Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Herkul.org sitesinde yayınlanan Kırık Testi yazısında 'Sıdk ve sadâkat tabirleri hangi manaları ihtiva etmektedir? Sâdıkların ve sıddîkların vasıfları nelerdir? Yalan söylemeyi câiz kılacak haller var mıdır?' sorusunu cevapladı
[KIRIK TESTİ ]
Sıdk ve sadâkat tabirleri hangi manaları ihtiva etmektedir? Sâdıkların ve sıddîkların vasıfları nelerdir? Yalan söylemeyi câiz kılacak haller var mıdır?
Cevap: Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırlardan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.
Sadâkat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.
Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.
Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan, hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir (radiyallahu anh)’tır. Aslında Ashâb-ı Kirâmın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadâkat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, “Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O’nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır.” (Zümer, 39/33) mealindeki ayet-i kerimeyle daha din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa “evet” deyip ona koşanı sıdk u sadâkatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. Bazı müfessirlere göre; bu ilahî beyan, sıdk sesinin, sıdk sözünün, sıdk düşüncesinin sesi soluğu olan Hazreti Sâdık u Masdûk efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) ile O’na inanıp mesajını tasdik eden ve İslam’a gönülden bağlananların ilki, rehberi Ebu Bekir (radiyallahu anh) hazretlerini nazara vermektedir.
O’nun Hayatı Mesajının Doğruluğuna Şahitti
Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. Evet, sıdk bir peygamber sıfatıdır. Güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul ve seçkin kullar mertebesine, cennetin zirvesine sadâkatle ulaşılır. Sıdk, aynı zamanda Allah elçilerinin vazifelerini yaparken kullandıkları bir kredidir. Onların doğruluğa kilitlenmiş bulunmaları arkalarındaki istidatlı insanların hidayetine vesile olmuştur.
Sıdk sarayının sultanı Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile “Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şâhid olmadık.” demek zorunda kalmışlardı. Muhbir-i Sâdık, Mekkelileri Ebû Kubeys tepesinde toplayıp “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman ordusunun bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduğunu söylesem bana inanır mısınız?” diye sorunca, oradakilerin hepsi tereddütsüzce “evet inanırız” diye bağırmışlardı. Çünkü, o güne kadar O’nun hiçbir hilâf-ı vâki beyanını duymamışlardı. Dünya adına hiçbir beklentisi olmayan bir insanın kırk yaşına kadar çok basit meselelerde bile hilâf-i vâki beyanda bulunmayıp o yaştan sonra hakikate muhalif sözler söylemesi zaten düşünülemezdi. O zamana değin öyle müstakim bir çizgi takip etmişti ki, ahlâk-ı âliyeye bağlı o gidişâtı ondan sonra söyleyeceği, göstereceği, sunacağı ve temsil edeceği her şeyin referansı olmuştu.
Dolayısıyla, düşmanları dahi O’nu yalancılıkla itham edemiyor, -hâşâ yüzbin defa hâşâ- ‘şâir, sâhir, mecnun’ yakıştırmalarında bulunarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlardı. Hakikatını inkâr edemedikleri mucizelerine de ‘sihir’ deyip geçiştiriyorlardı. O’nun risaletini kabule yanaşmayan müşrikler bile, “Muhammed doğru söylüyor” demekten kendilerini alamıyor; fakat peygamberliğin O’na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, “Risalet neden eşraftan birine değil de bir yetime verildi?” demek suretiyle O’na teslim olmamak için kendilerince mazeret uyduruyorlardı.
Özümüzle Sözümüz Bir mi?
Selef-i sâlihîn efendilerimiz, peygamberlerin vasıflarından üçünü sıralarken önce sıdkı, daha sonra emaneti, akabinde de tebliğ aşkını saymışlardır. Tebliği sıdk ve emanetten sonra zikretmeleri çok mânidârdır. Demek ki tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için mübelliğin önce sıdkla, sonra da güvenilir, inanılır ve itimat edilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir. Tebliğ aşkı ancak peygamberâne sadâkat ve peygamberâne emanetle beraber bulunursa bir kıymet ifade etmektedir. Bu iki kanattan yoksun bir tebliğ adamı hem hizmet adına yapıp ettiklerini başka beklenti ve mülahazalara bağlamaktan kurtulamayacak hem de sunacağı mesaja kimseyi inandıramayacaktır.
