Samanyoluhaber.com yazarlarından Esra Büyükcombak yeni köşe yazısını 'Yaz sıcağında serin kalan kalpler' başlığıyla kaleme aldı.
Aslında bu haftaki yazımın konusu benim doğrudan uzmanlık alanım değil. Fakat zaman zaman gelen sorular, talepler, merak edilen meseleler yazılarımı yönlendiriyor. Bu hafta da öyle bir istek üzerine şekillendi. Ve yaz mevsimiyle birlikte sıkça karşılaşılan bazı nefsî sınavların, sadece ruhu değil bedeni de etkilediğine dair dikkat çekici bir konuya yöneldim: görsel uyaranların, arzuların ve sınırların bulanıklaştığı zamanlarda insanın biyolojik ve manevi dengesi nasıl etkilenir?
Bilim dünyası, insanın bedeniyle çevresi arasında nasıl bir etkileşim olduğunu her geçen gün farklı çalışmalarla daha iyi açıklıyor. Örneğin, 2014 yılında Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, artan sıcaklığın insanın stres düzeyi, dikkat kapasitesi ve dürtü kontrolü üzerinde doğrudan etkili olduğu tespit edildi. Yüksek sıcaklıkların, özellikle genç bireylerde dürtüsel davranışlara ve duygusal dalgalanmalara zemin hazırladığı gözlemlendi. Çevresel etkenlerin hormon dengelerini değiştirmesi ve duyuları fazlaca uyarması kişisel özelliklerde iniş çıkışlara neden oluyor. Bu durumlar manevi dünyamızı da şekillendiriyor. Hal böyleyken, iffet ve edep dediğimiz ölçülü duruş; sadece bir ahlâk meselesi değil, aynı zamanda bir fizyolojik korunma biçimi gibi devreye giriyor.
Hormonlar ve Nefis İlişkisi
İnsan bedeni yaz mevsimiyle birlikte bir takım değişimler geçirir. Güneş ışığının artışıyla serotonin seviyesi yükselir, dopamin daha kolay tetiklenir, melatonin azalır. Bu da zihinsel uyanıklıkla birlikte, duygusal dalgalanmalara ve hazza yönelimi artıran bir arayışa neden olur. Kıyafetlerin hafiflemesi, sosyal alanların genişlemesi, insan ilişkilerindeki mesafenin fiziksel olarak daralması... Tüm bu çevresel faktörler, bedene dışarıdan gelen çağrıları daha yoğun hissettirir. İşte böyle bir dönemde, insan sadece dış uyarana değil; kendi içinden yükselen dürtülere karşı da dikkatli olmak zorundadır.
Misalen giyim tercihi, yalnızca estetik ya da iklimle ilgili bir karar değil; aynı zamanda bireyin kimlik arayışının bir parçasıdır. Özellikle genç yaşlarda, dış görünüş üzerinden kabul görme arzusu, kişinin giyimini belirleyen başlıca etken hâline gelebilir. Daha dikkat çekici ya da sınırları zorlayan kıyafetler, sosyal çevreden gelen onayla birlikte beyinde ödül sistemi üzerinden dopamin salgısını artırır. Bu da kısa süreli bir tatmin sağlar. Ancak zamanla, aynı düzeyde onay ve ilgi görebilmek için daha fazlasına ihtiyaç duyulur. Böylece giyimdeki tercihler, kişinin benlik algısından değil, dış tepkilere bağımlı hâle gelen bir döngüden beslenir. Bu durum, bireyin iç sesinden uzaklaşmasına ve kimliğinde derin bir belirsizlik yaşamasına yol açabilir. Oysa ölçülü giyinmek, yalnızca ahlaki değil; bireyin kendi sınırlarını tanımasını ve kimliğini dış onaydan bağımsız olarak inşa etmesini sağlayan bir unsurdur.
İşte tam bu yüzden, maruz kaldığımız her uyarana karşı bir duruş geliştirmek gerekir. Fazla uyarana maruz kalmanın etkilerini azaltmak için detoks yapmak mümkündür. Zaten ahlâki davranışlar sergilemek doğal bir şekilde detoks yapmak demektir...
Özdenetimin Önemi
Günümüz gençliği, bilgi ve uyarı bombardımanı altında büyüyor. Sosyal medyanın kesintisiz akışı, sınırları bulanıklaştıran hijyenik olmayan ortamlar ve anlık haz arayışları, beynin karar ve kontrol mekanizmalarını zorlayan bir yük oluşturuyor. Nörobilimsel araştırmalar, sürekli uyaranlara maruz kalmanın prefrontal korteksin işlevini zayıflattığını, yani kişinin özdenetim yeteneğinin azaldığını gösteriyor. Bu durum, gençlerin kendi sınırlarını belirlemekte zorlanmaya ve “ben kimim, ne istiyorum?” sorusuyla boğuşmalarına yol açıyor. Ve hatta ahlaki değerler kimi zaman ağır bir yük gibi geliyor, hayattan alınan zevklere engelmiş ve özgürlüğe bir kelepçeymiş gibi hissettiriliyor. Oysa gerçek bu durumun tam tersidir. İnsan, kendini sınırsız bıraktığında değil, neye hayır diyebileceğini bildiğinde özgürleşir. Çünkü nefsin sınırsız talepleri, kişiyi önce tüketir, sonra da kendisine yabancılaştırır.
İnsanın en sağlam dayanağı, adabına ve edebine sahip çıkmasıdır. Ancak bu şekilde kişi kendi değerini bilir ve kendini koruyabilir.
Fıtrata Uygun Yaşamak
İffet ve edep zihinsel karmaşada bir denge olarak ortaya çıkar. Sadece ahlaki bir kural değil, beyinde özdenetimi güçlendiren ve stres tepkilerini azaltan bir mekanizma olarak da değerlendirilebilir. Bilimsel olarak, sınırlarını koruyan bireylerin daha sağlam psikolojik direnç geliştirdiği, içsel tatmin ve huzur düzeylerinin yüksek olduğu saptanmıştır.
İnsanın yaratılışında var olan düzen, her şeyin ölçülü ve dengeli olmasını gerektirir. Allah, bizleri en güzel şekilde yaratmıştır. Bu yaratılışın koyduğu sınırlar, ruh ve bedenin uyum içinde kalması için rehber niteliğindedir. Fıtrata uygun yaşamak, nefsin aşırı isteklerinden korur. Nefsin fısıltılarına kapılmadığında insan, gerçek ihtiyaçlarını fark eder ve kalbini huzura kavuşturur. Çünkü huzur, dış etkenlerden çok, iç dünyamızdaki denge ve ölçünün sonucudur. Kalbimiz ve bedenimiz bu dengeyle serinler, içimizdeki fırtınalar sakinleşir. Bu dengeye sahip olmak, sadece bireysel bir kazanım değil; aynı zamanda hayatın tüm zorluklarına karşı güçlü ve huzurlu bir varoluşun anahtarıdır.
Yazıyı dinlemek isterseniz: