''Anam kapının önünde yalnız bir güvercin gibi duruyordu. Birden hüzün çöktü içime. Ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum. Kendimi saklamak için misafirlerimizi tanıtmaya başladım anama… Aysal Bey, Şerif Ali Bey, Hazım Bey, Alâeddin Bey…''
Yanında olamamak kahrediyor
HARUN TOKAK
Babalar gününde gurbetteki odamda bir başıma otururken telefonum çalıyor.
Telefondaki ses, “Müsaitsen yanına gelmek istiyorum.” diyor.
“Bekliyorum.” diyorum.
Çok geçmeden geliyor o sesin sahibi. İri yarı, polat ruhlu adamın yüzü bir acı harmanı… Bir derdi olduğu her halinden belli. Daha oturur oturmaz, “Babam Türkiye’de çok hasta, ama ben gidemiyorum.” diyor.
Bir onun değil on binlerin derdi bu.
Size biraz tuhaf gelebilir, ama bu günlerde benim en büyük tesellim anne-babamın hayatta olmayışları.
Yürekleri dayanmazdı, dayanamazdı. Bana en ihtiyaç duydukları bir zamanda başlarında olamazdım.
Babamı tam yirmi dört yıl önce bir yaz günü bu yılki babalar günü olan 16 Haziran'da toprağa vermiştim.
O gün bugün babasızım ben.
2015 yazında da anamı kaybettim.
Köydeki kerpiç evimiz bütün bütün ıssızlaştı.
Şimdi baba ocağımdan çok uzaklardayım. Ne zaman dönerim bilemiyorum ama sanki babam ve anam hep orada o kerpiç evin önünde öylece duruyorlar gibi gelir bana. Sanki hiç ölmemişler ikisi birden beni bekliyorlar.
Babam hayatta iken ikisi birlikte karşılar, iki birlikte uğurlarlardı beni. Her ayrılıkta hep aynı sahne yaşanırdı. Anam yanaklarına usulca süzülen yaşları beyaz yaşmağının ucuyla silerken, babam, “Yine başladın, ölüme gitmiyorlar ya!” der, metin durmaya çalışırdı.
O hep metin görünen babam için, “Oğlum baban siz gittikten sonra camın önüne oturdu ağladı.” derdi anam.
Bilirim öyledir babalar içten içe alevsiz, dumansız yanarlar. Evlatlar, baba olmadan nereden bilecekler babaların nasıl yandığını.
Babamın vefatından sonraki ilk bayramda köyümüze birkaç dostumla birlikte gitmiştim. Anam o bayramda kerpiç evin önünde tek başına karşıladı bizi.
Babam yoktu.
Anam kapının önünde yalnız bir güvercin gibi duruyordu.
Birden hüzün çöktü içime.
Ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum.
Kendimi saklamak için misafirlerimizi tanıtmaya başladım anama…
Aysal Bey, Şerif Ali Bey, Hazım Bey, Alâeddin Bey…
Buruk bir sesle, “Buyurun yavrularım, hoşgeldiniz!” dedi anam.
Bahçe kapısından İçeri girdik. Her bir hatıra babamın yokluğunu haykırıyordu. Dalları komşu avluya sarkan kayısı ağacının dalında asılı duran tırpan, yolun iki kıyısında duran değirmen taşları, ağır bir kolye gibi duvarda asılı duran orak, yaba, ananat…
Kerpiç evin üst katına çıkarken her zamanki gibi duvarda asılı duran kilim motiflerinin en güzel desenleri ile dokunmuş olan çoban çantam karşıladı bizi.
Yer minderlerine oturduk. O gün için misafirlerin ikisi varlıklı işadamı, diğer ikisi de devlette önemli görevlerde idiler. Ama hepsi benim gibi köy çocukları idiler. Yokluk ve yoksulluğun ne demek olduğunu biliyorlardı.
Köy, kerpiç ev, yer minderi, yer sofrası… Her bir şey onlara çocukluk yıllarının darlık günlerini çağrıştırıyordu sanki.
Birden ne olduysa Aysal Bey, Bingöl Çobanları şiirini okumaya başladı:
"Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğum
Bu dağların en eski aşinasıdır soyum
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların
Bu tenha derelerin bu vahşi kayaların.
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi
Her gün ayrı pınardan doldurur destimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla."
Başta duygulu insan Alâeddin Bey olmak üzere şiir bitmeden hepimiz bitmiştik.
Acı-tatlı hatıralar, yoklukla yoğrulmuş yıllar yeniden gelip oturmuştu içimize.
Geçmişte hepimiz bir çoban parçasıydık, koyun olmasak bile herkese boyun eğecektik.
Bizi okutarak, yılların geçtiğini vahşi dağlarda kuzulardan öğrenmekten kurtaran babalarımızı, şükranla ve rahmetle andık.
En zoru da o yıl köyden ayrılmak oldu. Her yıl anam babamla birlikte, evin önünden uğurlardı bizi.
Anam, o yıl, bir yaralı güvercin gibi, yalnız vurdu bizi yola.
Artık o köyde anam da yok.
Ve ben köyden çok uzaklardayım. Sadece köyden değil o değerli dostlardan da.
Aysal Bey ve Şerif Ali Bey benim gibi gurbetteler.
Hazım Sesli ve Alâeddin Kaya Beyler hapisteler. Bu baba adamların bu kaçıncı babalar günü beton duvarların arkasında geçiyor bilemiyorum. Onlar gibi on binlerce yüreği evlat hasreti ile yanan babalar, anneler beton blokların, taş duvarların ardındalar.
