''Bediüzzaman, Şeytanın Allah’ın kullarını avlama metotlarını 6 ana desisesine dayandırır. Bunlardan ikisi bu yazının konusu olan korku ve tamâ’ yani maişet endişesi diyebiliriz.''
Yıllar önce Suriye’ye gezmeye gittiğimde, araştıracaklarım arasındaki önemli konu '1982 Hama katliamı' idi. Hafız Esad dönemi Suriye Rejiminin acımasız saldırılarında on binlerce sivilin katledildiği bu olayın kurbanlarından birinin oğluyla Şam’da Hamidiye Çarşısı'nda tanıştım. Konuyu açmamla, birden arkasını dönüp uzaklaşması bir oldu. Çok şaşırmıştım doğrusu. Çoğu dükkânda veya arabanın üstünde Baba Esad ve Oğullarının resmini gören safiyane Türk Turistler, “Başkanlarını ne de çok seviyorlar!” derlerdi.. Heyhat 'devlet başkanına imâlı bir eleştirinin dahi insanları çocuklarından ve güneşten mahrum ettiği bir ülke nasıl olurmuş'u okuyarak bilemeyenleri kader her şeyde olduğu gibi göstererek, yaşatarak öğretiyor.
İstanbul’da, Iraklı, ressam ve heykeltıraş Türkmen bir dostum vardı. Bir gün bana demişti ki: “Türkiye’ye geldiğim zaman sağından solundan insanlar, “Saddam gibi bir kahramanı, Amerika zalimi karşısında nasıl yalnız bırakırsınız?” diye bize zılgıt çekiyorlardı. “Hayret” dedim “demek ki içeride insanlarına adeta kan kusturan böyleleri, uzaktan harika adamlar olarak görülüyorlar.”
Bakın size anlatayım. Irak’ta sürekli ev teftişleri olurdu. Yatak odalarında uyanır uyanmaz Başkan Saddam Hüseyin portresiyle uyanmak zorundaydınız. Bana, büyük bir binaya asılmak üzere sipariş verilen devasa Saddam resmini yetiştirememe korkusunu halen hissediyorum. Bugün bile gece yarıları kurşuna dizilme rüyalarıyla çığlık atarak uykudan uyandığım oluyor.”
Saddam’ın yıkılmasıyla birlikte yıkılan heykellerinden birini terliğiyle döven insanı tüm dünya televizyonlarda izlemişti. Emin olun o abartılı tepkiyi sergileyen zat, zamanında Saddam'a övgülerde de aşırıya kaçan bir kişiliktir. Korku işte böyle sahibinin karakterini bir sıvı gibi kalıptan kalıba sokuyor, bir uçtan bir uca sürüklüyor.
Arnavutluk Tiran’da tanıdığım bir Türk işadamı, servis arabasının şoförünün yeni doğan bebeklerinin kulağına ezan okuma sünnetinden bahsediyor. Bunu hiç duymadığını söyleyen Arnavut şöföre: “Ben geleyim kulaklarına, ezan okuyup ismini fısıldayayım” teklifinde bulunuyor. O da anneme sorayım diyor. Sorduğunda bebeğin babaannesi kısık bir sesle: “Oğlum ben hallettim o işi. Elbasan’da yaşayan bildiğim bir imama gizlice götürüp çocuğun kulağına ezan okuttum” diyor.
Başkent Tiran’da Arnavutluk’un bir zamanlar tiranı olan Enver Hoca’nın sarayı veya villalarının önünden geçerken kafayı kaldırıp bu yapıları veya bahçeleri gözlemlemek 7 yaş üstüne yasak idi. İnsanlar buralardan başlarını eğip geçmek zorundaydılar.
Böylesine bir örnekten sonra, birbirinden absürt nice hikayeden daha başkasını anlatmaya gerek var mı?
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş dönemlerinde Düzce, Yozgat, Konya ve Doğu başta olmak üzere İstiklal mahkemeleri tarafından komik yargılamalarla suçlu-suçsuz ayırt etmeden çeşitli eziyetler gören ve idam edilen on binleri aşkın insan var. Bu trajik olayları yaşayan veya tanık olanlar kendi çocuklarının başlarına benzer belalar gelmesin düşüncesiyle, okullarda çocuklarının kafalarına sokulan mihnet ettirici yalan propagandalara sessiz kaldılar. Belki içlerinde bir burukluk olsa da, babalarına veya diğer yakınlarına zulmedenleri, heyecanla yere göğe sığdıramayan, çocuklarına coşkularında eşlik etmek zorunda kaldılar. Bugün, geçmişteki yaşanmış bu trajik olaylar hakkında yazılanlara, duyumlara ve söylemlere, “böyle korkunç şeyler yaşansaydı anne, baba, dede veya ninelerimiz bize anlatırlardı” savunmalarıyla karşılık veriliyor.