Öyleyse, bu noktada biraz durmak, derin derin düşünmek ve kendi durumumuzu gözden geçirmek düşer bize!.. Sâhiden sıdk ve emniyet üzere yaşıyor muyuz? Gizli-açık her halimizde sıdk u sadâkatin rengi var mı? Özümüzle sözümüzü bir kılabildik mi? Çevremize emniyet telkin edebildik mi; güvenebiliyor mu insanlar bize? Yanlarında anıldığımız zaman hemen “Onun elinden, dilinden hiç kimseye zarar gelmez” diyebiliyorlar mı? İşte, bütün bu ve benzeri soruların cevabı müsbet olmadan yapacağımız tebliğ hem dünya hem de ahiret hesabına akîm kalmaya mahkumdur.
Bediüzzaman hazretleri de “İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası sıdktır. Bütün kemâlâta îsal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır.” derken bu hususa dikkat çekmiştir. Sıdkı, sadâkat manasında ele almış; mü’minlerin hem şahsî hem de içtimaî açıdan ilerleyip yükselmelerinin söz, tavır ve davranışlarında doğruluğu kovalamakla beraber, niyetlerindeki hulûsa ve Allah’ın sâdık birer bendesi olarak bulunmaları gerekli olan yerde sâbit kadem durmalarına bağlamıştır. Evet, kendi şahsî hayatında gel-gitler yaşayan, sık sık farklılıklar sergileyen, sürekli değişip duran kimseler muhataplarının içlerine de hep tereddüt salar, şüphe atar ve onları kuşkulara düşürürler. “Acaba bu tavırlarından hangisi doğruydu? Şimdi hangisine inanacak, hangisini esas alacağız?” dedirtirler. Böyle yüzer gezer yaşayan ve hiç güven vaad etmeyen fertler, iktidâ edilecek insanlar olamazlar. Maalesef, günümüzde vâizlerin pek çoğunun nasihatlarının tesir etmemesi böyle bir hastalıktan dolayıdır. Önce söyleyenin söylediğine inanması, itaat ve inkıyada çağıranın Hakk’a gönülden bağlanmış olması ve doğruluğa davet edenin sıdk u sadâkata yapışması lazımdır ki, onun beyanları ve tavırları da başkaları üzerinde müessir olsun.
Korkunç Bir İddia
Ayrıca, insan doğruluktan hiç ayrılmamaya azmetmeli ve yalanın en küçüğünden bile çok sakınmalıdır. Zira, en büyük yalanlar doğruluktan çok az bir inhirafla başlayan hilâf-ı vâki beyanlar silsilesinin ürünleridir. Habîb-i Edîb Efendimiz, bu hususa da dikkatlerimizi çekerek şöyle buyurmuştur: “Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe, o da cennete çeker, götürür. İnsan, kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o, Allah katında “sıddîk” olarak yazılır. Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, günah bataklığına, o da cehenneme sürükler, atar. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında “kezzâb” (büsbütün yalancı) olarak yazılır.”
Bildiğiniz gibi; lügatlerde yalan, gerçeğe aykırı asılsız söz, vâkıaya mutabık olmayan beyan, zatında olmamış bir şeyi var gibi sunma ya da söyleyen insanın bilgisini, düşüncesini, kanaatini -kasdî olarak- tam yansıtmayan bir ifade.. gibi değişik şekillerde tarif edilmektedir. Belâgat ilminde, yalanla alakâlı bir tarif daha vardır ki, o çok dikkat çekici ve ürperticidir. Bu zaviyeden, yalan, Allah tarafından bilinen bir şeyin aksini söylemenin, Allah’ın bildiğine muhalif iddiada bulunmanın ve bir meselenin Cenâb-ı Hak nezdindeki keyfiyetine aykırı söz uydurmanın adıdır. Mesela; hak katında sâlihler arasında bulunan iyi bir insandan bahsederken onu yerden yere vurma ve kötü bir adammış gibi anlatma “İnd-i ilahîde yazılı olan değil benim dediğim doğru!..” deme gibi çok büyük bir küstahlık ve küfre yakın pek korkunç bir yalandır.
Bu tehlikeden dolayı, Hak dostları, insanlar hakkında sû-i zan, gıybet, iftira, bühtan ihtiva eden yerici sözlerde değil, başkaları hakkında övgü ifade eden beyanlarında dahi çok dikkatli davranmış ve birini methedecekleri zaman “Zannediyorum, falanca şöyle faziletleri olan bir arkadaştır, hakkında hüsn-ü zannım kavîdir; fakat, Allah herkesin özünü biliyorken ben kimseyi kendi bilgime göre tezkiye edemem, Cenâb-ı Hak herkesi benden iyi bilir.” demeyi itiyad edinmişlerdir.
