Samanyoluhaber.com yazarlarından Hüseyin Odabaşı, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yıllardır tartışılan konumuyla ilgili dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.
Günümüzde İslamiyet'in karşılaştığı en büyük sorun, muktedir siyasetçiler tarafından suistimal edilmesidir. Adeta dinimiz iktidar sahiplerinin elinde halk desteğini temin etme adına oyuncağa döndü.
Mazlum, mağdur ve acziyet içindeki müntesipleri sebebiyle dinimiz kendi kurallarına göre hareket edebilme bağımsızlığını yitirdi. Ve devleti idare edenlerin dinin ruhuna uymayan muhalif emirleri ile de dinimiz topluma bakan yönleri itibarıyla özünü kaybetmekle karşı karşıya kaldı. Dinini samimi bir şekilde yaşamak isteyenler ise dinin özü ile zaman zaman devleti idare edenlerin dayatmaları arasında tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu dayatmalar karşısında dinin özünü bozmamayı tercih eden bir avuç Müslüman haliyle zülüm, baskı ve muhaceretlere maruz kaldı.
Aslında sultanlık veya krallık kuvvetini kullanarak din adına ortaya çıkan, fakat dinin ruhuna uygun olmayan emir, istek ve dayatmalarda bulunanların olması, İslam tarihi kadar, hatta dinler tarihi kadar eski bir sorundur. Bu kadim sorunlara çözüm bulamadığımızdan dinini samimi bir şekilde yaşamak isteyen ailelerin yerinden yurdundan sürgünlere gitmelerine sebep olan acı dramlar, tarihten beri günümüze kadar tekrar edip durdu.
Bu kabil sorunların çözümü için insanlık, iki asır öncesinden itibaren daha adil bir yönetim seviyesine ulaşmak maksadıyla bir insanın beden yapısındaki sinir, solunum ve damar sistemlerinin birbirinden yarı bağımsız olarak fonksiyonlarını icra etmeleri gibi devletlerin yapısı içinde de yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığına anayasa içinde yer verilmesine karar verdi. Verilen onca mücadelelerden sonra
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Devrimi (1789) ile birlikte özellikle Avrupa kıtası, yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı fikrini anayasaların temel maddesi haline getirdi. Bu gibi rüzgarların etkisiyle Osmanlı’da Tanzimat Fermanı (1839) ilan edildi. Şair Şinasi de yürütme erki olan sultanın yetkilerini çerçeveleyen bu fermanın banisi Mustafa Reşit Paşa’yı yere göğe sığdıramadı:
"Bir ıtık-namedir insana senin kanunun,
Bildirir haddini sultana senin kanunun.”
Meşrutiyetle ilan edilen Kanun i Esasi ile de II. Abdülhamit’in sultanlık yetkileri sınırlandı.
Yürütmenin yetkileri bir anayasa ile sınırlandırırken, Osmanlı’da “Şeyhülislamlık” makamı ile temsile edilen diyanet ne durumdaydı? Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk mecliste 20 Nisan 1924 de “devletin dini İslam’dır” ibaresi yer aldı. Daha sonra 1924 anayasası ile büyük bir ihtimalle ikinci meclisin bünyesinde Diyanet İşleri Reisliği kurularak din, devlet adamlarına bağlandı. Yani diyanet, yürütmenin peyki haline geldi.
Diyanet, Osmanlıda Devletin en etkin kurumuyken, günümüze geldiğimizde demokratik devletlerin temelini oluşturan “bağımsız erklerin” arasında dahi maalesef yer bulamadı. Daha kötüsü oldu. Şayet gerek Hristiyanlık veya İslamiyet açısından toplumlarda dinin hiç yeri, değeri karşılığı olmasa, idare veya yönetimlerde dine yer verilmemesini anlayabilirdik.
Laikliğin pek çok yorumuna, insafına dinlerin veya dinimizin terk edilmesi sebebiyle, iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için her yolu mübah gören idareciler tarafından diyanetimiz kendini koruyacak güce ve bağımsızlığa sahip olmadığından suistimal edildi. Bu bakımdan diyoruz ki; iktidar sahipleri tarafından dinimizin hem suistimal edilmemesi hem de dinin özünü koruyarak müntesiplerine samimi bir yaşam vaat edebilmesi için devlet bünyesi içinde yasama, yürütme ve yargı kadar diyanet bağımsızlığı da olmalıdır.Türkiye'de eski sisteme göre Diyanet, Başbakanlığa bağlı bir kurumdu. Şimdi ise malum Cumhurbaşkanlık sistemi var. Diyanet, Cumhurbaşkanlığa bağlıdır. Yüzde sekseni Müslüman olan bir milletin diyanet teşkilatını hangi erke bağlasanız dengesizlik veya aşırılıktır. Bu takdirde adalet ve demokrasi ayar tutmaz.
Diyanet bağımsızlığı veya hürriyeti aslında diyanetin veya dinin en temel özelliğidir.
“Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) diyen bir dinin en temel özelliği de zorlamaya gelmemesi, zorlanamamasıdır. Bu vasıf ne kadar ileri ise, o kadar din o toplumda kendi olarak hayat bulur. Allah’ın kendisine verdiği cüzi irade ile insanoğlu seçer, tercih eder ve kendi kararını kendisi alır.
İslamiyet de cüzi iradesi ile karar veren müminlerin oluşturduğu bir dindir. Allah’ın dahi illa bu dine girin diye zorlamadığı insanların hür iradeleri ile oluşan bir dini topluluğu yürütme, yargı veya yasamanın altına indirerek baskılamak, İslamiyet’in temel yapısına zıttır. Yani yoktan yarattığı halde Allah’ın baskı kurup Müslüman olsun diye zorlamadığı insanlar, dinlerini ilgilendiren konularda zorlanır ve baskıya maruz kalırsa, din özünü kaybeder, münafıklar türer ve toplum da din bezirganı siyasetçilerin elinde oyuncak haline gelir.
Yargı, yasama ve yürütme bağımsızlığı için ne diyoruz? Başkalarından emir almaz, tesir, tehdit altında bulundurulamaz ve bu durum Anayasanın 138. maddesine göre kanuni bir güvence altındadır.
Aynen bunun gibi, diyanet sırtını önce Halik’a, sonra halka dayamalı; dışardan emir ve baskı altında olmamalıdır. Ve anayasal bir garanti altında olmalıdır. Ve bu anayasal garantiyi bozanlara karşı da müeyyide veya ceza verilebilmelidir. Diyanet de yasama, yürütme ve yargının işine karışmamalıdır. Karışmamalıdır derken onların işleyişi veya yanlışları hakkında gerekli ikazlarda veya tavsiyelerde bulunamaz, hukuki ve kanuni yollara başvuramaz değil, fiili bir durum oluşturamaz demektir.
Yani yasama, yürütme ve yargı ile diyanet de bir anayasa altında uyum içinde hareket edebilmelidir. Anlatıldığına göre; kendi idaresini beğenmeyen bazı alimlerin toplanıp aleyhinde konuştuklarını duyan Muaviye Efendimiz, onların yanına kadar gelir ve der ki “Ey Hocalar Alimler, sizlerin ilmi faaliyetlerinize karşı bir sözüm olamaz. İcraatlarımı da tenkit edebilirsiniz. Fakat fiili bir durum oluşturursanız, karşınızda beni bulursunuz.” En azından dine-diyanete bu kadar saygı ve bağımsızlık istiyoruz.
Evet, zalim diye baktığımız Emevî'ye döneminde alimlerin faaliyetlerine karışmama, zamanla diyanet bağımsızlığını netice verecek oluşumların önünü açtı. Medine’de, Küfe’de, Basra’da, Şam’da alimler talebe yetiştiriyor, harıl harıl kitap telif ediyor ve “Sultanlarımız, halifelerimiz ne der?” endişesi duymadan, diyanet bağımsızlığını ortaya koyarcasına fetvalar veriyorlardı. Örnek mi arıyorsunuz? Mezhep imamlarımız en büyük örneklerimizdir işte.
