bir daha aramadılar, Allah’a şükür.”
12 Mart 1971’den önce Adalet Partisi’nin Maraş’taki ikinci başkanı Gürpınar, başkan da, sonradan milletvekilliği yapacak Halit Evliya’dır. Gürpınar, senatör adayı olarak Hacı Tevfik Paksu’yu desteklemektedir. Buna karşılık Süleyman Demirel, Paksu’nun birinci sırada yer almaması için her şeyin yapılmasını istemektedir. Bâran Gürpınar, AP’nin ikinci başkanı olmasına rağmen Paksu’nun lehine çalışır. Buna rağmen Paksu ilk sırada yer alamaz. Fakat bir sonraki seçimlerde MSP’den Meclis’e girer.
ADINI MİT’TEKİ AKRABASI SİLDİRMİŞ
Gürpınar, 26 Ocak 1970’te Necmettin Erbakan’ın Millî Nizam Partisi’ni kurmasıyla ‘benim anlayışıma göre parti kuruldu. O partiye gideceğim’ diyerek ayrılmak ister: “Halit Evliya, ‘Bak seçim yaklaşıyor. Bekle. 1-2 ay sonra beraber gideriz.’ dedi. Dinlemedim, bırakıp gittim. Fakat partiye girdiğime pişman oldum; ama arkadaşlara da bir şey diyemiyorum. Sonra bir grup arkadaşla Ankara’da iken 12 Mart 1971 muhtırası verilince biz bıraktık. İlerleyen zamanlarda da hizmetin ehemmiyetini idrak edince siyaseti bizim yapamayacağımızı anladık.”
Maraş Olayları’nın yaşandığı 1978 yılında, hiç alakası olmamasına rağmen Bâran Gürpınar’ın ismi de olaylara karışanlar arasında yer alır. Sadece bu bile, o zaman yargı karşısına çıkarılan ve bugün dahi ortalıkta dolaşan karşı görüş kaynaklı haberlerin inandırıcılığını yok etmektedir. Hayatını hayır işlerine adamış Gürpınar’ın ismini MİT mensubu akrabası sildirmiştir o listeden: “Kocaman bir liste. Hepsini içeri aldılar. Benim ismimi yalvara yalvara listeden sildiren akrabam heyecanla geldi ‘Sen git buradan’ dedi. Ben ‘Gitmem’ dedim. Çünkü kendimize yediremiyoruz. ‘Yok’ dedi sen gideceksin. Ben benzin yokluğunu bahane ettim. Gitti, iki bidon benzin aldı, getirdi. ‘Al sana iki bidon benzin’ dedi.”
Gürpınar, akrabası olan o vakit MİT mensubu olduğunu bilmediği o akrabasının kendisine getirdiği iki bidon benzinle eşi ve çocuklarını alıp İskenderun’a gitmek için yola çıkar: “Ulu Camii’nin oradan geçerken her taraf savaş alanı gibiydi. Askerin biri de ‘Ne olur beni de alın arabaya. Ben şuradan kurtulayım’ diyor. Araba dolu, nereye bindireyim? İskenderun’a vardık, akşam TV’de olayları izleyince, çocukları bırakıp ‘burada duramam’ deyip geri döndüm. O zaman Mustafa Görgel, Faruk Arıkan ve Hasan Balcı ile birlikte yağ fabrikasındayız. Bunlar göze batan sanayicilerdi. Ben Hasan Balcı’ya dedim ki ‘Biz bir gitsek de şu hastanenin orayı bir kontrol etsek.’ ‘Yahu deli misin? Biz belli adamız. Bizim anamızı ağlatırlar’ dedi.”
Bütün bunlara rağmen Hasan Balcı olaylardan sorumlu tutularak sonraki süreçte mahkemeye verilir: “Bizim orada mahallelimiz olan Halk Partili bir milletvekilimiz vardı. Bütün şikâyetleri yapan o. Bu Hasan Balcı o zaman hiç odadan dışarı çıkmadı. Şahidi de benim. O mahkemeyi anlatsam... Tüyler ürpertecek şeyler vardı yani. Biz, olayların olduğu sırada, fabrikada, YSE’den baskına gelecekler diye bekliyoruz. Ya öleceğiz ya kalacağız. Çünkü ilk hedef yağ fabrikası. Orası bilinen bir yer çünkü. O sırada bulgur fabrikasının olduğu yerde bir tank bozulmuş. Askerler orada duruyor. Öyle olunca adamlar oradan gelemedi. Allah’ın hikmetine bak, bizi nasıl korumuş. Yoksa orada büyük katliam yaparlardı. Onlar galip geliyor zannı ile geç müdahale edildi olaylara. Bunların hepsi konuşuldu yani.”
Hadiseler başlamadan 1-1,5 yıl kadar önce Kahramanmaraş’ta birtakım gelişmelerin yaşanacağını tahmin ettiklerini, bu kanaate de, özellikle aşırı solcu kesimin hadiseler çıkarıp silahlanmasından vardıklarını ifade eden Gürpınar, o kişilerin o dönemde özellikle korunduğunu belirtiyor. Mesela, hadiselerden birinde, solcu bir müdürün başında bulunduğu YSE’ye traktörle 4 kalaşnikof götürürken yakalanan kişinin serbest bırakılması iddiaları kuvvetlendiriyor: “Yakalandı adam. Savcı ‘Sen bunları tarlada mı buldun oğlum?’ diyerek, ifadesini alırken adeta yol gösteriyor. O da ‘Tarlada buldum’ diyor ve adam bırakılıyor.
HACI KEMAL ERİMEZ’İN İSTEKLERİ
Bâran Gürpınar, 1970’lerin başında ağırlık verdiği hayır işlerine 1980’lerden sonra daha bir hız katar. İyi şeyler adına atılacak her adımda artık onun adı ilk sıralardadır. Yurt ve okulların yaptırılmasına önayak olur o.
İşte 1983’te, oğlu Mehmet’i İstanbul’daki Fatih Lisesi’ne kaydetmesiyle tanıştığı insanlar ondan, öğrencilerin barınması için bir daire tutmasını isteyince, Bâran Gürpınar ilk iş, geçmişte de beraber hayır işleri yaptığı Hacı Osman Arıkan’ın fabrikasına gider: “O dedi ki ‘Zenginleri toplayalım. Bunların dediği hizmeti vermeye çalışalım.’ Ben ‘Yok. Sen de biliyorsun ben de biliyorum. Zenginleri toplarsak her biri bir fikir söyler, bu iş karışır. Bu adamlar bizden ne istiyor? Bir daire. Buna senin de gücün yeter benim de. İkimiz bir olursak yaparız’ dedik. Ve bir daire kiraladık, içini döşedik. Çoğunu da o harcadı.”
İlgili kişi hemen 7-8 öğrenci bulur ve çocukların barınabilecekleri rahat bir yer faaliyete geçer: “5-10 gün sonra Hacı Kemal Ağabey geldi. Daha hocamızdan haberimiz yok. Orada Hacı Kemal Ağabey bizi bir övdü. Çok teşekkürler etti. Dedi ki ‘Bâran Bey, 30 kişilik bir yurt istiyorum.’ ‘Ne yurdu yahu? Biz bunu zor yaptık?’ dedik. ‘Yok. Yapacaksınız’ dedi. Ne yaptık, ettik. Bir yarım bina bulduk. Daha hizmet küçük, milletten de destek alamıyorsun. Hizmeti bilen yok, tanıyan yok. Biz bile bilmiyoruz. Neyse, onu da yaptık.”
Gürpınar, kendilerinden istenileni o şartlarda yine yerine getirir: “Ali Rıza Bey, Mustafa Bey ve bir arkadaş daha geldi bu sefer. ‘Tanıdığınız varsa, çağırın’ dediler. Biz de epey arkadaş çağırdık. Yapılacak işler anlatıldı, destek istendi. O ana kadar hiç kimseye bir şey yazılmadı. Ali Rıza Bey ağlamaya başladı. Mustafa Bey mikrofonu alıp biraz izah etti. O zaman işi idrak ettik. Ben bir rakam yazıldım. Benim arkamdan millet de yazıldı. En düşük veren 25 bin lira yardım etti. O 25 bin lira verenle bir yerde karşılaştık sonraki zamanlardan birinde. ‘Bâran Bey’ dedi, ‘biz böyle böyle bir yardım yapmıştık. Parayı da ödemiştik. Neler yapıldı?’ Ben de dedim ‘Sen görmüyor musun kaç okul, kaç yurt oldu?’ ‘Ooo’ dedi, ‘bunlar olmuş da niye bizim haberimiz yok?’ Yani en düşük parayı veren bizi sorguya çekti. O toplantıdan sonra ne aramış ne sormuş. Bizler de aramamışız tabii. O gün orada epey yardım topladık. Hacı Kemal Ağabey ‘Allah razı olsun, bunu yaptınız’ dedi, ‘Fakat bir okul istiyorum sizlerden.’ Biz yine ‘Hacı Kemal Ağabey, ne okulu? Ev dedin, ev yaptık. Yurt dedin, yurt yaptık. Okul filan yapamayız’ dedik. ‘Yaparsınız, yaparsınız’ dedi. Israr ediyor. Kurtulmak mümkün değil tabii. Dedim ki ‘Kaça çıkar bu Hacı abi?’ ‘300 milyona çıkar’ dedi. ‘E, 300 milyona çıkarsa yaparız bunu’ dedik. Ama bize milyarı geçti.”
Hemen işe koyulan Gürpınar, okul yeri aramaya başlar. Maraşlı işadamı rahmetli Nuri Bey yardıma koşar; onun verdiği bir yere ilaveten çevresindeki araziler satın alınır: “Parayı ödeyeceğiz. Daha önce yardımcı olan sanayicilerden bir arkadaş vardı. Ona ‘Böyle böyle. Biz bir arsa aldık. Ver bakayım şu parayı.’ dedik. ‘Yok’ dedi, ‘Baran Ağabey ben para veremem.’ ‘Yahu niye?’ ‘Ben o zaman teşvik olsun diye yazdırdım onu’ dedi. Allah Allah. Zaten para yok. Neyse, ısrar ettik, aldık ve o parayı da ödedik.”
Bu arada okulun inşası ihale edilir. Müteahhit, aldığı para ile temeli attıktan sonra çekip gider: “Çünkü para temelde kazanılırmış, onu öğrendik. Müteahhit gidince iş başa düştü. Müteahhitliğe soyunduk.”
BU DİN YALNIZ BENİM DİNİM Mİ?
Şüphesiz bu işler anlatıldığı kadar kolay olmamıştır. Bir gün sıvacı hak ettiği parayı almak üzere gelir. Gürpınar’ın kasasında da para yoktur: “Ben parayı almadan gitmem diyor. Para da yok. Zor ikna ettim. Adam gitti. Ofiste tek başımayım. Dedim ki ‘Ya Rab. Bu din yalnız benim dinim mi? Nerede bu zenginler? Tam o sırada, çok samimi bir dostum vardı. İplik fabrikası sahibi Mustafa Bey. Allah rahmet etsin. O telefon açtı. Ahizeyi kaldırdım ve ‘Ben zenginlerle konuşmuyorum’ dedim, telefonu kapattım. Bir daha açtı. Dedi ki ‘Ağabey delirdin mi sen yahu?’ ‘Ya, ben sana zenginlerle konuşmuyorum demedim mi?’ dedim. Bir daha kapattım ahizeyi. Üçüncü kez yine açtı. ‘Ağabey bir yere gitme, oraya geliyorum’ dedi. ‘Niye böyle davranıyorsun?’ diye sorunca, ‘Senin de haberin var’ dedim. ‘Şurada bir okul yapıyoruz, biliyorsunuz. Bu ağabeyimiz de ne yapıyor? Bir ihtiyacı var mı?’ diye soruyor musunuz kardeşim? Ben nasıl güveneyim size. Biraz evvel sıvacı geldi. Adam nerdeyse dövecekti beni’ dedim. ‘Ağabey ne yapmamız lâzım?’ dedi. ‘4,5 milyon lazım’ dedim. Hemen telefona sarıldı. Dedi ki ‘Bâran ağabeye çabuk 4,5 milyon gönderin.’ Davanın hakikati, hüsnü niyeti ve ihlâsı… Biz sonradan idrak ediyoruz tabii, kendini böyle gösteriyor.”
Okulun inşaatı biter, 250 öğrenciyle eğitime başlanır. Bu sefer de okulun bir spor salonuna ihtiyacı hasıl olur. Onu yaptırmak için de sponsor aramaya başlarlar. Önce, kiminden çimento kiminden tuğla alarak eksiği tamamlama planını yaparlar. Gürpınar, hem ev komşusu, hem de cami cemaatinden arkadaşı olan Hacı Hüsnü Bey’e durumu anlatır. O da ‘Bizim de tuzumuz bulunsun’ diyerek kabul eder. Maliyetin çıkarılmasını ister: “Hesap ettirdim 350 milyon çıkıyor. Çok kibar, çok namuslu bir adam, fakat çok tutumlu aynı zamanda. ‘Şimdi ben buna 350 milyon dersem, bu 50 verir, 7’de 1 olur. Ben buna 250 milyon diyeyim de hiç olmazsa 5’te birini vermiş olsun diye düşündüm. Camiden çıktık, gidiyoruz. O arada heyecanla ‘Hacı Bey hesabını yaptırdım’ dedim. ‘Ne tuttu?’ dedi. ‘2,5’ dedim. Ben yani 250 milyondan bahsediyorum. Hiç kafamda tasarlanmış böyle bir şey yok. ‘Olur Bâran Bey 500 vereyim’ dedi. ‘Tamam. 50 lira garanti’ dedik. 5’te 1’ini verdi. Sabahleyin çek geldi ki 1 milyar. Şimdi ihlâsla, karşımızdaki mahcup olmasın diye öyle düşünüyoruz, Allah bize öyle düşündürtüyor. Onda da para var, 2,5 milyar olarak algılatıyor. O 500’ü kulağım duydu ama, 1 milyar geldi. Biz ondan sonra kimseden para falan almadık.”
Rahmetli Hacı Kemal Erimez, Maraşlılardan memnundur anlaşılan: “Hacı Kemal Ağabey durur mu? Geldi dedi ki ‘Bir de kız lisesi yapacaksınız.’ Biz de alıştık artık.” Bâran Gürpınar okul yeri aramaya başlar yine: “Dediler ki Ali Bey seni arıyor. Aramızda geçen bir hadiseden dolayı ‘Ben ona gitmem. Ona küskünüm’ dedim. Dediler ki ‘Ya ağabey herhalde hizmet için arıyor seni. Sen gel, buraya git.’ ‘Hizmet içinse gidelim’ dedik. Gittik. Dedi ki ‘Ağabey kız lisesi yapacakmışsınız.’ ‘Evet’ dedim. ‘Arsasını ben vereyim’ dedi. Bir zaman sonra da dedi ki ‘Bu okul kaça çıkar? Ben yaptırsam.’ Biz de Hacı Kemal Ağabeyden öğrendik ya. ‘15 milyara çıkar’ dedim. ‘Ben bunu yaptırayım’ dedi. Hacı Kemal Ağabey bize ‘300 milyona çıkar’ dedi, milyarı geçti ya bu da 45 milyarı buldu.”
Okulun tüm işlemleri bittikten sonra Ali Bey, eserini görmeye gelir: “Buraya kaç para harcadın ağabey?’ dedi. ‘35 milyar’ dedim. ‘Ne?’ dedi. ‘Yanlış anlaşılmasın. Niye tuhafıma gitti biliyor musun? Burası, her bir katı 700 metrekare ve 6 kat. Yemin ediyorum. Ben de bağımda 4 odalı bir yer yaptırdım, vallahi billahi ona 35 milyar harcadım. Sen burayı bu paraya nasıl çıkarttın?’ dedi. ‘Senden başka kimseden para almadım’ dedim. Bir 10 milyar daha harcadık, 45 milyara tamamlandı. Bu işler Allah’ın bereketi ile yürüyor. Hocamın dediği gibi buraya yardım edenler gelse parasını alsa, 2 katının parası çıkar. 3 katı açıkta kalır.”
SERDAR BİLGİLİ’NİN AİLESİ ARSAYI VERİYOR
Şimdi sırada ilkokulun yapımı vardır. Onu da Hacı Osman Bey’in kardeşi Faruk Bey yaptıracaktır: “Hanımın babasından miras düşen yeri verecek. Hanımı da kanser hastası, yatıyor. Ben durmadan gidiyorum ona. ‘Faruk Bey, aman gözünüzü seveyim şu işi bir an evvel yapalım’ diye. O da ‘Bekleyin’ diyor. Ben anlıyorum. ‘Hanım ölsün de ondan sonra yapalım’ diye düşünüyor, yani ıstırap çekiyor adamcağız. Ben de bunu anladığım için ‘Yengeye söyle, memnun olur o da. Kendisinin ismini vereceğiz’ diyorum. Adam bir türlü bunu söyleyemedi. Ve birden bire Faruk Bey, vilayetteki toplantıda kalp krizinden öldü. Fakat ben bundan iki gün sonra bir rüya gördüm. ‘Faruk Bey dünyaya gelmiş’ dediler. ‘Allah Allah’ diyorum, ‘öbür dünyadan şimdiye kadar kimse gelmedi. Ama şunun yanına varayım da öbür dünyadan bir haber alayım.’ Faruk Bey de şöyle benden 30 metre falan ileride. Adamları var yanında. Ben yanına doğru gittim, bağırdım ‘Faruk Bey’ diye. Pejmürde bir elbise var üstünde, dizleri de böyle bitkin. Ayağa kalkamadı yani. Bana elini zor uzattı. ‘Ya Bâran Bey. Senin o dediğini ben sağken yapsam ne olurdu. Ne yapacağım ben şimdi?’ dedi.”
Gürpınar, rüyasını arkadaşlarına anlatır. Onlar da bunu hemen Faruk Bey’in çocuklarına anlatmasını isterler: “Ben ‘Anlatmam’ dedim, ‘çünkü ben bunu anlatacak olsam ‘bize okul yaptırmak için fırıldak çeviriyor’ derler. Anlatmadım. Ondan 19 gün sonra da hanımı Rabia Hanım öldü. Bu, Serdar Bilgili’nin de halası oluyor. Serdar Bilgili’nin babası Abdülhakim de benim küçüklük arkadaşım. Cenaze için Maraş’a geldiler. Onların akrabası olan bir arkadaşımız Faruk Bey’in oğullarının olduğu o cenazede benim bu rüyamı anlatmış. Abdülhakim demiş ki ‘Çabucak Bâran’ı bana bulun.’ Biz de sevinerek gittik. Beni aldı, götürdü, o okulumuzun yapılacağı yere. Abdülhakim’in babası, yani Serdar Bilgili’nin dedesi de Kayseri’de filan ilim yapmış, meşhur Müderris Ali Efendi. Abdülhakim dedi ki ‘Biz buraya okul yapmaya aile olarak karar verdik. Yalnız, babam şuraya kitapları gömdürmüştü. Çünkü bize kızmıştı. ‘Sizde hayır yok. Bu kitapların kıymetini bilmezsiniz. Onun için bunlar da zayi olur’ diye şuraya gömdük kitapları. Kuyuyu da ben kazmıştım. Okulu yaparken burayı biraz düzgün açtır. Kitaplar kullanılabilecek durumda ise onları kullanalım’ filan.”
Ailenin bu kararının üzerine Gürpınar, bir gün sonra rüyasında yine Faruk Bey’i görür: “Rüyamda arabamla şimdi o okulun olduğu yere geldim. Arabadan indim. Bana elini zor uzatan Faruk Bey gençleşmiş, dinçleşmiş. Eskisi gibi yüzü pespembe. Orada bahçeyi suluyor. Oğluna ‘Mehmet. Gel buraya’ dedi, ‘Bâran Ağabey’in arabasını yıkayıver.’ Sonra yanıma gelip koluma girdi. ‘Ede’ dedi. Maraş’ta ede derler, yani ağabey manasında. ‘Şuraya okulu yapın. Şurayı da bahçe yapın. Kız-oğlan da karışık alın’ dedi. Her şey söylediği gibi yapıldı. O arada dayıları ile arası açıldı.” Bilgili ailesi, bunun üzerine hisselerinin kullanılmasını istemez önce. Araya İhsan Kalkavan girer. Bu işte öylece hallolur: “Okulun inşaatı bitti. Eğitim öğretime açılmadan evvel ‘ilkokullar 8 seneye çıktı, kız-oğlan karışık olacak’ dediler 28 Şubat sonrası. O da öyle gerçekleşti.”
Fethullah Gülen Hocaefendi ile 1986’dan sonraki bir tarihte tanışan Gürpınar, ondan sonra birkaç kez daha heyetle birlikte ziyaretlerine gider onun. Bunlardan birinde Fethullah Gülen Hocaefendi’yi Maraş’a davet eder, ancak Hocaefendi gelmeye fırsat bulamaz: “İstanbul’da iken Urfalılar da davet edip ‘ille gel’ deyince Hocam ‘Bak’ dedi ‘Bâran Bey gözüme bakıyor.’ Ondan sonra ben de dedim ki ‘Hocam. Urfa’ya giderken bizim oradan geçer zaten yol. Bize uğrayın, öyle geçin.’ ‘Olur’ dedi.”
Gürpınar’ın unutamadığı bir hatırası da, siroz olan dayısı ve kayınbiraderi ile alakalıdır: “Bir görüşmemizin sonunda dedim ki ‘Hocam benim bir kayınbiraderim var. Hasta, siroz olmuş. Dayım da siroz. Ama o aklıma gelmedi. Hocam da onun ismini yazıp verin de dua edelim’ dedi. Ve dayım sirozdan öldü. Kayınbirader bugün maşallah, iyi.”
Aksiyon