Kırk bin Mânevî Levha

  • Abdullah Aymaz
  • Abdullah Aymaz
    29 May 2023 11:35

    M. Fethullah Gülen Hocaefendi, Üstad’a saygılı olduğu gibi onun Zübeyir, Sungur, Tahîrî ve Bayram  Ağabeyler gibi büyük talebelerine de son derece saygılı idi. Bizlere de o saygıyı telkin ederdi. 1980’li yılların başında Risalelerin basımı konusunda ihtilaf çıkınca, bunun gençlere yansımasının büyük bir tehlike olacağını onun için ihtilafın ortadan kalkması için fedakârlık gerekiyorsa hemen yerine getirilip dedikoduya yer verilmemesini söyledi. 


    “Sizler Üstadın talebeleri olarak –Lâ teşbih-  sahabeler gibisiniz. Bazıları size karşı haklı olduğunu ifade etmek için çevrelerine sizin aleyhinize bir şey söylerlerse, o temiz beyinler ve kalbler tereddütte kalırlar; içleri bulanır. Bu yüzden kaybedilenler oldu. Biz bu kayıpların yerini hiçbir şeyle dolduramayız. Bu hususta bize bir şey düşerse biz hazırız. Neticede mesele bu Kur’an tefsirlerinin basımı… Varsın onlar bassın.” mealinde sözler söyledi. Aslında Ağabeylerin karşısında olanlar aslında Hocaefendi’yi pek saymazlardı. Buna rağmen böyle bir şey söylüyordu.


    Zübeyir, Bayram, Sungur ve Ahmed Feyzi Ağabeyler gibilerin olduğu yerde saygısından Risale okuyup izah etmezdi. Bir seferinde Tuzcu Cahit Erdoğan Ağabeyin tuz fabrikasındaki ofisinde Sungur Ağabey, Hocaefendi ve bazılarıyla beraberdik. Boş durunca hemen bir Risale ele alınıp okunurdu. Hocaefendi suskun duruyordu. Kitabı benim elime verdiler. Ettehiyyatü’de geçen, tehiyyat, mübarekat, salavat ve tayyibat kelimeleri izah ediliyordu. Ben okuyordum, Sungur Ağabey hatıralarla izah ediyordu.


    “Manevî nurun –ilim suretinde insanın kafasında cilvesinin bir cüz’isi, tırnak kadar hâfıza kuvvetine mâlik bir adamın kafasında (aslında misal verdiği adam Üstad’ın kendisi) ezberlediği doksan kitabın kelimeleri yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sayfasının yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş.” Tam cümleyi bitirdim. Sungur Ağabey, dedi ki: Bir gün tam burayı ben okuyordum. Üstadımız dinliyordu. Dedi ki: “Sungur! Hâfızamda bunlardan başka tam kırk bin mânevî levha daha var!”
    Essalavât kelimesinin izahının son bölümünde diyor ki: “İşte Hava unsurunun yalnız sesleri naklatme vazifesinde anlatılan vahdaniyet tecellisini ve zikrettiğimiz hayret verici halleri gösterdiği gibi ve dalâlet yolunun imkânsızlığını izhar ettiği gibi, Hava unsurunun, diğer ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektirik, câzibe (çekme), itme, ziya gibi sair ince, lâtif şeylerin naklinde şaşırmadan muntazaman, sesleri naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda bu vazifeleri dahi gördüğü, aynı zamanda bütün nebâtat ve hayvanata nefes alma ve aşılama gibi hayata lüzumu bulunan şeyleri mükemmel bir intizam ile yetiştiriyor. Emir ve iradenin bir arşı olduğunu katî bir surette isbat ediyor ve serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat ve karışık, hedefsiz sebepler âciz, ruhsuz donuk, cahil maddeler bu hava sayfasının yazılmasına ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını gözle görür derecede isbat ettiğini kanaat getirdim. Her bir zerre ve her bir parça lisân-ı hâl ile Lâ İlâhe İllâ Hû Ve Kul Hüvallahü Ehad dediğini bildim ve bu Hüve  Anahtarı ile havanın maddi cihetindeki bu hayret ve hayranlık veren halleri gördüğüm gibi, hava unsuru da bir Hüve  Olarak  Âlem-i Misal Ve Alem-i  Mânaya bir anahtar oldu.” (Emirdağ Lâhikası)


    Yine Emirdağ Lâhikası’nda şöyle bir bölüm var: “Hüve Nüktesi”nin âhirinde. Bu parça yazılacak: “Gördüm ki, âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz dünyevi hadiseleri aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir uhrevî sinema ve fânilerin fâni ve geçici hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini ebedi temâşâ yerlerinde ve cennette ebedî saadet ashaplarına da dünya mâcerâlarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinası olarak bildim.


    “Hem Levh-i Mahfuz’un, hem âlem-i misalin iki ciheti ve iki küçücük numunesi ve iki noktası, insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayâliye, mercimek küçüklüğünde iken hiç karıştırmayarak kemâl-i intizamla  içlerinde bir büyük kütüphane kadar mâlumatın yazılması, katî isbat eder ki, o iki kuvvenin (hâfıza ve hayal gücünün) en büyük ve en azam numuneleri Âlem-i Misal ile Levh-i Mahfuzdur.”


    Sonunda şöyle bir notun bulunması “Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler selam.”  Meselenin arkasında daha başka bilgiler var. En başa dönecek olursak: Mektubat’ın başında bir soru var: “Hz. Hızır hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı ulema bunu kabul etmiyor?” Bu sorunun sebebi Efendimizin  (S.A.S.) bir hadis-i şeriflerinde “Şu anda yaşayanlardan yüz sene sonra hiç kimse kalmayacak hepsi de vefat edecek” buyurması. Bununla, 150-200 sene sonra ben sahabeyim deyip hadis uydurmaya kalkışanlara karşı bir tedbirdir. Ama büyük zatlardan pek çokları günümüze kadar Hz. Hızır’la görüştüklerini söylüyorlar bunlar asla yalan söyleyecek kimseler değildir. Bu içinden çıkılması çok zor olan bir sorudur. Bu soru üzerinde Üstad# “Ben bir kitaplara bakayım, bir araştırma yapayım da öyle cevap vereyim” demiyor ve hemen doğrudan: “Evet hayattadır. Fakat hayat mertebeleri (boyutları) beştir” diyerek çok orijinal bir cevap veriyor. Bu kadar ciddi ve kendinden emin bir kişinin bu tavrının altında aslında kitaplarda bulunmayan bir ledünnî ilim vardır. Yani 40 bin mânevî levhanın hafızasında bulunması söz konusudur. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini çok yönlü tanımaya çok ihtiyacımız var… 



    29 May 2023 11:35