Evet, bu mübarek imamlarımız dinin özgün ve bağımsızlığını ortaya koyarken bedel de ödediler. Halifeler kendi idare veya şahsi menfaatlerine aykırı gördükleri fetvalarda onlardan geri adım atmalarını da istedi. Fakat onlar hapishane de olsa bu bedeli ödemeye razı oldular, fakat diyanet bağımsızlığına halel getirecek şekilde saraya bağlı hareket etmeyi asla kabul etmediler. Mezhep imamları dönemi bizim ulaşmamız gereken ideal bir dönemdir. Bediüzzaman Hazretleri onların yaşadığı 5. asra mazi değil istikbal gözüyle baktı. Çünkü mezhep imamları dönemi aslında yargı, yasama bağımsızlığı açısından değil dinin hemen her kurumu ile bağımsızlığı açısından da örnek bir dönemdir.
Çünkü Mezhep imamları dönemi tarihte bir kere yaşandı bir daha böyle diyanet bağımsızlığı maalesef yaşanmadı. Aslında müçtehit veya müteaddit olarak gördüklerimizin hemen hepsinde devletin etkisi altına girmiş olan yapıya karşı bir farklılık ortaya koyma, özgünlük ve bağımsızlık vardır. Bu bakımdan
Bediüzzaman da Hocamız da diyanet bağımsızlığını ortaya koydular ve bedelini göze alarak bağımsız olma çizgisine titizlikle riayet ettiler.İmam u Gazali diyanet bağımsızlığının en güzel misalidir. Melikşah döneminde “Nizamiye medreseleri” devletin imkanları ile kuruldu. Fakat bu medreselerin yönetimi İmam-u Gazali’ye aitti. Devletin diyanet bağımsızlığına hürmet gösterdiği dönemler maalesef Hulefa i Raşidin dönemi ile sınırlıdır. Çünkü Hulefa-i Raşidin idarelerini yönetimlerini zaten Kuran ve Sünnetin emrindeydi. Yaşayışları ile Kuran ve Sünnetin adım adım takipçisi oldular. Fakat hilafet Emeviler döneminde saltanata dönerken halifelerin temsil ettiği din ve diyanet bağımsızlığı çatallaşan bu yolda mezhep imamlarımızın tarafında kaldı. Ve bu dönem, Allah’ın izniyle sultanların onca hatalarına rağmen İslam dininin adalet ve güzelliği tam manası ile dengeli bir şekilde ortaya çıktığı altın bir dönem oldu.
Evet, daha sonra Osmanlılar da dine çok hürmet ettiler. Savaşlarında daha çok ilay’i kelemetullah için hayatlarını feda ettiler. Dahi sultanları ile devletler muvazenesinde adalete dayanan bir güç oldular. Fakat mezhep imamları dönemindeki bir diyanet bağımsızlığından bahsetmemiz mümkün değildir. Şeyhülislamlardan fetva almadan iş yapmadılar. Kanuni vasiyetinde şeyhülislamın verdiği fetvaların bir sandık içine konup mezarına başının ucuna gömülmesini vasiyet etti. Fakat nihayetinde Şeyhülislamlar veya müftüler Sultana bağlı fakat etkili bir bir divan üyesi idi.
Fakat konumuzla direkt alakası olmasa da, Şeyhülislam makamı ile temsil edilen diyaneti hafife almadığımızı belirtmeliyiz. Çünkü bu makam diyaneti temsil ettiğinden ve çoğu zaman sultanların dahi fetva almadan iş yapmasını olanaksız olduğu bu makama gelmek için pek çok devlet adamı insan üstü bir gayret sarfettiler. Kanunin gözdesi Baki, her türlü büyüklüğüne rağmen bu makama gelmeyi çok arzu etti.
Fakat Sultanların dahi saygı duyuyor olmasına rağmen, bir Şeyhülislam hiçbir zaman dinin özünü hür bir şekilde temsil eden Mezhep imamları gibi olamadı. Az da olsa dinimizin caiz görmesi mümkün olmayan Sultan fermanlarına mühür basmaktan geri duramadılar.
Velhasıl kelam! Müslümanların yoğun olarak yaşadığı ülkelerin anayasasında yasama, yürütme ve yargı erkleri nasıl birbirinden bağımsızsa, kullanılıp özünü kaybetmemesi için diyanet de öyle tam bağımsız olmalıdır. Bu konunun kanaatime göre başkaca da şimdilik bir çözümü yoktur.