Hazım Bey yüzü cennet sabahları gibi hep mütebessim bir insandı. Şimdi suratı asık duvarların yolunu kestiği bu küheylan, yeniden koşuşuna başlayacağı günleri nasıl sabırsızlıkla bekliyordur?
Geçenlerde Alâeddin Kaya Bey çok sevdiği annesini kaybetti. Onun annesine, annesinin de ona olan düşkünlüğü dillere destandı. Çok rahat dışarı çıkabilecekken sırf “annem ayrılığıma dayanamaz” diye çıkmamıştı.
Ama bir gün onun da ellerine kelepçe vurarak çok sevdiği annesinden ayırdılar. Anne yüreği, çok sevdiği oğlunun ayrılığına daha fazla dayanamadı.
Son görüşte yaşlı ana, “Oğlum, Alâeddin’im! Galiba bu son görüşümüz, yorgun yüreğimde takat kalmadı.” demiş. Herkesin iyiliğine koşan, her güzel hareketin yanında olan Necip Fazıl’la, Erbakan Hocayla, Abdullah Gül’le, Tayyip Erdoğan’la, Fethullah Gülen Hocaefendi ile özel dostlukları olan, bir barış elçisi gibi bu zevat arasında mekik dokuyan, ilişkileri itina ile götüren, Fethullah Gülen Hocafendiyi Papa 2. Jean Paul ile buluşturan uluslararası ilişkiler uzmanı bu baba adam, bu babalar gününde de ne yazık ki taş duvarlar arkasında.
Alâeddin Bey annesinin cenazesine katılamadı. Buna izin verilmedi. Çok az sayıda bir katılımla cenaze merasimi geçekleşti. Bu hazin cenaze merasimini Alâeddin Bey’in yakın dostlarından biri anlatıyor…
“14 Mayıs 2019 Salı günü, ikindi namazını müteakip, Hacı Bayram Veli Camii'nde; Alaeddin Kaya’nın annesi rahmetli Fatma Hanım’ın cenaze namazını kıldık. Çok az sayıda samimi dostları vardı. Hatta çekim yapan bir kameraman ile fotoğraf çeken birinin varlığı; ikindi namazını kılmaya gelen cemaatin korkudan cenaze namazına iştirakini engelledi. “Emniyet mi çekim yapıyor?” diye soranlar ve kamerayı görenler hızlıca uzaklaştı. Bir avuç insanla kıldık cenaze namazını. İmamın korkudan ne duası, ne de konuşması anlaşılmadı.
İmam namaz kıldırmaya da oldukça geç geldi. Yanımda zebella gibi duran biri, imamın bu geç gelişine öfke ile mırıldandı. İmamın, alelacele namazı kılıp çekip gitmesi bir tuhaftı. Korkudan aile fertlerinin yüzlerine bile bakmadı. Sanırım utançtan olmasa belki de kıldırmayacaktı namazı.
Düşündüm; şayet Alaeddin Kaya içeride değil de dışarıda olsaydı; bu samimi bir avuç cemaat acaba cenazeye bu kadar yakın olabilir miydi? Sanmam! Herkes birbirini ezerdi Alaeddin Bey’e görünmek için. Ama korku dağları sarınca katılımın azlığından cenaze omuzlara bile alınamadı. Tekerlekler üzerinde tabut; cenaze arabasına taşındı.
Cenazeyi Cebeci Asri Mezarlığı'na toprağa tevdi edilmek üzere araba hareketlendi. Çok sevdiği annesini son yolculuğa uğurlamak için Alaeddin Bey’e izin verilmemişti. Kız kardeşi Nihal Hanım vardı. Eniştesi Hüseyin Çetin aileyi temsil ediyordu. Yakın aile bireyleri ve dostları vardı sadece. Türkiye'nin manzarası bu cenazede görülüyordu.
Nihal Hanım: "Rahmetli annemin gözlerinden yaş eksik olmadı. O, oğlu Alaeddin’i bekliyordu. Gözleri hep kapıda idi. Ana-oğul birbirine çok düşkün idiler. Hatta abim onun için kaçmamıştı yurt dışına. Ama ölümünde başında bulunamadığına o hapiste ağladı; anam ise, hem can çekişirken ağladı hem de can verince gözü açık abimi beklerken gözyaşları dinmedi. Kefenlenirken bile gözyaşları kesilmemişti zavallı annemin. Her iki göz çukurunda birer inci gibi gözyaşlarıyla bu dünyaya veda etti."
Nihal Hanım gözlerimin içine bakarak bir çırpıda söylemişti bütün bunları. Bu beni dil hun etti, perişan ve mahzun eyledi. Çok garip ve hazin bir cenaze namazı oldu.
Ben de 2000 yılının kasım ayında vefat eden annemin cenazesine katılamamış ve namazını kılamamıştım. Almanya'da firarda iken tüm çıplaklığı ile rüyasını görmüştüm annemin ölüm anını. Bilirim ana hasretini, bilirim ayrılık acısını.”
Bu babalar gününde odamda otururken telefonum çalıyor. Telefondaki ses, “Müsaitsen yanına bir uğramak istiyorum.” diyor.
“Bekliyorum.” diyorum.
Çok geçmeden babayiğit bir adam geliyor.
Daha oturur oturmaz dudaklarından şu sözler dökülüyor:
“Babam Türkiye’de çok hasta. İnan öleceğine üzülmüyorum, hepimiz öleceğiz vakti gelen gidecek, ama en muhtaç olduğu zamanda yanında olamamak beni kahrediyor,”
On binlerin kederi, kahrı da bu zaten.
------------------------------------