Yalnız Değilsiniz

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, Hizmet gönüllülerinin yaşadığı ibretlik bir olayı 'Yalnız Değilsiniz' başlığıyla kaleme aldı.

Yalnız Değilsiniz

Tatlı bir sonbahar gecesi sabaha akıyor.
Evimizin önündeki meydan büyük bir tiyatro sahnesi gibi. 
Belli aralıklarla belediye otobüsleri geçiyor.
Zevkle izliyorum onların geçişini. 
Gecenin bir vakti kadınlı erkekli yolcular iniyorlar içlerinden. Sevdiklerini daha fazla merakta bırakmamak için hızlı hızlı adımlarla meydanı tüketerek karanlıkta birer ikişer kayboluyorlar. 
Gece ilerledikçe geçişler azalıyor.
Ara sıra sokağın başında görünen bir insan, büyük meydanı bütünüyle yürüyerek gözden kayboluyor. 
Evlerin ışığı bir bir sönüyor.
Sessizlik koyulaşıyor.
Kendimi daha bir yalnız hissediyorum. Sanki bütün sevdiklerim, bütün dostlarım bir yerlere çekip gitmişler de ıssız ve karanlık bir vadide bir başıma kalakalmışım gibi. 
Gecenin bekçiliğine soyunmuş gibi çok uzaklardaki bir evin ışığı yanıyor.
O ev beni yıllar öncesine alıp götürüyor.
Sarı saçlarını sonbahar rüzgârlarında savuran bir güz gecesine. 
Mehlika Sultan’a âşık gençler gibi; Anadolu topraklardan aldıkları ışıkla Asya’nın bereketli topraklarına koşan ve karanlık bozkırı aydınlatmaya koyulan kınalı küheylanlarla birlikte; Tanrı Dağları’nın eteklerinden sonsuz bozkıra bakan bir evdeyiz. Gündüzün suskun duran bozkır, gece ilerledikçe bir havar türküsü gibi ağırlaşıyor. 
Yanan odun çıtırtıları arasında harı gittikçe artan şöminenin şavkında koyulaşıyor sohbet. 
Baştan beri hüzünlü bir meleğin yüzüne benzeyen güzel simasıyla bir köşede sessizce duran bir yiğit, salondaki büyülü sükûnu bozmaktan çekinircesine kısık bir sesle söze karışıyor:
 “Adım Ali, Batmanlı’yım. 
Buralara 1994’te Necati ile birlikte geldik. Ben bir evde, Necati de başka bir evde öğrencilerin başında kalıyorduk.
Necati o yıl herkesin can attığı İTÜ Bilgisayar Mühendisliği’ni kazanmasına rağmen, Hizmet için Asya topraklarına koşanlardandı. Necati’yle sık sık bir araya geliyor, hasret gideriyorduk. 
Bir akşam evde öğrenci arkadaşlarla çay içiyorduk. Telefonumuz çaldı. Korkulu, kesik kesik bir ses, acele Necatiler’e gelmemizi istiyordu. Yüreğime bir kor düştü. Kış günü, her taraf kar, sokaklar zifiri karanlık... 
Necati, üniversite öğrencileriyle birlikte bir apartmanın yedinci katında kalıyordu. Karlı-buzlu yolları nasıl yürüdüğümü, merdivenleri nasıl tırmandığımı bilemiyorum. Kendimi yedinci katta buldum. Necatiler’in kapısı açıktı. Hemen içeri daldım. Aman Allah’ım! Arkadaşlarımızı kemerlerle bağlamışlar, her tarafları kan revan içinde…Birisinin gece karası saçlarının arasından, sık otların perdelediği kanlı bir dere gibi hâlâ kan sızıyordu. Daha biz “Neler oldu burada?’’ demeye kalmadan bir arkadaşımız: 
“Bizi bırakın, içeri girin... Necati...” diyebildi. Bu sözlerden içeride daha korkunç bir şeylerin olduğunu hissettim, hemen içeri koştum. 
Aman Allah’ım! Duvarlar, halılar, kanepeler sanki hortumla kan sıkılmış gibiydi.
Kan, kan, kan... Her yer kan... 
Biraz önce başlarında siyah berelerle evi basan vahşi suratlı eşkıyalar, evi savaş alanına çevirmişler. Gözlerim Necati’yi aradı. Bir yastık gibi defalarca duvardan duvara vurulduktan sonra bir kan torbası halinde halının üstüne düşmüş cesede ilişti gözlerim. Kimse ‘’Bu Necati.’’ demezdi. Her taraf pıhtı pıhtı kandı. 
Bilincim, bedenim yumruklarla dövülüyor, zonkluyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım. Vakit kaybetmemeliydik. Hemen ambulansı aradık. Ambulanstan önce polis geldi. Polis bana suçlu gibi davranıyordu.
Ambulans gelince Necati ve yaralı arkadaşları hastaneye gönderdik.
Polis beni bırakmadı.
Sabaha kadar sorguya çekti, psikolojim bozuldu. 
Serbest kalır kalmaz doğruca hastaneye koştum. Gurbetteki yaralı yiğitler, Necati’nin kapısında nöbetteydi. Çekilen filmler acı gerçeği haykırıyordu; Necati’nin kafatası parçalanmıştı. 
Doktor: “Biriniz kalsın, diğerleri gitsin.” dedi. ‘‘O bir kişi benim.’’ dedim. 
Bir süre sonra Necati’yi ameliyata aldılar. Ahirete götürülüyor gibi sedyede cansız yatan Necati’nin peşinden ameliyathanenin kapısına kadar koştum. Onu içeri aldılar. Ben kapının dışında kaldım. 
Yalnızdım, kimsesizdim. 
Hep duyuyordum. Güllerin Efendisi (s.a.v.), gurbetteki ışık süvarileri zor durumda olduklarında yanlarında olur, onlara ümit verir, hatta bazen de kâkül-ü gülberlerinden koklar ve: 
‘Oh... Sizler Cennet kokuyorsunuz, tam gönlüme göre hizmet ediyorsunuz; adımı dört bir yana duyuruyorsunuz!’ diyerek alınlarından öpermiş. Şimdi düşünüyorum da; acaba biz Efendimiz (s.a.v.)’in gönlüne göre hizmet edememiş miydik? Neden bu kadar yalnız, neden bu kadar çaresiz, neden bu kadar kimsesizdik? 
Doktorlar ameliyata, ben de duaya durdum. Gurbet duygularımı iyice inceltmişti. Kendimi koyuverdim. Önünde durduğum kapıdan Necati sağ çıkamazsa, anne-babasına ne derim diye ağladım, ağladım. 
Ne kadar vakit geçti bilemiyorum, kapı açıldı ve doktorlardan biri çıktı. Beni görünce gülümsedi. “Ameliyat başarılı geçti.” dedi. “Ohh... Şükürler olsun!” dedim. Biraz sonra, cennetten çıkarılıp gül yüzlü melekler eşliğinde dünyaya geri getirilen bir insan gibi, beyaz elbiseli görevliler Necati’yi sedye üzerinde odasına taşıdılar. 
Yüzü gözü sargılar içerisindeydi. 
Narkozun tesiriyle durmadan sayıklıyor ve: “Sen ağlama ya Rasûlallah! Ben ağlayacağım. Ne olur sen ağlama! Sana söz verdim, ben ağlayacağım.” diyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Adeta kanım donmuştu. Nihayet Necati ayıldı, kendine geldi. Beni karşısında görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Buna hıçkırmak denmezdi, adeta haykırarak ağlıyordu. 
Biraz sakinleşince: “Biliyor musun, ameliyatta yanımda kim vardı?” dedi. “Ameliyat boyunca Peygamberimiz (s.a.v.) ve Fethullah Gülen Hocaefendi hep yanımdaydı. Efendimiz hep ağladı, Hocaefendi ameliyata yardım etti. Malcolm X de geldi. Şu anda Peygamberimiz karşımda duruyor ve ağlıyor.” dedi. Sonra bana dönerek: “Ne olur, söyle ona ağlamasın; hem gözyaşlarımı sil de görmesin.” dedi. O arada bir hemşire içeri girdi. İğne yapacaktı. 