Yalan Küfrün Arkadaşıdır
Bu itibarla, çok küçük görülen meselelerde dahi doğruluğun peşinde olmalısınız, dilinizi yalana hiç alıştırmamak için sıradan ve zararsız işlerde bile mutlaka hakikate uygun beyanda bulunmalısınız. Öyle ki, birisi size saati sorsa, şayet o an saat üçü onyedi geçiyorsa –kestirmeden– “onbeş geçiyor” ya da “yirmi geçiyor” şeklinde cevap vermemeli; saatiniz kaçı gösteriyorsa onu tam olarak söylemelisiniz. Çoklarınca basit ve önemsiz kabul edilen o meselede bile siz son derece doğru olmaya çalışmalısınız ki diliniz yalana asla alışmasın, dilinizden dökülen yalan kalbinizde yaralar açmasın ve “O kadarcık yalanın söylenmesinde mahzur yoktur” mülahazası çok büyük yalanlara kapı aralamasın.
Kat’iyen, o kadarcık bir yalandan bile kaçmak lazım; zira, bir insanın söz, tavır ve davranışlarında sıdk azaldıkça onun gönlünde nifak kuvvet bulur. Münafığın önemli sıfatlarında birisi yalancı olmasıdır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) münafığın alâmetlerini şu şekilde saymıştır: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Birisiyle ahitleştiği, sözleşme yaptığı zaman ona gadreder; söz verse de cayar, sürekli hulf-ül vaadde bulunur. Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar; kavga ve nizaları büyütür, düşmanlığa dönüştürür. Evet, Nebîler Serveri, münafığın bu huylarını saydıktan sonra “Bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bunlardan biri varsa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir parça bulunmuş olur.” buyurmuştur. Bediüzzaman hazretleri de “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir” diyerek bu hakikati bir başka şekilde ifade etmiş; onun küfrün esası ve nifâkın birinci alâmeti olduğunu söylemiş ve küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri için mü’minleri uyarmıştır. O halde, bütün bunları duyup dinleyen ve bilen bir mü’min, her zaman şeytandan Allah’a sığındığı gibi, günde belki yüz defa kendini gözden geçirerek “Allah’ım, yalana düşmekten Sana sığınırım.” demeli değil midir?
Örtülü Yalanlar
Diğer taraftan, bir de örtülü ve kapalı olarak söylenen “zımnî yalan” diyebileceğimiz sözler vardır ki, bir mü’min onlardan da kaçınmalı ve lisanını hep nezih tutmalıdır. En yaygınları mübalağa, mazeret döktürme ve târiz olan bu örtülü yalanlar da sıdka kilitlenmiş bir insan için büyük mahzurlar taşımaktadır.
Mübâlağa; bir şeyi ifade ederken olduğundan çok fazla (ya da bazen çok noksan) göstermek, bir şeyin etkisini artırmak için onu abartarak anlatmak demektir. Mesela; bazen başkalarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek bazen de yapılan işi büyük göstermek için yüz kişinin katıldığı bir programa “yüzlerce” insanın katıldığını söylemek, bin kişilik bir salona “binlerce” insan doldurmak (!), hatta o program hakkında görüş beyan eden birisinin “güzeldi” demesini “çok müthişti, muhteşemdi” şekline büründürerek nakletmek; daha bir köye bile tesir edemeden kendi mefkûresi adına kasabalar, şehirler fethedilmiş gibi anlatmak türünden bütün mübâlağalar birer zımnî yalan sayılırlar. Bunlar muhatabın gönlünde müsbet tesir hasıl etmeyeceği gibi gayretullaha da dokunabilir ve yapılan işin bereketini bütün bütün alır götürür. Dahası, o türlü mübâlağalar, yapılan iş hakkında takdir hislerini coşturmak bir yana, tereddüt ve şüpheler hasıl eder ve hassas gönüllerde kötü izler bırakır. Nitekim, Nur İnsan bu konuda da bizi uyarmış ve şöyle demiştir: “Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası bence zemm-i zımnîdir.”
