Muhyiddin İbni Arabî “Babu’l-Vesâyâ” da şöyle diyor: “Sana kendini Allah’a satmanı ve Lâ İlahe illallah kelimesini yetmiş bin defa söyleyerek ateşten korunmanı tavsiye ederim. Böylece Allah seni veya bu kelimeyi hediye ettiğin kimseyi koruyacaktır. (…) Hanımım vefat ettiği zaman ben böyle yaptım ve neticesini gördüm.”
Şeyh Abdülgaffar, Vâhid isimli kitabında diyor ki: “Şam’da bir adam her namazdan sonra Muhyiddin İbn-i Arabi'ye on defa lânet okurmuş. Bu kişi öldüğünde İbn-i Arabî diğer insanlarla beraber cenaze namazına katılmış, defnedildikten sonra dostlarından birisinin evine giderek kıbleye yönelerek oturmuş. Yemek vakti geldiğinde yiyecek hazırlanmış ama İbn-i Arabî sofra ile hiç ilgilenmemiş ve aynı şekilde oturmayı sürdürmüş. Ev sahibi tedirgin olmuş ve şeyhin rahatsızlığını veya yemekteki bir şeyden hoşlanmadığını düşünmüş. Şeyh, vakit namazlarını kılıp hemen yerine dönüyor ve aynı şekilde oturmaya devam ediyormuş. Nihayet akşam namazını edâ ettikten sonra oradaki insanlara dönmüş ve kolayca fark edilen bir neşe içinde yemek istemiş. Ev sahibi kendisine ne kadar endişelendiğini söyleyince, şöyle cevap vermiş. ‘Merak edecek bir şey yok. Sadece Allah, beni lânetleyen ve kendisi için yetmiş bin defa kelime-i tevhid okuduğum kimseyi bağışlayıncaya kadar hiçbir şey yiyip içmemeye ahdetmiştim.”
Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ve müridlerinin bu zikri nasıl icra ettiğini Kudbeddin Şirâzî şöyle anlatıyor: “Bunun için on bin nohut tanesini orada bulunanlara bölüştürürlerdi. Herkes kendi payına düşen her tane için yedi defa ‘Lâ ilahe illallah’ der, bununla mevtânın Cehennem azabından korunmasına niyet ederdi. Zikir sona erdiğinde orada bulunanlardan birine hediye edilir, o da bunları mevtânın ruhuna gönderirdi.”
Bediüzzaman Hazretleri, İslamî ilimlerin bir mucizesi dediği Muhyiddin İbn-i Arabî, aslında kendisi hâdi yani hidayet üzere olduğunu fakat bazı ifadelerinde mühdî (hidayet rehberi) olmadığını, bu yüzden İslâm âlimlerinin, insanlar zarar görür düşüncesiyle yasaklar getirdiklerini, zaten İbn-i Arabî’nin kendisinin de ‘Bizim durumumuzu bilmeyenler bizim kitaplarımızı okumasınlar’ diye bir sözü olduğunu söylüyor.
12 Eylül İhtilali’nden sonra, İslâmî hizmetlere ve cemaatlere düşman birileri darbecilere, ‘bunların, yurtlarına, kurslarına, camilerine el koyun ve hepsini vakıflara bağlayın, devletleştirin’ diye bir fikir vermişlerdi. M. Fethullah Gülen Hocaefendi bunu öğrenince o günlerin ağır şartlarında diğer İslamî cemaatlerin ileri gelenleriyle görüşüp bunu engellemek için bir şeyler yapalım, diye çırpınıyor. Ama kimse oralı olmuyor. Bunun üzerine bizi Ankara’ya çağırdı. Hava kapalı ve hafif yağmurlu bir gündü. “Esbaba tevessül açısından yapacağımız bir şey yok. Şimdi toplu dua yapalım. 4444 tane Salat-ı Tefriciye okuyalım.” dedi. Aramızda pay ettik. Aklımda kaldığına göre 128 er tane düşüyordu. Demek ki 30 civarındaydık. Okumaya başladık. Yavaş yavaş hava açıldı. Bitirdiğimiz zaman da güneş çıktı. Biz bu durumu hayra yorduk. Daha sonraki seneler öğrendik ki, İslâmî şuura sahip bir görevli aldığı bir tedbirle kötülüğü önlemiş, Allah razı olsun.
Bu son süreçte, böyle bir zulme karşı kendisini mesul sayan ve bunu önlemek için ortaya atılanlar olmadığı için bu mazlumiyet ve mağduriyet de katlanarak devam ediyor. Bu durum da ülkemizin başına katmerli musibetlerin gelmesine sebep oluyor.
Öbür taraftan bilelim ki, duaya ihtiyaç hiç bitmez. Bilhassa toplu dualar çok önemlidir. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle “Dualar külliyet kazanınca kabule karin olur. Yani tesiri ona göredir. Bu süreç bilhassa dua ve toplu dualar için çok ehemmiyetli bir zaman dilimidir. Kıymetini bilmeliyiz.