Necati: “Üzerimi ört, Efendimiz (s.a.v.) görmesin, ayıp olur.” dedi. Ağır bir gül kokusu gibi odada Resûlullah'ın varlığını artık hepimiz hissediyorduk. Ağlıyorduk, çünkü Rasûlullah ağlıyordu. Öylece on-on beş dakika geçmişti. İçeride öyle bir atmosfer vardı ki tarif edemem. Bir yandan kendi gözyaşımı, diğer yandan Necati’nin gözyaşlarını siliyordum. O an bizim için çok önemliydi. Çünkü Rasûlullah yanımızdaydı. Bir daha o anı nasıl yakalayabilirdik. Bir ara Necati, sargıların içinden hıçkırarak: “Allah bizden razı olmuş mudur?” dedi.
Hepimiz kendimizi bütün bütün salmıştık. Ebedi yolculuğuna çıkmışken, yolun yarısında Güllerin Efendisi (s.a.v.) tarafından geri döndürülen Necati iyice kendine geldiğinde bir ara: ‘Güllerin Efendisi gidiyor; gidiyor ama giderken bize gülümsüyor.’ dedi. 
Bir gün sonraydı. Hastaneden eve gelmiştim. Birlikte kıldığımız bir namaz sonrası arkadaşlarla dua ediyorduk. Bir arkadaşımız başını kaldırdığında bir de bakıyor ki Güllerin Efendisi (s.a.v.) bize bakıp bakıp gülümsüyor. Anladım ki Peygamberimiz hep bizimle birlikte. Bizi yâd ellerde yalnız bırakmıyor. Bize: “Siz hizmetinize bakın; ben Kimsesizler Kimsesi’yim, sizin de Kimse’nizim. Siz kendinizi değiştirmedikten ve sevdanızı terk etmedikten sonra düşmanlığa yenik ruhların hücumları size zarar veremeyecektir.” diyor, kalplerimize inşirah salıyordu. 
O gün anladım ki ömürlerimizin baharında idealimizin ufuklarına koşan bizler kimsesiz değiliz.” 
Salonda, şöminede yanan odunların çıtırtılarından başka çıt çıkmıyordu. Ağır bir melal çökmüştü kınalı küheylanların yüzlerine. Gözlerinin güzelliği gönüller fetheden Batmanlı Ali’nin anlattıkları, Tanrı Dağları’nın eteklerindeki evin geniş salonunu hüzünlü bir sükûna boğmuştu. Kimse o sükûnu uyandırmak istemiyordu. Bozkırda rüzgâr hızını arttırdıkça arttırıyordu. Asya’nın kınalı küheylanları kalkıp gecenin karanlığında birer ikişer kaybolduğunda, insanın içine ürpertiler salan bozkırda sabah yakındı. 
Batmanlı Ali ve Necati şimdi neredeler, bilmiyorum. 
Ben bu soğuk sonbahar gecesinde kuzeyin bu soğuk ülkesindeki evimin balkonundan önümdeki geniş meydanı seyrediyorum.
Büyük bir tiyatro sahnesi gibi olan meydanı.
Belli aralıklarla belediye otobüsleri geçiyor.
Zevkle izliyorum onların geçişini. 
Sanki uçsuz bucaksız karanlık bir denizde bütün ışıklarını yakmış bir gemi gibi evimizin önündeki karanlık yoldan karşı adaya doğru arka arkaya geçip gidiyorlar. 
Gecenin bir vakti kadınlı erkekli yolcular iniyorlar içlerinden. Sevdiklerini daha fazla merakta bırakmamak için hızlı hızlı adımlarla karanlıkta birer ikişer kayboluyorlar. 
Gece ilerledikçe geçişler azalıyor.
Ara sıra sokağın başında görünen bir insan, meydanı bütünüyle yürüyerek gözden kayboluyor. 
Evlerin ışığı bir bir sönüyor.
Sessizlik koyulaşıyor.
 Uzaklarda bir evin ışığı yanıyor.

Adanın evleri arasından bir ay yükseliyor.
Yalnızlığın güzelliği yansıyor geceye
Aydınlık yüzüyle gülümseyen ay, ışıktan dudakları ile fısıldıyor;
 “Siz yalnız değilsiniz” 

09 Kasım 2025 11:06
DİĞER HABERLER