Diğer bir örtülü yalanın adı olan “mazeret döktürme” tabiri, bir kusur, kabahat ya da suç için mücbir sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi maksadıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade etmektedir. Kanaatimce, suç sayılacak bir şey yapmak, bir kabahat işlemek ya da günaha girmek kötüdür, çirkindir. Fakat, o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Bir hatanın hoşgörülmesi ya da bir suçun affedilmesi için “şöyle olmuştu, böyle olmuştu” diyerek mazeretler ileri sürme vebali katlama demektir. İşte, o türlü bahanelerin arkasına sığınanlar kendilerini paka çıkarma kasdıyla ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Belki, sarfettikleri kelimelerin doğru olmasına dikkat ederler; fakat, karşı tarafı kendilerinin masum olduğuna inandırmaya çalıştıkları için söz ve hallerinin vâkıaya tam mutabık olmasını sağlayamazlar; mazeret ve bahanelerini muhataplarını kandırmaya mâtuf birer kuru laf olmaktan kurtaramazlar. Dolasıyla, yalana düşmüş ve kalbî hayatlarını yaralamış olurlar. Aslında, öyle bir durumda en doğru davranış, nefsi tezkiye etmeye çalışmadan ve mazeretler arkasına saklanmadan “Allah affetsin, siz de bağışlayın. Hevâ ve nefse uydum, cürüm işledim; zaten benden de ancak bu beklenirdi” diyebilmek ve hem tevbeye hem de mazeret döktürmeden af dilemeye koşmaktır.
“Târiz” ise; kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, konuşurken muğlak bir ifade kullanarak muhatabın bir meseleyi olduğundan farklı anlamasını sağlama ve açık olmayan bir beyanla asıl maksadı gizleme manalarına gelmektedir. (Edebiyattaki târiz sanatı bundan başkadır.) Diğer bir ifadeyle, târiz, bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması şeklindeki mecazlı anlatımdır. Selef-i salihîn, bunu da zımnî yalan kategorisinde ele almış ve insanın dini, hayatı, aklı, nesli, vatanı, ırz ve namusu söz konusu olmadan târize de asla başvurulmaması gerektiğini belirtmişlerdir.
Yalanın Câiz Olduğu Yer Var mıdır?
Bu arada; “Bir maslahata binâen yalan söylemenin câiz olacağı yerler de var mıdır?” şeklinde bir soru akla gelebilir. Böyle bir sual Hazreti Üstad’a tevcih edilince, o “Evet, kat’î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer’î vardır. Amma zaman onu neshetmiş.” diyerek meseleyi kesip atmıştır. Aslında, bazı alimler haddi aşmamak ve zaruret sınırında durmak şartıyla, dargınları barıştırmak, hanımla beyinin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla söylenen hilâf-ı vâki beyanların mübah olduğunu ve yalan sayılmayacağını söylemişlerdir. Fakat, Bediüzzaman hazretleri, bazı alimlerin maslahat ve zaruret için verdikleri o fetvanın muvakkat olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir.
Evet, günümüzde yalan çok revaçtadır ve insanlar hiç olmayacak meselelerde bile yalana başvurmaktadırlar. Bir sürü kezzâbın, müthiş yalanlarıyla yeryüzündeki asayişi ve umumi emniyeti mahvettiği zamanımızda, bu kötü ahvâlden mü’minler de etkilenmişlerdir ve maalesef çokları hemen her şeye bir bahane uydurur hale gelmişlerdir. Böyle bir dönemde öyle net bir ifadeyle ve kesin bir hükümle radikal tedbirler alınmazsa, o muvakkat fetvanın sû-i istimalini engellemek mümkün olmayacaktır.
Hâsılı, şayet biz dava-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan birer hak eri olmayı arzuluyorsak, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve sadâkat hususlarına çok dikkat etmek zorundayız. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluğu bir âbide gibi başımızda taşımaya, inanılır ve güvenilir insanlar olma durumunu namusumuz gibi korumaya mecburuz. Özellikle de başka toplumlar içinde yaşıyorsak ve kendi öz değerlerimizi onlara da anlatmayı düşünüyorsak her halimizle doğru olmaya daha da özen göstermeliyiz. Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vâki beyana tenezzül etmemeli ve asla “Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor” dedirtmemeliyiz. Yalanı çağrıştıran tek bir söz ya da halimizin bütün inananlar hakkında “bunlar da yalan söylüyor” kanaati oluşturabileceğini ve ondan sonra –farz-ı muhal– gökten kitap indirip o insanların önüne koysak yine de onlara müessir olamayacağımızı unutmamalıyız. Evet, bizim için yol ikidir, ya doğru söylemek ya da sükût etmek. Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok.