Ya sev ya küfret

Ya sev ya küfret
Nedir bir ülkeyi sevmenin ölçütü? Taşını sevmek sözgelimi! Toprağını, dağlarını, ağaçlarını, sularını, kurdunu, kuşunu, baharını, yazını... Bunlar mıdır bir ülkeyi sevmenin parametreleri?
Pekiyi yeterli midir? Hani bir ülkenin börtü böceğini, kuşunu kelebeğini severseniz, salt bu sevgi sizi katıksız bir -hadi vazgeçtik ülkenin sahibi olma histerisini- vatansever yapar mı? Dikkat buyurun, sorunun kazığı geliyor: Pek âlâ bir ülkeyi sevmek için o ülkenin insanlarını da sevmek gerekmez mi? Köylüsünü, tarladaki insanını, işçisini, memurunu, esnafını filan sevmek de gerekmez mi? Yoksa 'göbeğini kaşıyan, bidon kafalı' diye aşağılayıp sonra yine de 'ben bu ülkenin hastasıyım' diye yalancı ve sahte bir sevgiyle salınabilir misiniz ortalıkta? Mesela bu ülkenin sokak köpeklerine ayırdığınız merhamet kadar, insanlarına da merhamet var mıdır yüreğinizde? Pako'ya sayfalar düzenler, ağıtlar yakar, 'bıyıkları kaytandı' diye mersiyeler döktürürken, gençliğinin baharında, en heyecanlı, en verimli döneminde ülkeden kaçırdığınız inançlı kızlar için en ufak bir vicdan sızlaması hisseder misiniz? Bir köpeğe duyduğunuz sevginin trilyonda birini duyar mısınız inançlı insanlara? Nedir vatan sahi? Taş, toprak, ağaç, kedi, köpek?.. Nedir? İçinde insanın olmadığı toprak parçasına vatan denebilir mi? Acıtıyor mu sorular, değiştireyim isterseniz: Bir ülkeyi, insanını sevmeden sevebilir misiniz? Dahası bir ülkenin insanından tiksinerek toprağını, hayvanını sevebilir misiniz? İnsanına kedi-köpek kadar bile değer vermediğiniz, her fırsatta, 'eklembacaklı, çizgili pijamalı, kıllı, göbeğini kaşıyan, bidon kafalı' diye aşağıladığınız ülkeyi sevdiğinizi iddia etmek nasıl bir ikiyüzlülük yahut hastalıktır? Nefret, anlaşılabilir bir his! Kişinin kendini ve evrenini tanımlamaya yarayan bir kavram. Bir yazarın, entelektüelin -hele bunlardan biri de şair diye geçiniyor ya buna tam bitiyorum- kendini nefretleri, kini, öfkesi ile tanımlaması, yaşamı kin ve intikam ile kodlayarak sürdürmesi bizim ilgi alanımıza girmese de anlaşılabilir bir durum. Ancak insan biraz hafıza istiyor ki balıklardan farkımız olsun. Biraz akıl istiyor ki, moron halkasının dışına taşabilelim... İki zencinin meşhur beyazlama öyküsünü bilir misiniz? Hani ceplerinde az bir parayla bir dükkânın önünden geçerken 'Zenciler itinayla beyazlaştırılır. Ücret 100 dolar' yazısını görmüşler. Ne var ki, birinin cebinde 110, diğerinin 90 dolar varmış. Ve anlaşmışlar: Cebinde 110 dolar olan dükkana girip test edecek, eğer beyazlarsa cebindeki kalan 10 doları arkadaşına verecek ve o da beyazlayacak. Girmiş zengin zenci. Bir süre sonra bembeyaz bir adam olarak dükkândan çıkınca arkadaşı gözlerine inanamamış ve 10 doları rica etmiş. Cevap olarak tarihî tokadı alnının orta yerine yemiş: 'Hadi oradan pis zenci!' Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı serüveninde de, Erdoğan'ın başbakanlığı öyküsünde de, -geriye dönüp belediye başkanlığı sürecini de inceleyebiliriz- hep bu beyazlaşmış, sonradan görme zencilik sendromunun hakim olduğuna inanırım. Elimize keman alınca modern olduğumuzu zannederiz. Oysa şairin dediği gibi, 'Kravat bağlamasını öğrenmişizdir geceleri!' İt, köpek besleyince modern, şarap içince çağdaş olduğumuza inanırız ve öfkemizi, nefretimizi hep çıkıp geldiğimiz sınıfa yöneltiriz. Zannederiz ki, hakaret ve küfrederek, bazı şeyleri dizayn etmeye kalkarak elde ettiğimiz beyaz tenin bekası devam edecek. Oysa bilmeyiz ki, bu işin tarihten beri kaderi budur: Sabahlara kadar uykusuz kalıp, elde ettiklerimizi kaybetmemek için ne kadar da nefret kuşansak da, kaybetme korkusu bizi yiyip bitirecek ve sonunda insanlıktan çıkan bir ucubeye çevirecektir. Aynaya bakınca görünen kişi ile kendiniz arasındaki farkı hiç tahlil ettiniz mi? Bak ben ne diyecektim, mevzu nereye geldi iyi mi? M. NEDİM HAZAR - ZAMAN
25 Ağustos 2007 02:39
DİĞER HABERLER