Kab bin Malik gibi

  • Abdullah Aymaz
  • Abdullah Aymaz
    08 Tem 2024 11:59

    Tebûk Seferi yazın sıcağında gelip çatmıştı, bazı sahabeler sefere  zamanında katılamamıştı. Bunun üzerine inen âyet-i kerimelerde, şöyle buyuruluyor: “Allah, Peygamberini savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü affettiği gibi, içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken, o güçlük anında, Peygambere tâbî olan Muhacirlerle Ensar da tövbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu tövbelerini kabul etti… Çünkü O, onlara karşı Raûfdur, Rahîmdir (pek şefkatli ve pek merhametlidir).

    Başlangıçta, kritik bir anda savaşa çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri mücahede neticesinde, zaâflarını aşan sahabîlere işaret edilmektedir. Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu. Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki, dünya bütün genişliğine rağmen başlarına da geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı. Nihayet, Allah’ın cezasından, yine Allah’In kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı. Çünkü Allah tevvabdır. (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir.

    Elli bin sene gibi gelen 50 gün

      Bu üç hâlis Müslüman, Ka’b bin Mâlik, Hâlîd bin Ümeyye ve Mürare (r. anhüm adlı sahabelerdi. Güçlü bir şair olan Kâ’bın bu kıssayı uzunca anlatımı okumaya değer. Hz. Kâ’b’ın bu anlatımı, başta Buharî’nin Sahîhi olmak üzere bir çok kaynakta bulunmaktadır. Bu üç zât gerçek mümin olduklarından Hz. Peygamber bunları dışladı. (Kat’ı alâka yani hiç kimsenin onlarla görüşmemesini prensip olarak uygulamaya koydu.) Müslümanları onlarla konuşmaktan men etti. Elli gün süren kendilerine ise elli bin sene gibi gelen, büyük bir imtihan geçirdiler. Sadakatlerinden dolayı, Allah da onların tövbelerini kabul etti.  (Tövbe Suresi, 9/117-118)

      Buhârî’de rivâyet olunduğu üzere Tebük Seferi’nde geri kalanlardan Kâ’b İbni Mâlik (radıyallahu anh), başından geçenleri şöyle anlatıyor:

    “Herkes muharebeye davet edildi. Çünkü mücadele çetin olacaktı. Fakat Allah takdir etmedi ve sadece tatbikattan ibaret bir hareket olarak kaldı. Böyle olacağı bildirilmiş veya bildirilmemişti ama, Allah Resûlü bu muharebeye ayrı bir ehemmiyet veriyordu. Herkes gibi ben de hazırlıklarımı tamamladım. Hatta o güne kadar hiçbir harbe bu kadar iyi hazırlanmamıştım. İki Cihan Serveri (s.a.s.) hareket komutunu verdi ve ordu harekete geçti. Ben kendi kendime: Nasıl olsa onlara yetişirim, diye beraber çıkmadım. Hiç de bir işim yoktu. Fakat kendime olan güvenim beni alıkoyuyordu. Bugün-yarın-öbür gün, derken günler gelip geçiverdi. Artık Allah Resûlü’ne (s.a.s.) yetişmem mümkün değildi. Mecburen bekleyecektim.. ve bekledim de. Hem de her saati günler süren bir bekleyişle bekledim. Nihayet, Allah Resûlü’nün (s.a.s.) seferden dönüşü her yandan duyulmaya başladı. Zaten her defasında öyle olurdu. Medine, O’nun dönüşüne yakın yeniden bir kere daha canlanırdı. İşte şimdi yine herkesin yüzünde bir beşaşet vardı; Allah Resûlü dönüyordu... Nihayet beklenen vakit geldi. Ordu Medine’ye avdet etti. Efendimiz de (s.a.s.) mutadı olduğu üzere evvelâ mescide uğrayıp iki rekât namaz kılmış ve halkla görüşmeye başlamıştı. Herkes bölük bölük mescide geliyor, ziyaret ediyor ve harekete iştirâk etmeyenler de özür beyanında bulunuyorlardı. Benim durumumda olanlardan da çoğu mazeret bildirmiş ve Allah Resûlü (s.a.s.) tarafından mazeretleri kabul edilmişti. Ben de aynı şeyi yapabilirdim. Zira, içlerinde ikna kuvveti ve söz söyleme kabiliyeti en güçlü olanlardan biriydim. Ama, nasıl olur da hiçbir mazaretim olmadığı hâlde Allah Resûlü’ne (s.a.s.) yalan söyleyebilirdim. Yapmadım, yapamadım. Karşılaştığımızda, İki Cihan Serveri (s.a.s.) kalbimi delip geçen bir buruk tebessümle karşıladı beni. Ve ‘Neredeydin?’ dedi. Durumumu olduğu gibi eksiksiz anlattım. Başını çevirdi ve dil ucuyla: ‘Kalk git!’ dedi. Dışarı çıktım. Kavmim etrafımı sardı: ‘Sen de bir mazeret söyle, kurtul!’ dediler. Dedikleri bir aralık kalbime yatar gibi de oldu. Fakat birden kendime geldim ve sordum: ‘Benim durumumda olan başkaları var mı?’ ‘Var.’ dediler ve iki isim söylediler. İkisi de Bedir’e iştirâk etmiş namlı, şanlı sahabeler arasında bulunuyorlardı: Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Evet, onlar da hiçbir mazeret beyan etmeyerek doğruyu söylemişler ve benim durumuma düşmüşlerdi. –estağfirullah– intizar koridoruna girmişlerdi. Benim için kendilerine ittiba edilecek insanlardı ikisi de.. ben de onlara uymaya karar verdim; mazeret ileri sürmekten vazgeçtim. Üçümüz hakkında bir emir yayınlandı. Artık hiçbir Müslüman bizimle görüşüp, konuşmayacaktı. Diğer  iki arkadaşım evlerine kapanıp, durmadan gece gündüz ağlıyorlardı. Ben, aralarında en genç ve kuvvetli olandım. Sokağa, çarşıya, pazara çıkıyor ve namaz vakitlerinde de mescide gidebiliyordum. Ancak benimle kimse konuşmuyordu. Vaktimin çoğunu mescidde geçiriyordum. Allah Resûlü’nden bir tebessüm yakalayabilmek için uzun uzun beklediğim oluyordu.. heyhât ki, her gün evime hicranla dönüyordum; O, yüzünden hiç tebessüm eksik olmayan insan, bir kere olsun, bana bakıp tebessüm etmemişti. Selâm veriyordum; acaba dudakları kımıldayacak mı diye gözlerimi dudaklarına dikiyordum. Gel gör ki en hafif bir kımıldama olmuyordu. Çok defa namaz kılarken gözümün ucuyla O’na bakıyordum. Namaza başladığımda bana bakıyordu. Fakat namazımı bitirince hemen benden gözünü kaçırıyordu. Tam elli gün böyle geçecekti.


    08 Tem 2024 11:59