Yansımalar ve Muhammed İkbal

Bir aksiyon ve düşünce insanı ile yeniden bağlantıya geçmenin en güzel yolu eserlerini, fikirlerini tekrardan okumak, eleştirmek, iyi yönlerini alıp, uymayanları geri iade etmektir.

M.ERTUĞRUL İNCEKUL 

Muhammed İkbal ateşin bir dimağ. Bir vatan sevdalısı, evrensel çapta bir entelektüel ve dava adamı. Pakistan Siyalküt doğumlu. Lahor Oriental College'da Arapça öğretim üyeliği ve İslamiye Yüksek Okulu'nda İngilizce ve Felsefe öğretim üyeliğinden sonra, Londra'da iki yıl hukuk tahsili ardından, Münih Üniversitesi'nde “İran'da Metafiziğin Gelişimi" doktora tezini tamamladı. Hem İslam düşüncesine hem de Batı felsefesine vukufiyetinin göstergesi. 1922'de İngiltere'den “Sir" ünvanı aldı. Hindistan Müslümanlarının manevi lideri ve şairi.

Başıboş yansımalar (Stray Reflections) 27 Nisan 1910’da 33 yaşında cep defterine aldığı notlardan oluşur. Ülkesine geri döndüğünde hem avukatlık hem de öğretim üyeliği yaparken o yıllarda yaşadığı fikir cehdini, anguazlarını, Müslümanların kendi aralarındaki didişmelerinin verdiği hüznü, İngilizler'in işgal buhranlarının oluşturduğu sinesindeki dev dalgaları, fırtınaları yansıtır. Ciğersuz hadiselerle İkbal hezeyanlar yaşar.  "Ben herhangi bir vazife peşinde değilim. Olabildiğince çabuk bu ülkeden kaçmak istiyorum... Yaşamım üzüntülerle dolu. İnsan olmam hasebiyle benim de mutluluğa hakkım var. Eğer toplum ya da yaratılış beni bu haktan mahrum etmek isterse ikisine karşı da başkaldıracağım. Artık, ya bu bahtsız ülkeyi tamamen terketmek ya da intiharı kolaylaştıran içkiye sığınmaktan başka çarem kalmadı. Kitapların cansız, kurak sayfaları bana mutluluk vermiyor. Ruhumun derinliklerinde öylesine bir ateş gizli ki; onların tümünü ve bütün toplumsal gelenekleri yakıp kül hâline getirebilir." (Ikbal-Atiyye Begim, s.36-37)

"Benim yaşamım sade, inançlı bir yaşam. Kalbim, dilimle uyum içinde. İnsanlar riyakârlığa saygı gösteriyor ve övüyor. Ben, riyakârlıktan elde edilen ün, saygı ve bağlılıktansa, unutulmuşluk içinde ölmeyi ve kimsenin ardımdan ağlamamasını tercih ederim. Kamuoyu çılgınları, beğenilmişlik ve saygınlıklarının kabalığını, dinî ve ahlâkî iktidarın arzusuna göre hareket ederek yaşamlarını sürdürenlere bağışlasınlar. Ben, insan zihninin doğal özgürlüğünü ezen tüm bu gelenek ve göreneklere saygı gösterecek kadar alçak değilim..."

Bir tarafta Osmanlı Saltanatı'nın temelleri sarsılmaktadır. Orta Asya Müslüman devletleri Çarlık Rusyası'nın yönetimi altına girmekte, İran'daki şahlık yönetimi yıkılmak üzeredir. Çin'de Müslüman çoğunluklu eyaletler Çin yönetimine girmiş ve Müslümanlar belirgin bir siyasî varlık olma hususiyetlerini kaybetmişlerdir. Doğu Avrupa'daki Müslümanlar da gitgide yurtlarından çıkarılmaktadır. Mısır, İngiltere'nin ayakları altında ezilmekte, Fransa, Fas'ı yutmaya hazırlanmaktadır. Hollanda, siyasî ve ekonomik sömürüsü yanında Endonezya Müslümanlarına zulüm etmeye başlamıştır. Öteki taraftan 1857 Ayaklanması'ndan sonra Hint Müslümanları kaybettikleri özgürlük ve siyasî iktidarlarını geri almaktan tamamen ümitlerini kesmiş durumdadırlar.

1899'dan 1904'e kadarki beş yıllık dönemde İkbal, Hint Müslümanlarının acınacak durumuna gözyaşı döktüğü ve dünyanın her yerinde özgürlük yolunun zorlu keşmekeşindeki Müslüman âleminin başına gelen belâlara matem tuttuğu birçok milli manzumeler kaleme alır. Tasvir-i Derd (Der- din Portresi), Feryâd-i Ummet (Ümmetin Feryadı), Nâle-i Yetîm (Yetimin Çığlığı) v.d. manzumeler bu milli duyguların göstergesidir. İkbal, 1905'ten 1908'e kadar üç yıl Avrupa'da kalır. Bu süre zarfında millî birliğin, İslâm'ın ihyası için tek çıkış yolu olduğu gerçeğinin farkına varır. Her yerde Müslümanların yenilme ve dağılma manzarasını görünce kısa süre sonra özgür bir Müslüman devletin dünya yüzünde kalmayacağının işaretlerini müşahede eder.

Bir aksiyon ve düşünce insanı ile yeniden bağlantıya geçmenin en güzel yolu eserlerini, fikirlerini tekrardan okumak, eleştirmek, iyi yönlerini alıp, uymayanları geri iade etmektir. Aslında mekan ve zaman değişse de tarihten ibret alacağımız ne abide şahsiyetler ne muhteşem fikirler geçidi vardır. Kısa kısa aldığı notları ve şahsi tecrübelerinin meyvesi olan bazı enfes tespitlerini hatırlayalım; 

Şahsiyet: En değerli sermayesi olan kişiliği, erdemin simgesi olarak kabul etmek ve bütün eylemlerimizin değer ve önemini bu standarda göre değerlendirmek gerekir. Kişilik duygusunu uyanık tutan "iyi"; kişiliğini bastırarak sonunda onu yok etme eğilimi gösteren "kötü"dür. Biz, kişiliği takviye edecek bir yaşam tarzı benimsersek, aslında ölüme karşı mücadele ediyoruz demektir. Ölüm, kişiliğimizin içsel güçlerinin tertibini altüst eder. O halde, kişiliğin ölümsüzlüğü bizim kendi elimizdedir. Bunu elde etmek için canla başla çalışmak lâzımdır. Burada sunduğumuz düşünce, uzun soluklu neticeleri kapsamaktadır. Keşke bu bakış açısından İslam, Budizm ve Hristiyanlığın karşılıklı mukayesesi üzerine çalışma yapma fırsatı bulabilseydim. Ancak işin kötü tarafı, bu meselenin ayrıntılarını inceleyemeyecek kadar meşgulüm.

Adalet, değeri ölçülemeyecek bir hazinedir, ancak onu merhamet duygusunun çapulculuğundan korumak gerekir. 

Modern bilim ve demokrasi düşünceleri arasında etki ve tepki vardır. Siyasette artan bireyciliğin, bilimsel düşünce üzerinde etki yapmaması imkânsızdı. Yeni düşünce, evreni canlı cevherlerin demokrasisi olarak görmektedir.

Düşmanını sevmek üzerine sevgi: Sevgi iksirden daha etkilidir, sıradan madenleri altına çevirmektedir. Hz. İsa ve Buda sevginin doğasını doğru biçimde idrak etmişler, ancak ahlâkî idealizm tutkusuyla yaşamın gerçeklerini göz ardı etmişlerdir. İnsanın kendi düşmanını sevmesini beklemek çok büyük bir haksızlıktır. Bazı alışılmışın dışındaki şahısların, bu özdeyişi kendi yaşamlarında benimsemiş olmaları mümkün, fakat milli ahlâk kaidesi olarak yanlışlığı ortadadır. Japonlar dinlerine ait bu ahlâkî kaideyi uygulasalardı, Rus-Japon savaşının sonuçları tamamen farklı olurdu.

Eşitlik: Bir fikrin işlevsel gücü, o fikri oluşturan şahsiyetin gücünü bağlıdır. Buda, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (s.a.v.) eşitlik fikrinin yüce görünümleridir. İslâm, dünya üzerinde hâlen eşitlik için çabalayan tek güçtür.

Eğitimin gayesi eşyanın kanunu nedir? Sürekli mücadele. Öyleyse eğitimin amaç ve gayesi ne olmalıdır? Kuşkusuz hayat mücadelesine hazırlık! Sadece zihni üstünlük için çalışan uluslar, bu davranış tarzlarıyla kendi güçsüzlüğünü izhar eder. Dünyanın yeniden imarı şahsiyet ve sağlıklı bir tahayyül bulunursa günah ve kederle dolu bu dünyayı hakiki cennet haline getirecek yeni bir yapılanma gerçekleştirilebilir.

Kitlelerin önderi olma sanatı. Eğer kitlelerin önderi olmak istiyorsanız, onları oyalama ve etkileme sanatını bilmeniz gerekir. Basmakalıp sözlerle ve gerekirse yalan uydurarak onları pohpohlayın!

Yaşamda başarı akla değil, azme dayanır.

Istırap; insanın tüm yaşamı müşahade edebilmesi için verilen ilahî bir hediyedir.

Sonsuzluk; bir matematikçi başaramaz ama bir şair tek bir mısraına bütün sonsuzluğu sığdırabilir.

İslam ve tasavvuf hakkında ise enfes tanımlamaları, tespitleri vardır Muhammed İkbal'in; Kur'an'ın her kelimesi varlığın sevinç ve ışığıyla dopdoludur. Kasvetli, karamsar bir tasavvuf haklı olmak şöyle dursun, yüzyıllardır insanlığı hayrete düşüren din öğretilerine açık bir saldırıdır. Öyleyse, dünyanın katı gerçeklerini güler yüzle kabullenip Allah ve Peygamberi aşkına bu gerçeklerle mücadele edin! İslâm'da anlaşılması imkânsız olan gizli bir doktirinin bulunduğunu söyleyeni dinlemeyin! Bunun altında, o iddiacının gücü ve sizin köleliğiniz yatmaktadır. Karanlık krallıklarına tarihçilerin yapacağı olası istila hareketlerinden korunmak amacıyla Roma'nın Hristiyanlık ruhu içerisinde kendi etrafına nasıl istihkâm duvarları ördüğüne bakın! İslâm tarihini dinlemeyi istememenizden yararlanarak bu sizi esir eder, ancak öğretilerinin entelektüel atmosferindeki sisi, tarihin ışığı tarafından bir ara dağıtılabileceğini açıkça gördüğünden, aklî kavrayışı "en büyük örtü" şeklinde görmeyi öğretir. Böylelikle akli kavrayışın bu düşmanı, gerçekleri algılama duyunuzu körelterek bilim tarihinin temellerini baltalar. 

İkbal Batı ve Doğu'yu iyi tetkik etmiş bir düşünce ve aksiyon insanı olarak, ne geleneğin taasubuna yenik düştü ne de modernitenin başdöndüren fantazilerine teslim oldu. Gelenek ve modernitenin geleceğe yürümek için birer araç olduğu hakikatini unutmadan, üzerine düşeni yaptı, neticesini göremeden 21 Nisan 1938’de Lahor'da ruhunun ufkuna yürüdü.

22 Kasım 2022 14:43
DİĞER HABERLER