Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Ünlükul Ağabeyin vefatından sonra şu bilgi dolu yazıyı yazmış: Ey Hazret-i Üstad, Hz. Ali’nin “Semavat ve Arzın iç yüzlerindeki Allah’ın Azamet ve Kudretini görüp, mütalaa etmekle tam mânasıyla ‘ârif-i billah’ olarak Cenab-ı Hakk'ın cemalini görmeye ve vaad edilen Cennete liyakat kazanmaya ancak ve ancak kâmil insanlardır” emirlerine göre ölümle gözlerimizden kaybolsanız da, yokluğa gitmeden, ancak hayat yolculuğunda insanlar için kurulan menzillerden BERZAH denilen üçüncü menzile KABİR tüneliyle girmiş bulunuyorsunuz.
"Binâenaleyh, hayatın ikinci menzili olan dünya menzilinde topladığınız Nurlar işe bizleri tenvir ettiğiniz gibi, o yüksek menzilde de mazhar olacağınız nurlarla biz yetimlerinizi mahrum etmediğinizi biliriz. “Ey Nurları neşreden Hz. Üstad! Hakkında yapılan zulümlere karşı müdafada bulunuyoruz. Çünkü affetmişsiniz.
"Urfa’da ehl-i halden bir zatı birkaç sene evvel, makam-ı İbrahim’de iki mezar yerini tayin ederek üstünde iki kubbe yaptırmıştı. ‘Bu kubbeli mezarları kendine mi yaptırıyorsun?’ diyenlere, ‘Hayır benim için değildir, sahipleri gelecektir.” diye verdiği cevaba binâen Üstad’ın Urfa’da vefatının vukuunda Urfalılarca “O kubbeli mezarların sâhibi bu Zât olsa gerektir’ diye hâsıl olan kanaat üzerine Hz. Üstad, o kubbeli mezarların birine defnedilmiştir.
“Demek Urfa’nın kendisinin gömüleceği yer mukadder imiş ki, o zât ile Üstad arasında yapılan manevî bir haberleşme neticesinde, mezarlar evvelce hazırlanmıştır ki, Hz. Üstad, bir kuş gibi Isparta’dan kalkarak doğru Urfa’ya konmuştur.
“Sevgili Üstad’ın din, iman ve Kur’an hizmetinde kahramanca yaptığı harika mücâhedeye mükâfat olarak Hz. Muhammed Aleyhisselamın yüce atası olan Hz. İbrahim’in kucağına kaçarak ve Berd-i Selâma mazhar olarak defnedilmiştir.”
* * *
Hz. Üstad, Birinci Dünya Savaşı'ndan evvel İstanbul’a gidişinde iki ay kadar Ferid Ahmed Paşa’nın evinde kaldıktan sonra Şekerci hanında ikamet etmeye karar verir. Sonra hanın kapısına şöyle bir ilân yazar: “Mektep medrese mensuplarından ve filozoflardan dinsiz ve dindarlarından, her kimin bir suâli varsa, her hangi bir fenden olursa benden sorsun. Sizden sual benden cevap. Hiç kimseye bir sual de sormayacağım.”
Yaptığı bu ilan üzerine, İstanbul ulemasının ve talebelerinin hücumuna hedef olur. Said Nursi, hiçbir sual cevapsız bırakmadı (Diyanet üst kurulundan Hasan Fehmi Baş oğlunun ve Başkan Hasan Hüsnü Erdem’in hatıralarında bu hususta geniş bilgi vardır.) (A.A.)
Günlerce ve haftalarca başarı ile devam eden, şu yüksek münazaraların sonunda bazıları, ‘Bu adam delidir, çünkü herşeyi biliyor” dediler ve Said-i Meşhur’u deliler defterine kaydettiler. Onu tımarhaneye attılar. Muâyene ve tedâvisi için “Mâbeyn-i Hümâyundan bir doktoru tımarhaneye gönderildi. Bediüzzaman doktora soruyor: “Niçin geldin?” Doktor: “Seni tadavi için” diyor. Bediüzzaman ona: ‘Doktor Bey hastanın tedavisi, doktorların vazifesi ise de hastalığı teşhis hakkında bilgi vermek de hastanın vazifesidir” diyerek uzun uzadıya mâcerasını anlatmaya başlar. Bu cümleden olarak: Doktor Bey, ben hasta değilim; memleket ve milletin hastadır, onları tedavi için geldim. Maalesef beni tedavi altına aldılar. Anadolu, ilk yaratıldığı durumdadır. (Yani ilmen pek bir ilerleme görülmüyor. A.A.) Halkı cehalet bataklığında boğulmaktadır. Onları kurtarmak ümidiyle buraya geldim. Onları tedavi ettirmeye çalışırken, maalesef ben cinnet ile itham edilerek tırmarhaneye atıldım ve tedavime lüzum görüldü. Hakikaten “Deliler içine düşen, deli olur” dedikleri gibi İstanbul’a geldim, ben de deli oldum.
Doktor, bu sözleri dinlerken Bediüzzaman’ın ne derece maarif düşünceli, vatanperver, hayırhâh, âteşin zekâ sahibi olduğunu anladıktan sonra, “Mâbeyn-i Hümâyun”a yazdığı raporunda şunları ifade etti. “Şimdiye kadar İstanbul’a gelenler içerisinde böyle bir nâdire-i zaman bulunmamıştır.”
Bu rapor üzerine “Mâbeyn”e bir dehşet düşüyor. Said Nursi’yi çabuk İstanbul’dan çıkarıp def etmek için hemen 20-30 lira maaş tahsis ederek ayrıca hediye olarak bir mikdar paranın kendisine verilmesini İrade-î Seniyye iktiran ettirilerek (Padişahın isteği olarak gösterilerek) Zabtiye Nâzır-ı Şefik Paşa, bu emrin Bediüzzaman’a tebliğine memur edildi…
Şefik Paşa, Bediüzzaman’a “Padişahın sana selamı var. Sana maaş bağladı. Ayrıca şu parayı da sana hediye gönderdi. Al, memleketine git.” Bediüzzaman: “Ben maaş dilencisi de değilim. Maaş için gelmedim. Milletim için buraya geldim. Bana verdikleriniz ‘Hakk-ı sükût (yani sus hakkı/ payı) tur. Umumun menfaatini benim şahsî menfaatime fedâ ediyorsunuz. Ben, milletimi, şahsım için feda edemem.”
Şefik Paşa: “Padişahın hediyesi reddedilmez. Darılır.” der. Bediüzzaman: “Reddediyorum ki, darılsın da beni çağırsın. Ben de milletin ne halde olduğunu Padişaha açıklayayım.” der ve hediyeleri almayarak ümitsizce Van’a döndü. Bediüzzaman bir gün Sirkeci’de akşam üstü geçerken birden bire ecnebi bir adam elinden tutar. “Dininizde heykel niçin yasaktır?” der. O da cevaben: “İnsan, Allah’ın sikkesidir (sanat mührüdür). Padişah ve kralların sikkelerinin (üstünde mühürleri bulunan paralarının) taklidine (kalpazanlığına ) Kanunî Müsaade olmadığı gibi, Allah’ın da mührünün taklidine kanunî müsaade yoktur.” der. O yabancı “Bravo!..” diyerek elini sıkar gider.” Kaynak: Necmeddin Şahiner, Şâhitlerin Dilinden Bediüzzaman.