KORKAKLIK ve FAYDACILIĞIN ÇOCUKLARI İKİ YÜZLÜ KARÂKTER(SİZ)LER
Evet cocukların cesur ve erdemli yetişmeleri konusundaki zaafiyet her toplumda zulümlere ve bencil bir yaşama ortam hazırlıyor. Korkuların gölgesinde ve faydacılık üzerine nasihatlerle yetiştirilen çocuklar, gelecekte ellerinde imkânlar bulunsa dahi zulümlere sessiz kalan, çanak tutan ve destekleyen insanlar olabiliyorlar. Otoriter kişilikler, fazilet ve adalet gibi asil duygulardan mahrum olarak kollektif bir direnç oluşturamayan, fırsatçı ve korkak yöneticilerden cüret alarak sonunda geri dönülmez bir zulme adım atıyorlar.
Tarih boyu zâlimin verdiği emirleri uygulayan kuvvetlerin amirleri ve hâkimleri aslında sadece zalim görünümlü korkaklardır. Şiddet uygulayan anne-babalar çocuklarını yalancı, despot bir devlet ise bütün bir toplumu hem yalancı hem de çift karakterli olmasına yol açıyor.
Despotizmle yönetilen ülkelerin çocukları, okulda, medyada, sokakta devlet başkanlarının abartılı övüldüğü bir alt yapı içerisinde yetişiyorlar. Aydınlar ve yazarlar gibi önemli ilim adamlarının da çeşitli hesap ve endişeleriyle ülkelerindeki bu teatrel olaya ayak uydurmasıyla hakikatlerin öğrenilmesinin önü iyice tıkanıyor. Otoriteden direk zulüm görmüş aileler dahi, sır ve söz tutamayacak çocuklarına, yaşadıkları konusundaki bahislerden imtina ediyorlar. Çocuklar veya gençler anlatılanlar hakkında sezgileriyle veya bir yerlerden gerçekler hakkında bilgiler edinseler evlerinin içinde dahi: "Aman sus! yerin kulağı var" müdahaleleriyle düşünceleri ve karakterleri bastırılıyor. Evlerinde doğruları konuşmaya cesaret edebilen ebeveynlerin bile, dışarıda iken içeride serdettiği düşüncelerinin tam aksine olan söylem ve davranışları, fıtratı tertemiz olan çocukların zihinlerini ve kalplerini dezonforme ediyor.
Peki, gelelim bugünümüze. Ülkemizin başında kendini çok orijinal ve farklı biri gören ama okuma alışkanlığı ve entelektüel derinliği olmadığından diğer diktatörlerin düştüğü zulüm çukuruna düşen, çevresi dalkavuklardan mürekkep tipik bir diktatör bulunmakta.
Bu post modern despot, tüm diğer benzer diktatörlerin her birinin kanunları askıya almak için başvurduğu karanlık bir vakayla, zamanında Suriye rejiminden kaldırılmasını sürekli talep ettiği ve oradaki olaylara müdahil olmaya bahane olan OHAL’i, tüm Türkiye’de uygulamaya başladı. Tümü gibi OHAL’in gölgesinde keyfince ilan edilen KHK’lar ile mağdur edilen insanların istatistiği ülkenin nasıl bir çukura doğru yuvarlandığının göstergesi. Bu istatistik yazımızı bir hayli uzatacağından detaylarına girmeyeceğim. Hem bu husus her platformda ve bazı medya kuruluşlarında sürekli dile getirilmekte..
Ama yazının konusuna örnekler barındığından dolayı bazı mağduriyetlerden bahsedeceğim. Hapislere atılanların yakınlarının veya işlerinden edilen KHK Mağdurlarının çeşitli sosyal medya aracığıyla feryatlarını dile getirdiği çeşitli sayfalar kurulmuş. Bu sayfalarda tarihe not olarak düşecek nice acı hikâyeler duyuruluyor.
İnsanların, ahu efganlarını duyurabildiği bu platformlarda birbirlerine verdikleri tesellilerin başında, “kimin ne olduğunu görmemiz adına yaşadıklarımız hayır oldu. Kimler vefalı, kimler vefasız bu süreç ile görmüş olduk” sözleri gelmekte. Böylece mazlumiyetlerin üstüne bir de akraba, ahbap ve akranları tarafından dışlandıklarını öğreniyoruz. Başta hain olmak üzere, edilen hakaretler de onca eziyet ve üzüntülerin cabası.
KHK mağduru bir öğretmen hanım, kendisi gibi öğretmen hanım olan ve arkadaşlıkları uzun yıllara dayanan bir arkadaşına, telefonda konuşurlarken, ortak bazı dostları hakkında, “Ne arıyorlar, ne de aramalarıma cevap veriyorlar” diyerek dert yanıyor. Bunun üzerine Arkadaşı “Senin tayinin ne oldu?” diye soruyor. Mağdur öğretmen, “kendisinin KHK ile memuriyetten atıldığını ve eşinin de tutuklu olduğunu” söylüyor. Arkadaşı, mağdur öğretmen daha cümlesini bitirir bitirmez, “canım kusura bakma bebek ağlıyor” deyip telefonu hızlıca kapatıyor ve sonrasında ne arıyor, ne de soruyor.
