Allah'ın Lütuf ve Rahmetini onlar mı taksim ediyor?

  • Abdullah Aymaz
  • Abdullah Aymaz
    16 Tem 2018 09:24
    Mekke müşrikleri, “Bu Kur’an, bu iki şehirden (Mekke ve Taiften) büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” dediler. (Zuhruf  Suresi, 43/31) Bundan anlaşılıyor ki, onlar Kur’an’ın güzelliğini ve üstünlüğünü hissediyorlar fakat Hz. Muhammed Aleyhisselama yakıştıramıyorlardı. Onlar, büyüklüğü dünya malı ve dünya makamı ile zannediyorlardı. Mekke’de Velid b. Muğîre, Tâif’te Urve b. Mesud es-Sakafî gibi, dünyaca zengin gördükleri kimseleri Hz. Peygamber’den (S.A.S.)  sayıyorlar da Kur’an’ı da onlara lâyık görüyorlar. Onların bu câhilliklerini reddedip azarlayarak Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?” (Zuhruf Suresi, 43/32)
    Velid b. Muğîre ve benzerleri hakkında şöyle buyuruluyor: “Mal ve ailesiz, tek olarak yarattığım, sonra çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her türlü imkânı önüne serdiğim, o adamın hakkından gelmeyi sen Bana bırak! Hâlâ da açgözlülükle imkânlarını daha da artırmama hevesleniyor. Hiç heveslenmeyin! Çünkü o Bizim âyetlerimize karşı inatçı kesildi. Ben de onu sarp mı sarp bir yokuşa sardıracağım.” (Müddessir Suresi, 74/11-17)
    Daha sonra da “Her nefis kendi kazancına bağlıdır. Ancak amel defterleri sağından verilenle hariç. Onlar cennettedirler, sorup dururlar.” (Müddessir Suresi, 74/38-40) buyuruluyor.
    Evet, “Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir.  Mutluluğu ve felâketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah’a borçlarını öderse kendisini kurtarır. Ancak amel defterleri sağdan verilenler bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına bağlı kalmayarak ezeli takdirde Cenab-ı Hakk’ın sırf lütuf  ve ihsanından nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan Cenab-ı Hak, herkese kazancına uygun bir mükâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber, Allah, yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve ihsan açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, insanları çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek derecelerde nâil olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün tutması ve Hz. Muhammed’in (S.A.S.) derecesini hepsinden üstün kılması da bu türdendir. Bu şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde edilmez. Bu ise, ‘Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.’ (Necm Suresi, 53/39)  mânâsı ile çelişmez. 
    “Zira çalışıp kazandığından başkası insanın kendi hakkı değil, sadece bir lütuftur. Bununla beraber âyette ‘illâ’ edatı ile yapılan istisnanın muttasıl olmasına göre, ‘ashab-ı yemin’ (amel defterleri sağdan verilenler) bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu halde  bu âyette geçen ashab-ı yemin Vâkıa Suresi’nde geçen ashab-ı yeminden daha özel, sabıkanın yani imanda en ileri gelenler gibi seçkin bir mânâda demektir. Bunun tefsirini yaparken ashab-ı yeminden maksat melekler, ihlaslı müminler, Müslümanların küçük çocukları, yaratılış sözleşmesinde, sağ tarafta bulunanlar, yani ‘Şunları cennet için yarattım, önem vermem, şunları da cehennem için yarattım, yine önem vermem.’ (Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’an, XIX, 87) kudsî hadisinde cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde çeşitli rivayetler vardır. Bunların, Müslümanların küçük çocukları olduğuna dair rivayetin Hz. Ali’den geldiği söyleniyor. Bunlar kendi çalışma ve gayretleri olmadan atalarıyla beraber cennete girecekleri için istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivayet de gösteriyor ki, bu istisna, çalışıp kazananlar içinde cennete girecek yok demek değil, fakat bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya kazançlarının değerinden fazla olarak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir şekilde cennete gireceklerini anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin sadece bir lütuf eseri olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ ‘Kazandığı hayır kendine’ (Bakara Suresi, 2/286) düsturunu bozmaz.” (Hak Dini, Kur’an Dili, 8/427-428 sayfalar)
    Cenab-ı Hak her varlığa bir lütufta bulunmuş, onları yoklukta bırakmamıştır. Küçücük bir esir zerresi bile dili olsa var olduğu için şükretmelidir. Yoksa “Ben niye bir atom haline gelemedim’, diye şikayete kalkışamaz. Aynı şekilde atom, molekül olamadığı için, o, maden seviyesine çıkamadığından dolayı, madenler bitki, bitkiler hayvan, hayvanlar insan olamadıkları için şikayet edemezler. Varlığın hangi seviyesinde bulunuyorlarsa hakları Allah’a şükürdür. Allah’ın bu taksimatına râzı olmaktır. Başkalarına haset etmemektir.
    Cenab-ı Hak, hadis-i şerifte işaret edildiği üzere insanları madenler gibi ayrı ayrı fıtratta  yaratmıştır; demirin bakırın biz niye altın veya  elmas olarak yaratılmadık diye itiraza hakları olmadığı gibi insanların da niye dâhî yaratılmadım diye isyana hakları olamaz…
    Aynı şekilde Cenab-ı Hak bazı hizmet gruplarına özel lütufları olabilir. Hârikalar kuşağında ekstra ihsanları bulunabilir. Bu bir nimet olmakla beraber aynı zamanda da bir imtihan vesilesidir. Bazılarının kıskançlıkla bunlara düşmanlık, haksızlık yapması gerekmez. Eğer bir imtihan ve ibtilâ olarak başlarına bir şey gelirse sevinmek, haksız olarak onların mallarına mülklerine, hizmet mekânlarına çökmek bunları bir ganimet gibi sahiplenmek hiçbir İslamî gruba yakışmaz. Bir dikenli zakkum gibi boğazları parçalamak, erimiş maden gibi mideleri eritip yok etmek tehlikesi vardır… Herkes imtihan oluyor. Sadece Hizmet değil… Eğer bu ağır imtihanda bazı kirlerden paslardan temizlenip daha yüksek bir konumda Hizmet imkânları hazırlanıp takdim edilecekse, bu ne güzel bir lütuftur, deyip öpüp başımıza  koymamız gerekmektedir… 


    16 Tem 2018 09:24