İşin bir diğer garip tarafı ise, aylar öncesinden KHK ile atılmış arkadaşlarıyla selamı sabahı kesmiş kişilerin, daha sonra ilan edilen KHK’lerle atıldıktan sonraki tutumları. Mazlumlar kervanına katıldıktan sonra feryatlarını duymayanlara ve kendileriyle ilişkisini kesenlere evvelkilerin benzeri hitaplarda bulunuyorlar.
Bu trajikomik seviyede hadiselerin nedenlerini sorgulayıp ortaya çıkarmalı. Şikâyetçi olunan mevzular bu kadar yaygınsa, bunun sosyo-psikolojik nedenleri irdelenmeli ki millet olarak herkesin şikayetçi olduğu böylesine sorunları çözülebilsin. Öncelikle sosyal hayatın her tabakasında rastlanan yozluğun insanların yetiştirilmesinden kaynaklandığı görülmeli artık.
Toplumun uzun suredir barındırdığı ve kökleri aileden okullara, camilerden kahvehanelere ve sokağa kadar uzanan biçimsiz bir anlayış, cehalet ve düşkünlük var.
Yine KHK Mağdurları sayfasında okuduğum bir örnek:
Milli Eğitim’den atılan yılların öğretmeni, yoğun bakımda yatmakta olan 80 yaşlarındaki babasını ziyaret ediyor. Ömrünün son anlarını yaşamakta olan babası, bir ara gözünü açar ve oğlunu fark eder. ilk sözü, “Maaşın yatıyor mu?” sorusu olur. Öğretmen yutkunup cevap veremediğini ve başını eğdiğini söylüyor. Ve akabinde buna neden olan zalimlere köpürüyor. Bu paylaşımın altına yorum yazan diğer mağdurlar da aynı minvalde tepki veriyorlar.
Evet, meselenin adaletsizliği ortada ve izaha lüzum yok elbet. Ama toplumsal sorunların asıl kaynağının yine kendini gösterdiği, bunu anlamanın ise yine ıskalandığı bir örnek bu yaşanan. İnsanımızın ömrünün son saniyelerinde dahi çocuklarının dünyalığını hala birinci gündem yapıyorsa, varın hayatın başında ve devamında maişetin nasıl da her şeyden daha öncelendiğini hesap edin.
Değerlerin çakışması durumunda, öncelik neyse onun dışındakilerin feda edilmesinden bahsediyorum. Bu öncelik erdem ve adalet duygusu değil de, “Evde çoluk çocuğun var, günahı seni bu tercihe mecbur edenlerin” korku ve bencilliği ise, başkalarının rızıklarını kesme, hapislere girmesine neden olma gibi vicdansızlıklara sürükler insanoğlunu.
Bediüzzaman, Şeytanın Allah’ın kullarını avlama metotlarını 6 ana desisesine dayandırır. Bunlardan ikisi bu yazının konusu olan korku ve tamâ’ yani maişet endişesi diyebiliriz.
İkinci Desise-i Şeytâniye’de, insanda en mühim ve esaslı bir hissin, korku duygusu olduğuna ve dessas zâlimlerin bu korku damarından çok istifâde ettiklerine işaret eder. Korkakları ve özellikle âlimleri, ilim ehlini gemlendiriyorlar. Oysa “Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir” âyeti gereğince, yalnız O’ndan korkmalıdır.
Üçüncü Desise-i Şeytâniye’de, tamâ’ (aşırı açgözlülük, hırs) yüzünden çoklarının avlandığına vurgu yapar... Yani, para, maaş ve mal için, dinî meselelerde verilen tavizlerin sonsuz hayatı da kaybetmeye vesile olduğu ikazını yapar. İnsanların parayla satın alınabileceğine dikkat çeker: Gayr-i meşru bir tarzda yüzsuyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mâl-ı haramı kabul eder! ......kısa süreli hayat-ı dünyevîyeye bir derece yardım edecek bir mala/maaşa mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olduğunu söyler.
Ne hazin…
Çözüm, Cuneydi Bağdadi’nin ifadesiyle, “halkın kirinden temizlenip, Hakk’ın öncelikleriyle tezyin edilmiş nesillerde”
Bu minvalde Müslüman anneler ve babaların çocuklarını yetiştirirken şu nasihatin içerdiği hakikati bir şekilde yavrularına duyurmalı:
"Karşıma Kur’an’da, Hadis’te ve her yerde Yevmiddin (din günü) ve o gün anne-babanın evladından kaçacak olması bahsi çıkıyor. Evladım o mahşer günü başımızı sakın belaya sokma.
Hayat bir şekil geçiyor işte. Birilerinden nefret veya bir sevda uğruna dahi olsa katiyetle Kahhar olan Allah’ın defaetle uyardığı zulme meyletme, razı olma. Hele zulmedene yalakalığa hiç yanaşma. Hangisine gücün yetiyorsa kalbinle, dilinle veya elinle, zulümlere karşı çık. Böylece Allah'a isyan etme. Kendi yavrularının mutluluğu uğruna başka masum yavrularının acı çekmesine neden olma. Allah'a tevekkül edip aç kal, susuz kal, icabında ağaç kökü çiğne ama sakın kul hakkı çiğneme”
Salih Yusuf / Samanyoluhaber.com